Ragıp Ertuğrul: “Toplumun ruh ve sosyal yapısına en uygun sözü sanat söyler.”

Türkiye yeni bir tiyatro topluluğu kazandı: REST Tiyatro. İlk oyunu Milan Kundera’nın “Jacques ile Efendisi…” Tiyatro Eleştirmenleri Birliği’nin başkanı Ragıp Ertuğrul’un da profesyonel olarak ilk rejisörlüğünü üstlendiği oyun 24 Kasım’da Sahne Pulchérie’de prömiyer yaparak seyirciyle buluşacak. Ragıp Ertuğrul ile tiyatro yaşamını, tiyatroyu, REST Tiyatro’yu ve Jacques ile Efendisi’ni konuştuk. Tevfik Gelenbe’den Milan Kundera’ya kadar çok farklı karakterler var bu söyleşide…

Tiyatroya gitmeyi hep sevmişimdir. Tiyatro artık öldü diyenlere hep karşı çıkmışımdır. Haklı da çıktım, gençler tiyatroya bayılıyor ve hatta gişeler önünde kuyruklar oluşturuyor. Bu durumda en büyük payı olanlar da tiyatro insanları. Yani sahnede olanlardan ziyade işin mutfağında olanlar. İşte Ragıp Ertuğrul da bu isimlerden biri. Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB) Başkanı, yazıda söz edeceğimiz yeni bir tiyatro grubu REST’in kurucusu ve genel sanat yönetmeni ve aynı zamanda da Petrol Ofisi’nin Pazarlama Etkinlikleri ve PR Müdürü.

REST Tiyatro’nun ilk oyunu Milan Kundera’nın “Jacques ile Efendisi…” Ragıp Ertuğrul’un da profesyonel olarak ilk rejisörlüğünü üstlendiği oyun 24 Kasım’da Sahne Pulchérie’de prömiyer yaparak seyirciyle buluşacak. Söyleşimizde REST Tiyatro’yu birlikte kurdukları Gökay Genç de bizimle birlikteydi. Çocukluğunda seyirci olarak hayatında var olan tiyatronun 12-13 senedir içinde. Drama ile bağlantı kurarak eğitimler almış şimdi de birlikte çalışıyorlar. Daha önce beraber yazdıkları oyunlar da olmuş. Devlet tiyatroları repertuvarındaki “Tango Pera” mesela, Beyoğlu’nda geçen naif bir hikâye. Ertuğrul “Biz Gökay ile birlikte oyun yazmaya devam ediyoruz. Bu oyundan sonrası da gelecek” diyor.  REST Tiyatro’nun bu ilk oyunun kadrosu da şöyle: Cem Baza, Serhan Süsüler, Zeynep Erkekli, Umut Demirdelen, Ayşegül Yalçıner, Ali Yalçıner, Halit Barış Öncü, Erce Ahmet Kardaş, Fuklden Obiz.

Ragıp Ertuğrul ile tiyatro yaşamını, tiyatroyu, REST Tiyatro’yu ve Jacques ile Efendisi’ni konuştuk. Tiyatroyu çok içeriden birinden dinlemek çok başka… Tevfik Gelenbe’den Milan Kundera’ya kadar çok farklı karakterler var bu söyleşide.  Ayrıca uzun zamandır uzak kaldığımız eleştiri konusunda da ufuk açıyor. REST Tiyatro ve Jacques ile Efendisi üzerine basındaki bu ilk söyleşi için keyifli okumalar…

Önce tiyatro geçmişinizden başlasak mı?

Ben aslında istatistik mezunuyum, bu konuda yüksek lisans da yaptım. İkinci yüksek lisansım tiyatro eleştirmenliği ve dramaturji üzerine. İstanbul Üniversitesi’nde Zehra İpşiroğlu’nuun yüksek lisans için kurduğu bir bölümdü ve ben de ilk ilk öğrencisiydim. Matematik kökenliydim, filoloji, edebiyat okumamıştım ama o zamana kadarki bilgi birikimim, heyecanım ve isteğimle başardım.

Oyunculuk düşünmediniz mi hiç?

