Meleğin Düşüşü ve Yıldızlar Geçidi

Clarice Lispector

 

Olmak üzere olan ama yaşamadığım için hala tanımadığım şeyleri nasıl bilebilirim? Gelgelelim Rio de Jenario’da bir sokakta, kuzey doğulu bir kızın yüzünde kaybolma hissini gördüm… Yaşayan herkes bilir, bildiğini bilmese de. Yani siz baylar, bildiğinizi sandığınızdan daha çok şey biliyor ama bilmiyormuş gibi yapıyorsunuz(sf:14).

Clarice Lispector ve Yıldızın Saati üzerine yazmaya başlamıştım hatırlarsanız. Kaldığım yerden devam ediyorum çağrışımlara.

Kurgudaki yazar Rodrigo’ya Rio de Jenario’da bir sokakta yüzünde yok olma hissini gördüğü kızın bakışı musallat olmuştur.  Artık o kızı anlatmak zorunda hissediyordu kendini: “…onun gibi binlercesi arasından bu kızı anlatmak benim zorunluluğum. Ve sorumluluğum, sanatsız da olsa, onun yaşamını anlatmak. Çünkü onun da çığlık atma hakkı var. O halde çığlık atıyorum” (sf:15-16).

Musallat olan unutulmayandır; sürekli kendini hatırlatan ve bu yüzden de unutulamayandır, ayağa batan diken gibi (Derrida, Marx’ın hayaletleri; Nurdan Gürbilek, Mağdurun Dili).

Rilke ve Orhan Veli

Bir çığlık oluş haliyle Yıldızın Saati hem şair Rilke’yi hem de Orhan Veli’yi aklıma düşürüyor. Duino Ağıtları’nın ilki şöyle başlar: “Kim, bağırsam, duyardı çığlığımı melek saflarından? Tut ki biri yüreğine aldı beni apansız: Yok olur giderdim daha güçlü varlığının önünde. Evet, güzel dediğin yalnız başlangıcıdır korkunç olanın, anca dayandığımız; tanşırız onu, çünkü hor görür, umursamaz bizi yerle bir etmeyi. Her bir melek korkunçtur.” Rilke bu satırlarda yüzünü göklere, tanrısal kata çevirmiştir.

“Her melek korkunçtur!” çünkü varlığınızı ele geçirme tehlikesi yaratır, anlatıdaki yazar Rodrigo’nun başına geldiği gibi. Orhan Veli, ağlasam sesimi duyar mısınız derken insanlara seslenir, yüzü yeryüzüne dönüktür. Lispector’un volkanik bir patlama gibi saçılan yazını ise hem göksel olana hem yeryüzüne hem de yeraltında seslenir:

“Hayatım boyunca içimde yaşayan cinlere, cücelere, gök ve yer perilerine…” ithaf etmiştir kitabını.  O unutulamayanı dile getirirken hem göksel olanı hem yeryüzünü aşarak evrenin tüm katmanlarına sızarak yazmaya yönelmiştir. Bu sessiz patlamayı, hıçkırıksız bu ağıtı yazının ritmini bozarak sunar.  Ruhunun çalkantısını kelimelere ve aksak ahenksiz bir ritme devşirmiştir. Bu yüzden bu kitap “bir çığlıktır!

Ben kimim?

Lispector’un anlatısındaki melek yüzünde yok olma hissi olan o genç kızdır: Macabea! Ona melek oluşu ben yakıştırıyorum. Zira hiçbir kez “ben kimim” sorusunu sormamıştır, soramamıştır daha. O yüzdendir ki melektir. Henüz masumiyetini kaybetmemiştir. Ben kimim sorusuna verilen her cevap meleğin düşüşüne ve aklın yükselişine işarettir: “Bu kız amaçsızca yaşadığı için kendi hakkında hiçbir şey bilmiyor. Eğer “ben kimim” diye soracak kadar aptal olsaydı yere kapaklanırdı. Çünkü “ben kimim” demek bir ihtiyaçtan kaynaklanır” (sf:18).

Orhan Veli

Bu anlatı bir sızma eylemidir demiştik; bir sızıntı deneyimi ve sessiz bir dans: Parçalanmışlığı içinde evrenin tüm katmanlarına sızarak bütüne ulaşır. Bir keşiş bir aziz gibi, bir şair ve belki de en çok sessizliği de duyabilen kulaklara sahip olan bir bir besteci gibi: “en kalın, en düşük notaya, en derine ve dünyanın trombonuna varmak istiyorum” der.

