Hızla akan bir zaman ve dünyayı ekranlarımıza taşıyan hızlı bir değişim; internet. İster ev hanımı, ister öğrenci, ister çok yoğun bir iş adamı olun, her nerede kullanırsanız kullanın, hepimizi mekânsız buluşturan muhteşem bir ağ. Başından kalkmadığı için çocuklarımıza, eşimize, arkadaşımıza kızarken, bir taraftan da gözümüzü ekrandan ayıramadığımız bir alışkanlığımız. Birbirimizle, doğayla, yaşamla iletişimi kestiğini düşündüğümüz için kimimizi kızdıran, anında etkileşim sağladığı için kimimizi de yokluğunda çaresiz bırakan tartışmalı konumuz… Bağlı mıyız yoksa bağımlı mı diyerek, medyada, dost, aile sohbetlerinde panikle çareler aradığımız ama bir türlü de kopamadığımız internet. Durumundan endişe duyduğumuz sevdiklerimizi elinden tutup, internet ve bilgisayar bağımlılığı merkezlerine götürdüğümüz bir düşman(!)… Çoluk çocuk, eş dost, akraba ve komşularımızla online sohbetler yaptığımız yeni bir mahalle. Psikiyatrist Prof. Dr. Erol Göka’nın tabiri ile “Yeni bir Deniz”. Öyle bir deniz ki, içinde yüzmeyip, kıyısında kalırsanız anlayamıyor ve ilerleyemiyorsunuz. İlle de içine girmeniz, sularında yüzmeniz gerekiyor. Bunu biz iddia etmiyoruz, bir profesör söylüyor. Siz de hem içinde olmak isteyip hem de kıyısından gittiğiniz bu yeni denizin içinde boğulmaktan endişeleniyorsanız sıkı durun! Size can simidi gibi gelecek bir röportaj okuyacaksınız.
Sevgili Erol Göka ile uzun bir söyleşi gerçekleştirdik ve bunu iki bölüme ayırdık. Erol Bey, bu bölümde “sanal mıyız, gerçek miyiz?” ve “bağlı mıyız yoksa bağımlı mıyız?” sorularının cevabını yanıtlıyor.
Sanal ya da gerçek, bağlı ya da bağımlı, şaşkın ya da şüpheli… Bu yeni denizin içinde kendinizi hangi cins balık olarak tanımlayacağınıza, söyleşiyi okuduktan sonra karar verin derim. Bu yeni denizin en iyi yüzenlerinden biri olan bir profesörle yola çıkmak, kendisinin tabiriyle “teknomedyatik” dünyanın görünen ve görünmeyen yüzüne bakmak, sorularınıza ve şüphelerinize bir cevap olabilir.
“Bir şeyin içine girdiğimizde onu gerçek olarak algılıyoruz…”
Hayatımızın her alanında, büyük küçük hepimizin olduğu bir dünya internet. Bu sanal dünya aynı zamanda çok süratli ve değişken. Bu dünya, bazılarımızı çok korkutuyor. Sizin tabirinizle teknomedyatik dünya insanı olmak zararlı bir durum mu? Ve orada yer alan bizler gerçek miyiz?
Gerçek, tanımına bağlı olarak değişir. Bir kere hep üstünde durmamız ve netleştirmemiz gereken husus, yeni bir dünyada yaşadığımızdır. Ben onu “ yeni denizin balıklarıyız” olarak tanımlıyorum. Geçen yüzyılda hatta son 30 yıla kadar dünyayı simgeleyen bir aygıt nedir diye sorsak, herhalde otomobil derdik. Otomobil icat oldu ve bütün dünyayı biçimlendirdi. Eskiden ulaşamadığımız yerlere daha hızlı ulaşmaya başladık. Otomobiller giderek küçüldü ve hızlandı: Otomobillerle koca bir devir ve hayatlarımız değişti. Sanayiyle gelen uygarlık, geleneksel kadim uygarlıktan ne kadar farklıysa, şimdi benzeri bir farklılık bilgisayarın icadıyla ortaya çıktı. Bilgisayar icat edildiğinde, dev bir binaya ancak sığıyordu. Ben çok net hatırlıyorum; Hacettepe Tıp Fakültesi’nde okurken Ankara’da bir tek bilgisayar vardı. Bizim kütüphanenin üst katını tamamen bu bilgisayar dolduruyordu. Bilgisayar mühendisliği öğrencileri kullanırdı bu bilgisayarı. Onlarda program girebilmek için çok güzel kartlar vardı. Biz de arkadaşlar aracılığıyla o kartları edinmeye çalışır, sahip olduğumuzda hava atardık. Otomobillerin hikâyesi bilgisayarlarda da oldu. Bir müddet sonra bu dev aygıtlar, evlerimize, ofislerimize daha sonra da telefonlarımıza girdi. İcatların hayatlarımıza etkilerini bir süreç içinde görmek lazım. Bilgisayar da sanayi ve otomobiller kadar etkili bir değişiklik getirdi dünyamıza.