Düşündüm ve zaten oyunculukla başladım tiyatro eğitimime. Tevfik Gelenbe Tiyatrosu’ndaki kurslar ile başladım tiyatroya. Rahmetli Tevfik Hoca çok önemli bir tiyatro adamıydı. Vodviller, bulvar komedisi yapardı, ama eğitmen olarak işini çok ciddiye alırdı ve disiplinliydi. Bu işi para kazanma uğruna da yapmazdı. O zamanlar tiyatro eğitmenliği de kurslar da bedavaydı. Biz haftada iki gün giderdik. Tevfik Hoca matine-suare arasında, dinlenme zamanında çayını içip, peynir ekmeğini yerken bize ders anlatırdı. Öyle bir fedakârlık ve özveri vardı. Hem gençlik oyunu yapardı hem de bir sonraki sezon profesyonel oyunlarda –çocuk ve yetişkin oyunlarında- bu yetiştirdiği öğrencilerden arzu edenleri kullanırdı. Ben de oyunculukla başladım bu anlamda tiyatroya. “Gönül Kimi Severse” diye bir yetişkin oyununda oynadım matine-suare. İlk paramı da tiyatrodan kazandım, üniversite üçüncü sınıftaydım. Komşu tiyatromuz Zafer Diper’in Bizim Tiyatrosu’ydu. Onunla da iletişimimiz vardı. O bir gün beni davet edip “Ragıp, yeni bir oyun projem var, seni de istiyorum” dedi. Pablo Neruda’nın şiirlerinden bir oyun yapacaktı. Konuştuk anlaştık sonra ben eve döndüm. O zaman da dördüncü yani son sınıfa gelmiştim, sınavlar, dersler var. Zafer Diper çok idealisttir ama çalışıp çalışıp oyun çıkartmayabilir. Gişe kaygısı yoktur onun, sanat için yapar. Telefon edip onunla olamayacağımı söyledim. Oyunculuk o dönemde bitti.

Üniversiteyi bitirip yüksek lisansımı da tamamladıktan sonra iş hayatına bankacılıkla girdim. Ondan sonra televizyon kanalı… Ali Taygun ile Cüneyt Türel’in asistanlığını yaptım. Atv yeni kurulmuştu, Ali Taygun genel prodüksiyon koordinatörüydü, Cüneyt Türel de dramalar koordinatörüydü. Kasımpaşa stüdyolarındaydık.  Her şey kanal içinde yapılacaktı. Kanal içinde senaryolar yazacak kreatif bir kurul kurulmuştu. Çevirmenler falan enteresan bir ekipti. Çok uzun sürmedi Türkiye gerçeği ile. Halkın istediği filmleri komedi filmleri falan istenince çok işlemedi tabi, ütopik kaldı. Cüneyt Türel’e bir sürü senaryolar geliyordu, Haldun Taner’in hikayelerinden bir seri mesela. Dramaturji raporları hazırlıyorduk. Ben yerli dizilerin Basın İlişkileri Koordinatörüydüm. Senaryoları okuyup özetlerini çıkarıyorum falan, harika bir ortam vardı ama tabii çok uzun sürmedi.

O dönemde, 1992’de tiyatro eleştirmenliği ve dramaturji bölümü kuruldu Zehra İpşiroğlu tarafından. Hocalarımız Dikmen Gürün, Cevat Çapan, Hasan Anamur, Şara Sayın ve Nazan Aksoy’du. Star kadro diyebileceğimiz bir yapıydı. Eğitim dönemimin en renkli, en heyecanlı, en zengin dönemini geçirdim orada. Tezimi de “Türkiye’de Kabare Tiyatrosu” üzerine yazdım. Çok ihmal edilmiş bir alan kabare. Aslında toplumun çok ihtiyacı olan, her dönemde Türk insanını sarılabileceği bir vaha, bir nefes alma alanı kabare. Ama maalesef yeterince ilgi görmüyor. Ya yeterince üzerine eğilmediğimizden ya da çok az kişiyi ilgilendirdiğinden.

İş hayatının hep içindeydiniz.

Yöneticilik, iş yaşantısı hep oldu. Halen de devam ediyor. Mezun olduktan sonra yazmaya başladım. Önce Mustafa Demirkanlı’ın Tiyatro Tiyatro dergisinde eleştiri yazmaya başladım. Sonra derginin tiyatro jürisinde yer aldım. Murat Sabuncu genel yayın yönetmeni iken Tempo dergisinin sanat sayfalarında yazdım. Tempo‘dan sonra başka dergilerin sanat sayfalarını hazırladım. Sonra da, 2011’den beri geçtiğimiz günlerde kapanana kadar Vatan’da yazıyordum.

Siz aynı zamanda Tiyatro Eleştirmenleri Birliği (TEB)’nin de başkanısınız.

Dernekte ikici başkanlık dönemim, dördüncü yılım. Dernekte öncelikli eleştiri kültürünü yaygınlaştırmak, eleştirmen kimliğini oturtmak istiyoruz. Her yazan eleştirmen değil çünkü. Eleştiri bir uzmanlığa, bir bilgiye, bir görgüye, bir kültüre dayalı olmalı. Önyargılardan bağımsız, objektif olmalı. Ayrıca tiyatroyu geliştiren bir yapısı olmalı, bir yönerme mahiyetinde. Eleştirmen asla tiyatronun karşısında değildir, yanındadır.