O Ana Adanmış, John Bergerin çok güzel kitaplarından biri. İşte dünyanın trombonuna varmak için o en derine, dibe ve ayrıntılara musallat olana adanmıştır bu kitap. O bakışa, kaybolma hissini taşıyan bakışa, o ana adanmıştır. Nitekim, Gürbilek’in kitabında dile getirdiği gibi bakış yani görüleni, arzu edileni var edendir. Peki ya hiç arzu edilmeyen, görülmeyen, bakılmayan o kim? Hakkında hiç konuşulmayan, duyulmayan, onu kim konuşacak, kim görünür kılacak, buna kim gönül indirecek? İşte “Bizim Büyük Çaresizliğimiz”(Barış Bıçakçı) burada düğümleniyor. Lispector, Yıldızın Saati ile bu işe soyunuyor. Tekinsiz bir alanı kaşıyor.

Saf bir çığlık, karşılığında bir şey beklemeden, minnet etmeden. Bir salamlı sandviç yerine bir akşam yemeği için vücudunu satan kızlar olduğunu biliyorum, tek gerçek varlığını. Ama bahsedeceğim kişinin satacak bir vücudu yok, kimse istemiyor onu, bakire ve zararsız, kimse onu özlemiyor da… Kuzey doğulu kız gibi, gecekondu mahallelerindeki apartmanlarda, bir odadaki boş yataklarda, dükkân tezgahlarının ardında ölesiye çalışan binlerce kız var. Yerlerine başka birinin ne kolay konabileceğinden ve yeryüzünden ne çabuk silinebileceklerinden haberleri bile yok (sf:16).

Öfkeyi, sınıf kinini, erkek aklını ve egemenliğini, nefreti yazıyla terbiye ederek kaybedilen masumiyetin yası tutuluyor belki burada. Yoksa “hiç istakoz yemediği günleri” niye ansın ki. İşte o günler henüz “ben kimim?” diye sorulmamış günlerdi, melek oluş günleri. Ne zaman ki fark ediş başladı, ne zaman ki çivisi çıkmış bir dünyanın çaresizliği anlaşıldı ve asıl ben ortaya çıktı: Kreşendo!  Yoksa nasıl fark edecekti yüzünde kaybolma hissi taşıyan yoksulları.

Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz

Yıldızın Saati dişil bir yapıt: Her okurla bir kez daha çoğalan bir gündüz düşlemesi. Tohum gibi içinize düşüyor ve orada büyüyor, farklı farklı anlamlara geliyor. Böylelikle yazarın ölümlerin içinden akıp geçişinin de imkânı oluyor; her bir okurunda yeniden yaşama dönüyor.

Neden yıldızlar geçidi? Neden dişil bir metin? Gaston Bachelard’ın Jung’un derinlikler psikolojisinin izini sürerek önümüze koyduğu gibi animustan değil animadan yazılmış bir gündüz düşlemesidir Yıldızın Saati. Yarattığı çağrışımlar ile zihin sahnemde uyandırdığı yıldızlar geçidi bu yüzden. Okuduğumuz onca kitap ne oluyor? Okuyorum ama unutuyorum diye sızlanırız hani bazen. Halbuki unutmuş olan zihindir, bellektir. Sonra bir gün bir yazar, bir kitap ya da unutulanı dürten bir karşılaşmayla ruh denizi tüm unuttum sandıklarınızı vuruverir kıyıya. Tıpkı Lispector’un söylediği gibi “Ürkütücü bir şekilde varlığından hiç haberdar olmadığım içimdeki yerlere dokunan herkese, bir volkan gibi kendi içime patladığım o ana kadar “beni bana anlatan bugünün tüm peygamberlerine…”! İşte bunun içindir yıldızlar geçidi.

Rilke’yi, Orhan Veli’yi, Derrida, John Berger, Nurdan Gürbilek, Ocean Wuong, Hemingway, Gaston Bachelard edebiyatın ve felsefenin yıldızlar geçidini bana tekrar hatırlatan Lispector’un kuvvetidir. Ocean Wuong, Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz diyor. Yıldızın Saati ile Clarice Lispector bana sürekli bu duyguyu imliyor: Yeryüzünde Bir An İçin Muhteşemiz.

Sevgili okur, zaman ayırıp okuduğun için teşekkür ederim. Sanki Lispector için bir metin daha gelecek gibi hissediyorum. O ışığı o kayan yıldızı yakalayabilirsem ne ala. Görüşmek üzere.

Bu yazının ilk bölümünü okumak için linki tıklayabilirsiniz…

Clarice Lispector ve Yıldızın Saati Üzerine

Önceki İçerikKültür Yolu 13. Durağı İstanbul
Sonraki İçerikBüyük Devrimci Thales ve Arkhe