Biz bir şeyin içine girdiğimizde, gerçek algımız onun tarafından belirleniyor. Onun içinde gördüklerimizi gerçek olarak algılıyoruz. Şimdi ben telefonla buradan başka bir şehirdeki hatta dünyanın öbür ucundaki bir yere mesaj yazsam, ya da 3G ile görüşsek, “bu gerçek değil” diyebilir miyiz? Tabii ki gerçek. Görüştüğüm kişinin de benden haberi var, fakat bu iletişim tarzının yüz yüze yapılan iletişimle hiçbir alakası yok… Birbirimizi görmeden, varsayarak iletişim kurma şekline “sanal iletişim” diyoruz.
“Sözlü iletişimde beden dilimizi, yani “yandan iletişimi” denetleme şansımız var.”
Şu anda sizinle yaptığımız iletişimin içinde birebir sözlü iletişim var, birbirimizin söylediklerini tespit edebiliyoruz. Ama aynı zamanda beden dilimiz de var. Bedenimiz, tavır ve edamız da bir şeyler anlatıyor, yani yandan da konuşuyoruz. Ben sizinle görüşme yapmaktan ne kadar memnun olduğumu sözel olarak söylesem ama bu arada da yüzümü ekşitsem kafanız karışır. Yine de kafa karışıklığımızı değişik sorularla, değişik yöntemlerle giderebiliriz. Sözlü iletişimde beden dilimizi, yani “yandan iletişimi” denetleme şansımız var. Ben Japonya’da ki bir arkadaşıma mesaj yazdığımda ya da onunla 3G aracılığı ile konuştuğumda bunu denetleme şansımız çok yok. Yani her ne kadar görüntülü teknikler sanki gerçek hayatı taklitte daha başarılıymış gibi görünse de hayat böyle akmıyor. Bazı düşünürler bu tip gerçekliğe; “hiper gerçeklik” diyorlar. Dünyanın ve tarihin hiçbir döneminde insanları, şeyleri, mekanları hiç bu kadar büyük boyutlarda ve hızlı bir biçimde izlemedik. Bugün, bir arkadaşınız neredeyse yüzünüzün hücrelerini tek tek görebilir. Ya da sizin bir afişinizi öyle bir büyüklükte yaparız ki, bütün bir gökyüzünü baştanbaşa kuşatabilir. Görüntüleri, gerçekliği böylesine değiştirme şansımız var. “Sanal iletişim” dediğimiz şey, yüz yüze, birbirimizi görerek yaptığımız iletişimden çok farklı. Görüntülü konuşmalarımızda da oradaki benim görüntüm ama sadece görüntüm, varlığımın tamamı değil. O da biziz ve o anlamda gerçeğiz elbette ama bu iletişim tarzı çok yeni.
“Bugün mekân ortadan kalkmış vaziyette.”
Bu yenilik psikolojimizi nasıl etkiliyor?