Eleştirileri de o gözle okumak lazım yani.

Gerçek eleştirmen esere katkıda bulunmak, çıkan eserin daha iyi olması ve ideale yaklaşması için çaba sarf eden kişidir. O nedenle nasıl bir tiyatro oyununun yaratıcı kadrosu varsa oyuncular, yönetmen, tasarımcılar gibi ve seyirciler de bir ayağıysa eleştirmen de bu bütünün bir parçasıdır. Seyirciyi de biz yanımızda görüyoruz; tiyatro sanatının geliştirici bir parçası olmalılar. O yüzden bazen oyun sonrası fuaye söyleşileri yapıyoruz. Yani yaratıcı kadro ile seyirciyi bir araya getiriyoruz. Seyirci ile algılamayı güçlendirmeye yönelik, eserin vermek istediği mesajı, yönetmenin ele alış tarzını, rejiyi konuşabilecekleri, seyircinin de soru sorabileceği keyifli ortamlar yaratıyoruz.

Tiyatro böyle bir şey aslında, bir sürü bacakları var. Sinerji yaratmaktır amaç. Biz de eleştiri kültürünü, eleştirmenliği öyle görüyoruz. Bunun dışında festival paralelinde her sene eleştiri atölyeleri yapıyoruz. Yurt dışından bir eleştirmen davet ediyoruz, farklı bir bakış açısını görebilmek için. Özellikle yerli oyunlara gidiyoruz. Katılımcılar bu oyunları izleyip, moderatör vasıtasıyla eleştiri yazısı yazıyorlar. Önemli olan hem Türk tiyatrosunu tanıtmak hem de eleştiri kültürünü, yazma pratiğini çoğaltmak.

Tiyatro şu anda çok revaçta. Bunun nedeni nedir?

Revaçta olduğu doğru, özellikle genç tiyatrolar. Pasta büyümemiş olsa da tiyatro yapan kişi ve grupların sayısı arttı. Üretilen eser sayısı arttı. Bizim aslında yapmamız gereken o pastayı biraz daha büyütebilmek, ama medya yok elimizde. Görünme yok. Görünürlüğümüz ve farkındalığımız az. Bunu ancak sosyal medya ile sağlayabiliyoruz. Yaratılan eser çok, bunu insanlara ulaştırmak için yerel yönetimler, organizasyonların, sponsorların desteğine ihtiyaç var. Ve tabii ki, medya kanalları.

“Tiyatro öldü” diyorlardı ama öyle olmadığını gördük. Tarihsel bir şeyden dolayı mı ölmez, yoksa insana yakın bir sanat dalı olduğu için mi?

Hem insana yakın hem insanla var olan, insanı anlatan bir sanat olmasından dolayı hem de artık tiyatronun salonlardan da dışarı taşmış olmasından. Ayrıca duvar gerekmiyor; her yerde sokaklarda, meydanlarda, parklarda… Artık gençler sanatın her yerde yapılabileceğini fark ettiler. Seyirciler de bunu fark ediyorlar. O nedenle mutluyuz.  “Dizi sektörü, tiyatroyu vurdu” deniyor ya, aslında vurmadı. Gençlerin daha çok sanata eğilmesini sağladı. Onlar eğildikçe, oyuncu olmak için çabaladıkça aslında tiyatronun güzelliklerinin farkına vardılar ve tiyatrocu olma yönünde ilerlediler. O yüzden bir yönden iyi oldu aslında. Tiyatronun gelişiminin önüne geçmek pek mümkün değil. Herkes Doğu’da ve Batı’da neler yapıldığını görüyor. Doğu’nun mistik, oryantal yapısı Batı’nın ilgisini çekiyor. Batı da buradaki cevherleri, eserleri çıkarmak için zorluyor. Motive ve teşvik ediyor, hibe programları var. Türk oyuncularla Batılı oyuncular arasındaki ortak projeler, kültür alışverişi, disipliner bakış açısı çoğaldı. Bunlar sanat hayatını canlandıran şeyler.

Sizin tiyatronuza gelelim, REST Tiyatro’ya… İsmini siz mi düşündünüz?

Düşündük, üzerinde çalıştık ve dedik ki, tiyatro bir karşı çıkış, rest çekme. Ama neye rest çekmek? Mevcut düzene, önyargılara, topluma dayatılan yoz değerlere rest çekmek, bir son sözdür tiyatro. Toplumun ruh ve sosyal yapısına en uygun sözü sanat söyler. O yüzden de Rest Tiyatro dedik. Amacımız kimseye rest çekmek değil.

