ÖNSÖZ
Cennete doğru, öleceğim güne kadar
Utancın zerresini duymamayı diliyorum
Yeterince acı çektim.
Yaprakları kıpırdatan rüzgârdan bile
Yıldızların şarkısını söyleyen bir kalple,
Bütün ölümlü şeyleri sevmeliyim!
Ve bana verilen yolda yürümeliyim
Bu gece yine yıldızlar rüzgârla parlarken.
Yun Dong-ju
Çok uzak bir coğrafyadan sesleniyor bize Yun Dong-ju bu ölümsüz şiiriyle. Güney Kore daha Güney Kore olmamışken, Kore hâlâ aynı ‘’arirang’’ yani türküleri söylüyorken yaşamış Yun Dong-ju. 1917 yılında başlayan yaşamına da 1945 yılında veda etmiş daha Kore politik sebeplerle bugün dünyanın en sıkı korunan Kuzey Kore ve Güney Kore sınırlarına sahip olmadan önce. Okurken bile insanın içini titreten ve bugün ülkemizde çok fazla değil ama dünyanın çoğu yerinde okunulan bir kısa ömürlü Koreli şair olarak belleklerde yer etmiş. Yun Dong-ju ve daha birçokları her gün bu gezegene geliyor ve yine aynı miktarda da kayboluyorlar. Burada dikkat çekmek istediğim nokta, Yun Dong-ju değil aslında. Ben edebiyat öğrencisi değilim ya da şiirleri yeniden yorumlayabilecek kabiliyetim de yok. Ancak ben şiirlerin evrensel değerlerinden kendine pay çıkaran ve şiiri okumasını bilen bir insanım. Aynı Dong-ju’nun dediği gibi:
“Bana verilen yolda yürüyen ve tüm ölümlü şeyleri seven bir insanım.”
Bazen düşünüyorum, içine hapsolmuş olduğumuz değerler, gelenekler ve dinsel değerler içerisinde. Hangimiz bir günü sadece dünyada olup biten haberleri izlemek, kitapları okumak, müzikleri dinlemek ya da bir ülke belgeseli seyretmek için ayırıyoruz?
Kendimizle bu kadar iç içeyken, var olan evrensel değerleri basmakalıp yargılar çerçevesinde geri plana atıyor ve birilerinden duyduğumuz şeylerle yetiniyoruz. Neden artık bize uzaklar çekici gelmiyor olabilir? Ne zaman istesek bilgisayarımızı açabileceğimiz ve istediğimiz bilgiye ulaşabileceğimiz için mi? Belki de teknoloji bizi istediğimiz gibi tatmin etmiyor artık. Elimizin altında olan bilgiler artık o kadar da değerli değil anlamı anlaşılmadıkça. Evrensel değer ve karmaşalar üstüne düşünmeye uzun zaman önce başlamış olabilirim ama nitel anlamda bir değişimi bu yıl Portekiz’de yaşadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Size bunun hikâyesini anlatmak için buradayım:
Kapının yanında oturmuş, ikindi vaktinin artık ölmek üzere olan güneşinin altında hafifçe kapıların ardından yükselen bir şarkıyı dinliyorum. Hangi dilde olduğunu bilmiyorum ve merak ediyor da değilim. Kapıyı aralıyorum ve ses biraz daha yükselerek odamın içine doluyor. Güneydoğu Asya’ya ait olduğunu tahmin ettiğim bir ses, bilmediğim o dildeki şarkısına devam ediyor. Ses yükseliyor, önce beynim de şimdi de odanın içinde. Kim bilir, ne derdi var diye düşünüyorum ve sesi kendi haline bırakarak kapımı usulca kapatıyorum. Burası Batı Avrupa’nın en ucunda kalan Portekiz. Ben de onun dokunduğunuz anda elinizde kalan eşyalarla dolu, eski mi eski, bir o kadar da çirkin yurtlarından birinde kalan bir öğrenciyim.
Atlas Okyanusu’nun bütün dalgalarına maruz kalıp artık aşınmış ve eskimeye yüz tutmuş İber Yarımadası’nın yalnız sakinlerinden olan Braga kentinde yalnızlık öldürüyorum. Odamda yürürken sinsice içeri girmeye çalışan tahtakurularını artık kafama takmıyorum. Bazen öldürmek zorunda kalıyorum onları, bazen ise sadece pencereden aşağı atıyorum.
Tuhaf bir bağ oluştu aramızda sanki. Onlar da benim kadar yalnızlar mı ki benim refakatçiliğime ihtiyaçları var diye düşünmeden edemiyorum. Geleli 6 ay oldu neredeyse ve eminim çoktan bir sürü halinde zaten yenik içindeki kitaplığımla kendilerine bir güzel ziyafet çekiyorlardır. Tahtakuruları ne yer? Hiçbir fikrim yok. Sınırların ötesinde dolaşan beynim, bugün tahtakurularını düşünmeye vakit bulamadıysa bu benim suçum değil. Düşünce silsilesi tarafından bazen insan erozyona uğruyor ve sessizce deri değiştiriyorsunuz. Önce metaforlar halinde gelişiyor bu, sonra beyniniz artık kaldıramayacağı yükün altına çoktan girmiş olup metaforların yerini sessiz ve sinsi dalgaların almasına izin veriyor. Benim maruz kaldığım dalgalar ise dünyanın ikinci büyük okyanusunun dalgaları. Metaforlar daha iyidir dedirtiyor insana. Okyanusları neden severim biliyor musunuz? O kadar büyüklerdir ki dertlerinizi onlara anlattığınızda sizi duyarlar ama hiç kafaya takmazlar. Üzmezsiniz onları dertlerinizle ve bu yüzden dilediğiniz kadar anlatabilirsiniz onlara içinizde ne varsa…
Ben Atlas’ı seçtim. Ne en güzeli, ne de en büyüğü, ama en yalnızı… Nüfus bakımından da öyle ada sayısı bakımından da… En tarihi olanı belki de. Belki de en esrarlısı ama emin olduğum tek şey onun çok yalnız olduğu. Odamdan kendisini göremiyorum şu an. Onun için yakınlardaki kasabalara ya da Porto’ya gitmem gerek. Bunu sıklıkla yapıyorum. İkimizin de anlatacak çok şeyi olduğu için, her daim kucaklaşmamız içtendir. Ne ben en güzel halimle giderim ona, ne de o benim için en süslü dalgalarını sırtına alıp da gelir. En yalın halimizle görürüz birbirimizi. O benim makyajsız yüzümü rüzgarlarla okşarken, ben de onun haşin dalgalarının içinde yürürüm. Bana asla kırılmaz. Zaten kırılsa da belli etmez. Çok incedir. Hep susarız ikimiz de. Konuşmanın çoktan anlamını yitirdiğine inanır ve artık susmak gerektiğini düşünürüz. Birlikte çok güzel susarız biz. Ben ve O. Susmak paylaşmanın en güzel yoludur aslında. Susarken sesleri, havayı ve kokuları paylaşırsınız. Özgürce. Ne o senden bir yudum fazla alır ne de sen ondan. Karşılıklı susarken arada tebessüm ederiz birbirimize. Aramızdaki bağı güçlendiren yegane şeydir belki de. Ben ona gülümser susuşuma devam ederim. O ise derin bir iç çeker ve ayağımın dibine birbirinden güzel istiridyeleri bırakır. Çok değil ama, idare et der. Belki bir gün bana içinde inci olan bir midye getirir. Getirmese de canı sağ olsun! Ben onu incisi için mi seviyorum canım…
O gün anlıyorum ki içinde kaybolmak üzere olduğum yerel metafor üstümden kalkıyor ve kendimi bambaşka bir dünyanın kapısını aralarken buluyorum. Yeni, yer yer ürkütücü ancak taze. Beni ve düşüncelerimi yenileyebilecek, tırtıl halimden kurtulup kelebek olmamı sağlayacak ufacık bir adım. İnsanlık için ufak ama benim için büyük bir adım aslında. O gün sadece evrensel değerlerin bilincine değil, kendi benliğimin sınırlarını ve kalbimin sevme kapasitesini de öğreniyorum. Sevmek, sevebilmek; tüm ölümlüleri ölüm korkusu olmadan… Cennetin sadece bu dünyada var olabileceği ve cehennemin de gezegende insan eliyle yaratıldığı ve öbür türlü bir cehenneme ihtiyacımız olmadığı bilincine varabilmek. Bu bilinçle de geleceğe daha bir umutla ve insancıl bir bakış açısı ile bakabilmek.
Hepimizin hayatında bazı anlar vardır. Kimisi bir telefonla değişir, kimisi hayatımıza aniden giren birinin varlığıyla kimisi de hiç değişmez, yerinde sayar. Kimsenin hayatını değiştirmek ve yeni değerlere sahip olabilmek için sihirli değneğe ihtiyacı yok. Tek ihtiyacımız olan sevebilmek aslında. Sınır tanımadan sevmek, diller ötesine geçebilmek ve engelleri görünmez kılabilmek.
Tek yapmamız gereken tüm ölümlü şeyleri sevmek; gerisi ise teferruat.
Bahanur Alişoğlu