Bu önemli bir soru. Eğer eski dünyaya ve iletişim tarzımıza ‘gerçek’ dersek, dünyadaki bu normal olmayan iletişim hızı ve iletişimin farklı boyutlarda aktarılmasına ‘sanal’ diyebiliriz. Sanal iletişim, eski iletişim tarzındaki rüyalara benziyor. Yani eskiden rüyalarda yapabildiğimize benzer bir şeyi, şimdi gerçek hayatta yapabiliyoruz. İnsanlık tarihi böyle bir iletişim tarzını hiç bilmiyordu, son 30 yılda gündeme geldi. Bugün mekân ortadan kalkmış vaziyette. Dünyanın her yerine iletişim sağlayabiliyor ve inanılmaz bir hızla bağlanabiliyoruz. Eskiden mektup yazardık. Yazdığımız mektubu Amerika’ya bir haftada gönderir, cevabını on beş günde alırdık. Bu bile normal iletişime yakın bir iletişim tarzıydı. Daha eski zamanlarda bunu sağlama imkanımız yoktu. Yani Amerika henüz keşfedilmemişti ve bu nedenle oradaki insanlarla bağlantı kuramıyorduk. Şimdi dünyanın her yeri ile bağlantı imkanımız var. Mesela benim Facebook sayfamda izleyici sayısı 5.000, Twitter takipçilerim ise 30.000. Dünyanın en meşhur adamı ya da eski bir hükümdar bu kadar arkadaşa ya da bu kadar iletişim imkânına sahip miydi? İmkânsız! Oysa bugün ben bir mesajımı anında 30.000 kişiye duyurabiliyorum ve bunu çok daha fazlasıyla yapan insanlar var. Bir cümle yazıyorsunuz, bunu 30.000 insan aynı anda okuyabiliyor. Şimdi sosyal sitelere yazdığınız bir cümleyle sizinle normal sohbetimdeki duygu ve heyecan aynı olabilir mi? Elbette olamaz ama “bu gerçek mi” derseniz, evet gerçek. Bu eski geleneksel bilgimizle örtüşüyor mu? Hayır örtüşmüyor. Bu nedenle de bu yeni denizi tanımıyoruz. Bu denizde yüzüyoruz fakat denizde neyle karşılaşacağız, bu deniz nasıl bir denizdir, birbirimize nasıl bir etkide bulunuyoruz bilmiyoruz. Facebook’ta yaptığınız bir beğeni ya da gönderdiğiniz bir fotoğraf insanlarda nasıl bir etki yapar ve bu işler nereye kadar gider, bilemiyoruz.
Teknoloji gelişiyor, iletişim şekli değişiyor. Yıllar önce hayal bile edemeyeceğimiz bir dünyanın içinde bulduk kendimizi. Komşu teyzemiz bile tablet kullanmayı öğrendi. İşte, evde, sokakta her yerde bir tıkla her şeye ulaşabiliyoruz. Gelecekte neler olabilir öngörebiliyor musunuz?
Öngöremiyorum. Mesela yakın bir zamanda, çok güvenilir bir gazeteci olan Fareed Zakaria’nın paylaştığı bir haberle dehşet içinde kaldım. Sabah derste öğrencilerime de söyledim. “Artık, doktorların bugün yaptığı icraatların, doktorluk eylemlerinin %80’nini bir bilgisayarla yapmak mümkün.“ diyordu haberde. Bu müthiş bir şey. Asistanlarıma dedim ki; doktorluk gözden düşüyor diye ağlamayın, bütün dünyada gözden düşüyor. Sizin yaptığınız işleri bilgisayar yapabilir.
Sağlıkta ya da herhangi bir sektörde meslek sahiplerinin robotlar olması… Bu sağlıklı bir şey mi peki?
Bu nereye kadar gidecek inanın bilmiyorum. Önce denizi bir tanıyalım. Tıptan örnekler verecek olursak; çok yakında Amerika’daki bir doktor buradaki bir ameliyatı denetleyebilir. Hatta ileride bunu robotlar yapabilir. Bu sanal dünyayı, net dünyasını tanıyalım, anlayalım, hemen feryat etmeyelim diyorum.
“İnternet olmazsa ben hayatımı toparlayamam mesela.”
İnternet bağımlılığı konusunda ne düşünüyorsunuz? Özellikle ebeveynler bu konuda çok endişeliler. Sürekli bağlı kalmak, bağımlılık yaratır mı?