İlk oyun olarak neden Jacque ile Efendisi’ni seçtiniz?

Milan Kundera’nın bu oyunu tesadüfen elime geçti. Can Yayınlarından çıkan bu oyunu ve büyülendim; içeriğinden, konuyu ele alış biçiminden, felsefesinden dolayı. Çünkü bir yaşamı o kadar güzel yorumluyor ki; ahlak ve din baskısı, kimlikler, hiyerarşiler. Bütün bunların reddedilmesi, bu değerleri sorgulaması ve yaşamın formülünü esprili bir dille ve zekayla ortaya koyarak sorması çok hoşuma gitti. Sevgili dramaturg arkadaşım Zeynep Su Kasapoğlu’na, oyunu hemen gönderdim ve “Bu işi seninle yapmalıyım” dedim. Hemen okudu ve “Ragıp, ben bu oyunu nasıl keşfedemem benim gözümden nasıl kaçmış” diye şaşırdı. Çünkü Paris’te yaşıyor. Bu oyun Milan Kundera’nın Fransızca yazdığı bir oyun… Çek asıllı Fransız yazar, Çekoslovakya’nın politik duruşuna bir tepki olarak Fransa’ya yerleşmiş.  Şu anda da Paris’te yaşıyor ama kendini medyaya kapatmış durumda.

Kendisini çağıracak mısınız?

Oyunun telif haklarını alırken onunla iletişimde bulundum. Ajansı ile konuştum, roman haklarının İngiltere’de olduğunu, oyun haklarının Fransa’da olduğunu söylediler. Davet konusunu da gündeme getirdim ama şu an için gelme durumu söz konusu değil. Şunu da okudum, Kundera kendi vatanı olan Çekya’ya da kılık değiştirerek gidiyormuş kimsenin haberi olmadan, belki de o duygusal bağ için. Popüler kültürün bir malzemesi olmak istemiyor. Hiç röportaj vermiyor ve eşi ile birlikte Paris’te mutlu bir hayat sürüyor.  Bu eserlerin yaşaması lazım. O nedenle Jacques ile Efendisi Türkiye prömiyeri yapacak. Daha önce üniversite kulüpleri tarafından çalışılmış ancak hiç profesyonel olarak sergilenmemiş bir oyun. Bu da bana enteresan geldi.

Neden acaba, zor bir tekst mi?

Zor bir tekst ama ne zor tekstler yapılıyor. Belki bundan sonra daha popülerleşir. Zor oyun yok, üzerinde disiplinli çalışmak var, anlamak var, oyunlar mutlaka ulaşacağı kitleyi buluyor. 

Röportaj: Ayşe Dural

Önceki İçerikDon Quijote’nin Üçüncü Cildi Üzerine, Ferhat Uludere
Sonraki İçerikKitap ile Sohbet Liderliği Sertifika Programı
Ayşe Dural
Saint Benoit mezunu. Bu okulda Fransızca ve İngilizceyi öğrendi ve çok sevdi; özellikle Fransızcayı. Sonrasında Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’ni bitirdi. Eğitim hayatına İstanbul Üniversitesi İşletme İktisadı Enstitüsü’nde devam etti. Çalışma hayatına Garanti Bankası Halkla İlişkiler Bölümü’nde başladı. Sonrasında dergiciliğe adım atarak Gelişim Yayınları’nda çalışmaya başladı. Türkiye’nin ilk “copyright” dergisi Marie Claire’de çalıştı. Suha Arafat’tan Orhan Pamuk’a kadar pek çok kişiyle söyleşiler yaptı, kadın hakları konusunda araştırmalar yaptı, modayı yakından takip etti. AMICA, BIBA gibi dergilerde çalıştı. Yazı İşleri Müdürlüğü yaptı. 2000-2006 yıllarında The Gate dergisinin yayın yönetmenliği yaptı. Koç Holding’in Bizden Haberler dergisinin yayın yönetmenliğini üstlendi. Daha sonra PR ajanslarında Medya İlişkileri Yönetmeni olarak çalışmaya başladı. Böylece artık haber yapmayacak, ama haberi gazetecilerle paylaşacaktı. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti projesinin medya ilişkileri yönetmenliğini üstlendi. Yasemin Sungur’la birlikte Kültür Sanat Ajansı’nı kurdular. Kitap editörlükleri yaptı. Dural, basında ve halkla ilişkiler konusunda edindiği tecrübe, bilgi ve deneyimi, danışmanlık, eğitim ve seminerler aracılığı ile yeni nesillere aktarmakta ve martidergisi.com için röportajlar yapmaktadır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz