Güneşli güzel bir gündü. Nedense bu sene yaz bir türlü gelmek bilmedi. Ağustosun başları olmasına rağmen ancak son 10 gündür güneş yüzünü göstermeye başladı. Hafta sonu olmasının verdiği rahatlık da güzel güne eklenince herkes kendini dışarı atmış anlaşılan. Yıllardır alışkanlık edindim sanırım erken güne başlamayı, güneşi parklarda karşılamayı, her sabah sakince oturmayı, insanları gözlemlemeyi, doğanın değişimlerine tanık olmayı…
Parkları seviyorum birçok insanı görme imkânı sağlıyor bana piknik yapanlar, sağ sola koşturanlar, işe yetişmek için şehrin caddeleri yerine parkın içinden geçerek sakinliği tercih edenler, etrafı temizleyen temizlik görevlileri, spor yapanlar, öpüşen sevgililer… Her bir insanda ayrı bir hikâye saklıdır, her biri ayrı bir dünya.
Herkes mutlu görünür parklarda belki parkları sevmemin bir nedeni de budur. Sanki hiç sorun, acı, mutsuzluk, kin, nefret, savaş, kirlilik yok gibi gelir burada oturup izlerken insanları, hayvanları, doğayı.
Bazen kendimi kaptırır bir aile seçerim kendime sanki onların bir parçasıymışım gibi hissederim ve onların dünyasında kendime yer açarım. Yalnızlık zor, bir ailenin parçası olamamak, anıların birikememiş olması, bir sevgiliye eş, bir çocuğa baba olamamış olmak. Ama her şeye olduğu gibi yoksunluğa da alışıyorsun.
- Merhaba, küçük oğlanı gördünüz mü?
- Efendim?
- Şimdi, burada siz bakarken küçük oğlumla yani köpeğimle oynuyordum. Bulamıyorum onu gördünüz mü? Adı Guy.
- …
- Annemler çağırdı gittim bir dakika bile sürmedi gidip gelmem. Burada sizin önünüzdeydi diyorum görmediniz mi?
- …
- Neden konuşmuyorsunuz? 1 dakika bile olmadı diyorum. Bir köpek 1 dakikada nereye gider? Nasıl kaybolabilir? Bir dakikada başına bir şey gelmemiştir herhalde. …
- …
- Siz neden cevap vermiyorsunuz? Konuşamıyor musunuz?
- …
Yarı ağlamaklı konuşan çocuğu görüyor ama cevap veremiyordum. Israrla nerede olabileceğini soruyordu küçük oğlunun. Güneş gözlüklerimi çıkararak kendisine daha dikkatli bakmak istedim.
- Aaaa, sizin gözleriniz ne kadar değişik ilginç. Konuşmayı bilmiyor musunuz?
- …
- Neyse sanırım siz küçük oğlumu görmediniz.
Gördüm… Aydınlık, parlama, ışıltı, toz, sıcak, kül, saç, deri, gölge…
Nasıl bir soru bu şimdi? Küçük oğlanı gördünüz mü? Bu güzel havada bu soru beni neden buldu? Neden bunca yıl sonra bu soru beni etkiledi? Şimdi bu güzel Ağustos sabahında bir köpek, bir dakikada kaybolur muymuş? Bir dakikada nasıl başına bir şey gelsinmiş? Küçük oğlanı görmüş müymüşüm? Adı Guy’mış? Neden konuşmuyormuşum? Konuşmayı bilmiyor muymuşum? Gözlerim ne ilginçmiş?
Gördüm, bir dakika, taşlaşmış şişe kapakları, aydınlık, parlama, ışıltı, toz, sıcak, kül, saç, deri, gölge…
Evet gördüm… Küçük oğlanı… Guy’ı… Adının bu olduğunu bilmiyordum tabii gördüğümde. Nasıl cevap verebilirdim sana?
Bu sıcak Ağustos sabahında bu sorunun beni benden aldığını, sıcağı 40 dereceden 4000 C dereceye çıkarttığını nasıl anlatabilirdim sana? 1 dakika da neler olabileceğini, hatta daha kısa bir sürede nelerin yok olabileceğini, sana ne anlatabilirdim ve nasıl anlatabilirdim. Hem de cellattın bahçesinde…
Şimdi görüyorum annenin babanın ve kız kardeşinin önünde son derece sıradan ve naif bir şekilde soruyorsun: “Daha bir dakika önce burada oynuyordum küçük oğlumla nasıl kaybolabilir diye?” Annen üzülüyor ve anlam veremiyorsunuz bir köpeğin ve bir şeyin bir dakika içinde nasıl kaybolabildiğini…
İnan ben de bilmiyordum senin yaşlarındayken 1 dakikada neler olabileceğini. Ama gördüm, anladım, bir dakika, taşlaşmış şişe kapakları, aydınlık, parlama, ışıltı, toz, sıcak, kül, saç, deri, gölge…
Sen görme, sen bilme, sen anlama…
Sana nasıl anlatabilirim ki 1 dakika içinde 200.000 kişinin aynı anda ölebileceğini, 80.000 kişinin ölümle baş başa kalabileceğini, insanların oldukları yerde küle dönebileceğini ve arkalarında ne bir deri ne bir kemik sadece bir gölge bırakabileceğini, sahip olduğun her uzvun farklı bir yere savrulabileceğini, gözlerinin saydamlaşabileceğini, demirlerin eriyebileceğini birkaç beton yığını dışında tüm yapıların yok olabileceğini, 66.000 kişinin 1 yıl içinde yok olmasına neden olabilecek hale gelebileceğini, bir şehrin yerden yükselip küller halinde aşağı serpilebileceğini, böceklerin küllerin arasından çıkmak için savaş verebileceğini, tek bir hayvanın bile hayatta kalamayabileceğini, Küçük Oğlan adının ne kadar yıkıcı, yakıcı ve zalim olabileceğini, tesellisi olmayan bir anı yaratabileceğini, tüm şehrin cellattına boyun eğmek zorunda kalınabileceğini söyle çocuk nasıl anlatabilirdim?
Tüm bunların 1 dakika içinde olabileceğini. Sana buna hayatın eşitsizlik ilkesi denebileceğini. İlke’nin böyle bir olay için kullanılabilecek bir kelime olabileceğini nasıl anlatabilirdim. Hayatta kalanların da bu eşitsizlik ilkesinden sonuna kadar nasibini aldığını. İnsanın sınıflama ihtiyacının burada da devam ettiğini, bir anda çocuk, insan olmak yerine birer hibakusha olunabildiğini nasıl ve hangi kelimelerle anlatabilirdim.
Geçen her gün, her saat her dakika özlemle kavrulabildiğini, çocukken büyünebildiğini, derinin her milimetresinin olması gerekenden daha çok şişebileceğini, her gün paket kağıdı misali derinin pat pat patlayabileceğini, her patlamanın bir çocuğun neşe çığlığı yerine acı ile yakarışı olabileceğini, iyileşmek için cellattının topraklarına hiç itiraz etme hakkın olmaksızın gönderilebileceğini sana mantıklı bir şekilde nasıl anlatabilirdim.
O 1 dakikalık zamandan sonra hayatta kaldığım her gün için bir parka gittiğimi ve 8:30 itibari ile yaşamım devam ediyorsa bunun şans mı şansızlık mı olduğunu anlayamadığımı? Buna rağmen yaşamaya devam etmem gerektiğini düşündüğümü. O zamandan beri ehlileşmeye çalıştığımı, içimdeki iyiyi korumaya çalıştığımı anlatacak kelime bulabilir miydim?
Evet, bugün seni de gördüm, Küçük oğlan Guy’ı da. Onunla oynarken ne kadar tatlı görünüyordun, ne kadar masumdun. Hayatın eminim çok güzel, yaşanmaya değer, adil ve zevkli bir yer olduğunu düşünüyordun. Senin böyle düşünmeni sağlayarak sana iyilik yapmış olmazdım. Çünkü hayat senin küçük oğlan’la oynadığın gibi değil. Ve küçük oğlan ismi hiç de sevimli değil. Ve küçük oğlan her zaman sahibini dinlememeli belki de. Belki küçük oğlan’lar hiç doğmamalı veya yaşamını sürdürmemeli. İşte o nedenle benim gibi şişman bir adamdan beklenmeyen bir ataklıkla bastonumun altında bulunan sivri ucu küçük oğlanın tam da şah damarına isabet ettirerek hık demesine bile izin vermeden çalılığın arkasında yakaladım, bastonumun altındaki titremesini bir müziğe eşlik eden ritmiymişçesine izledim ve suya batırdım, müziğin ritmini hala duyabiliyordum. Sonra çırpınışını görmek, gözlerinden gelen yaşı görmek, vücudunun önce acı ile titreyip sonra kaskatı kesilişini görmek için çıkardım dikkatlice baktım. Tekrar suya batırırken hissettiği soğukluğu düşünmek bana iyi geldi. İşte bu Ağustos sabahının sıcaklığında yıllardan sonra ilk defa serinlemiş ve rahatlamış hissettim. Hem küçük oğlan’ın büyümesini engellediğim hem de bir çocuğun dünya denen yerin saf ve iyilik dolu bir yer olmadığını anlamasını sağladığım için kendimle gurur duydum. Ve evet çocuğum 1 dakika bir köpeğin kaybolması için yeterli.. İşte tüm bu düşünceler içinde seni ailene sorduğun naif soru ile, anneni bir dakika içinde bir köğein nasıl kaybolabileceğini boynu bükük düşünürken, babanın anneni bir can için teselli ederken, ablanı bir can kaybının neden bu kadar sorun olduğunu anlamayan vurdumduymazlığı ile bırakarak oturduğum banktan kalktım…
Saat 08:30 ve ben hayatın bir kez daha her şeye rağmen devam edebileceğini kendime kanıtlayarak yürüyorum…
Tekrar parka dön!
Işın yiyen adam hibakusha
Zeynep Terim