En çok itiraz ettiğim kavramlardan biri de bu; internet bağımlılığı. Ne bağımlılığı, şaka mı yapıyorsunuz? Otomobil ilk yapıldığı zaman, biri çıkıp “insanlar otomobillere bağımlı oluyorlar, vakitlerinin dörtte birini otomobilde geçiriyorlar“ dese, komik olmaz mıydı? Belki de o dönem böyle diyenler de olmuştur. Mesela, tren icat edildiğinde 30 km hızla gidiyor. Bilim adamları “bu hıza insan bedeni dayanabilir mi? İçerideki insan parçalanabilir mi?” diye tartışmaya başlıyorlar. Şimdi bir anlamı var mı bu sözün, bu endişelerin? Hayır tabiki. İnternet mevzusu da böyle. Elbette psikiyatride “internet bağımlılığı” diye bir tablo var ama gündelik anlamından çok farklı. Biz psikiyatride internet bağımlılığını, sadece online oyunlar bağlamında kullanıyoruz. İnternet oyunlarının başından kalkmayanları, sabah akşam bu şekilde boşa vakit öldürenlere internet bağımlısı diyoruz. Yoksa internetin hayatımızdaki yerini kastetsek, hepimize bağımlı demek gerekirdi. İnternet olmazsa ben hayatımı toparlayamam mesela. Bu kadar işi internetsiz yapabilmem mümkün değil.
Bilgisayarla kavga eden, internet gittiğinde hayat bitmiş gibi davranan ve eksikliğinde panik yaşayan insanlar var. Bu durum sizce normal mi?
Biz şimdi tam geçiş döneminde bulunuyoruz. Büyük bir ihtimalle bir süre sonra kavramlar yerli yerine oturacak. İnternetteki oyun bağımlılığı çok ciddi bir sorun ama internetin hayatımızdaki yeri de giderek artacak. Mesela Japonya’da bilgisayar oyununun başında ölen çocuklar, gençler var. Bu durumu anlayıp bir çare üretmemiz lazım. Oyun bağımlılığı, yeni teknolojinin getirdiği yeni rahatsızlıklar arasında. Ben bu dünyayı hem faydalı buluyorum hem de “bu işin sonu nereye gider?” diye eleştiriyorum. Yeni bir iletişim ağının içine de giriyoruz ve psikolojimiz de burada yeniden biçimleniyor. İnsanları telaşlandırmamak gerekiyor. Bu konuda saplı samanı birbirine karıştırmayan, düzgün araştırmalar yapmak durumundayız.
“Dünyanın teknokratların eline bırakılması iyi bir şey midir?“
Her şeyin robotlarla halledildiği bir dünya ürkütücü gibi görünüyor ama bir taraftan da bu dünyanın tehlikelerine karşı önlem almak için öğrenmek şart…
Tıptaki gelişmeleri söyledik. Hatta daha çok gelişecek ve doktorların yerine robotlar bile geçebilir dedik. Aynı durum medya için de geçerli. Medyada rotatif teknolojisinden nerelere geldik. Şimdi dünyayı mühendisler biçimlendiriyor. Yani bir grup çok zeki insan, teknolojiye yön veriyor. Biz de onlara ayak uyduruyoruz. Her alanda bu böyle… Dünyanın teknokratların eline bırakılması iyi bir şey midir? Bence atacağımız, üzerine düşüneceğimiz büyük başlık bu olmalıdır. Soruları doğru sorarsak, cevaplar da daha iyi gelir. Bu soruları sormaz, teknolojinin kendisine savaş açarsak, internet bağımlılığını tamamen yanlış anlayıp çocuklarımızın üstüne hücum edersek, sorun bir iken iki olur. Bu nedenle yeni bir dünyada, yeni bir iletişim biçiminin içinde olduğumuzu, bunun tüm ilişkilerimizi değiştireceğini bilerek hareket etmeliyiz. Hiçbir hükümdar, benim iletişim ile ilgili sahip olduğum olanağa sahip değildi. Bu şansa sadece ben değil bütün insanlar sahip. Peki bütün insanların inanılmaz bir iletişim olanağına sahip olduğu bir dünyada, aile aynı kalabilir mi? Bir çocuk sadece akrabalarını ve ailesini tanıyor, diğer bir çocuk ise bütün dünya ile iletişim kurabiliyor. Onun kuracağı iletişim sistemi ve onun kuracağı değerler yapısı, geçmişle aynı olabilir mi? Tüm bunları enine boyuna düşünmeli, değişimlere hazır olmalıyız.
Şüphelenmek İyidir! Psikiyatrist Prof.Dr. Erol Göka ile Röportaj – II. Bölüm,