Her an bir yaratma eylemidir. Her an yenidir.
Bir saniye öncesi ya da bir saniye sonrası hiç olmadı, asla da olmayacak.
Gördüğün ve görmediğin her şey tam bu an içinde yaratılıyor.
Her şey şimdi, bu ebedi anın sonsuzluğunda meydana geliyor. Yaşantımız birbirine paralel iki hat üzerinde ilerler; birincisi, birbirini izleyen durumlar ve koşullardan oluşan ve zaman içinde bize ulaşan ‘olaylardır’, diğeri ise hislerimizin, ruh hallerimizin ve duygularımızın itici gücü olan, zamandan bağımsız oluşan ve çoğunlukla bilinçsiz bir şekilde yükselen ‘durumlardır’. Bu sebeple bir insanın kişisel geçmişi, yatay düzlemde dışsal olaylardan, dikey düzlemde ise içsel ya da oluş durumlarından meydana gelir. Halbuki insanlar yaşamlarını sanki sadece dışsal olaylardan oluşuyormuş gibi düşünürler ve bu şekilde bahsederler. Gerçekte ise, bir kişinin dış dünyasının niteliği, zamanın yokluğunda oluşan zihinsel durumlarının niteliğine bağlıdır. (Düşleyenler için Ajanda ve Günlük, 2018, Sinedie Yayınları)
İnsan yaşamı, dışsal olaylardan çok içsel durumlardan, duygu ve düşüncelerden meydana gelir. Bizler, zaman ve zamandan bağımsız olma arasında, hiçlik ve sonsuzluk arasında beklemede olan bir çeşit ip cambazları gibiyiz. Bizler kendimizi zamanın yarattığı canlılar olarak, bir zaman okyanusu içinde yüzdüğümüzü düşünürüz ancak gerçekte, insan için asıl önemli olan onun zamandan bağımsız bir dünyaya ait olan fikirleri, duyguları düşünceleri ve amaçlarıdır. Temelde, görünmeyenin oluşturduğu, zamandan bağımsız, zamansız varlıklarız.
Zamana tapınan insanlar olmamızdan dolayı karşılaştığımız olayların ve koşulların belirlenmesinde zihinsel durumlarımızın sahip olduğu güçten habersiz yaşamlarımızın tümüyle akıp gitmesine izin veriyoruz. Visibilia ex invisibilibus – görünen görünmeyenden gelir- ilkesi bizlere yaşamlarımızda belirgin olan, gördüğümüz, dokunduğumuz ve gerçeklik olarak adlandırdığımız her şeyin kendi görünmezlerimizden, fikir ve düşlerimizden geldiğini anımsatmaktadır.
Bir gün, muhtemelen yakın bir gelecekte, robotlar ve akıllı makineler düşünme, hatta gülme becerisine sahip olabilecekler, ancak hiçbir zaman düşleyemeyecekler. Tüm etkinlikler içinde en insani boyutta olan eylemdir ‘düşlemek’. Bize has, eşsiz ve belirleyici özelliğimiz düşünmek değil düşlemektir. Bu bağlamda, Descartes’ın Cogito ergo sum: Düşünüyorum öyleyse varım deyişini Somnio ergo sum: Düşlüyorum öyleyse varım şekline dönüştürmek tam yerinde olacaktır, ben düşümün kendisiyim.
Düşlemek, zamandan bağımsızlığın tecrübe edileceği yegane olasılıktır.
Düşlemek yalnızca zamanın yokluğunda gerçekleşebilir.
Bu sebepledir ki, gerçek düşleyenlerin sayısı her zaman çok az olmuştur. Zamana dalmış sıradan insan, tek bir yörünge üzerinde ilerleyen mevcudiyeti ile düşleme özgürlüğüne sahip değildir, hayatın hipnotik tasvirine körü körüne boyun eğer ve mekanik mizacının, olumsuz duygularının görünmeyen bağları ile hareket eder. Eşsizliğini ve bir yaratan olan gerçek doğasını unutmuştur çünkü kendisine erişecek bir bağlantısı yoktur. Kendisini tanımaz.
Modern toplumlar bilimsel başarıları ve teknolojik gelişmişlikleri ile gurur duyarlar. Doğu yakasından Batı yakasına gönderilen bir postanın at sırtında yerine ulaştırılması haftalar sürerken, bugün aynı posta elektronik hızda yolculuğunu tamamlıyor ve bizler yeryüzünün en uç noktaları ile iletişim kurup, o noktalara uçakla seyahat edebiliyoruz. Ancak ne var ki, bu gelişmeler bize zaman üzerinde bir galibiyet sağlamamıştır. Tam tersine, modern ve teknolojik günümüzde kendimizi hiç olmadığımız kadar kaygılı, baskı içinde, sıkıştırılmış ve hüsrana uğramış hissediyoruz eski zamanlara göre… Neden?
Çünkü zamana karşı olan ölüm kalım mücadelesini kendi ‘dışımızda’ kazanacağımızı düşündük. Gelişimi hız ile, daha fazla üretim ile, tüketim ile ve hatta yok etme kapasitesi ile özdeşleştirdik ancak zamanı kendi ‘içimizde’ nasıl yenebileceğimizi, onu Oluş’umuzda nasıl bastırabileceğimizi ve kendimizi fethederek bu zaman hapsinden nasıl kurtulabileceğimizi öğrenmedik. Bir insanın gerçek hızı ancak zamanın yokluğunda bilinebilir.
Hiçbir okul, hiçbir üniversite, hiçbir akıl hocası bize zamandan bağımsız olma ile ilgili, zamanın dışarıda bırakıldığı bir dünyada dingin ve farkında olmanın gücü ile ilgili herhangi bir öğretide bulunmadı. Internet üzerinden araştırdığınızda, zamandan bağımsızlık veya zamansızlık ( timelessness ) teriminin tıpkı eternity ( sonsuzluk ) gibi sadece bir parfüm dükkanında, küçük şık bir şişe üzerindeki etikette bulunması gibi, yalnızca müzikte, pop şarkılarının sözlerinde kullanılmış olduğunu görürsünüz. Düş’ün var olan en gerçek şey olduğuna, ekonomi ve iş hayatının bir ‘Düşleme Sanatı’ olduğuna inanmasıdır.
Sıradan insanlar dışarıda neler olduğunu görmek, kendilerini bekleyen şeylerin neler olduğunu bilmek düşüncesiyle, her zaman o hiç bitmeyen sayısız problemlerine dışarıda çözümler bulma arayışı içinde hayatlarını yaşarlar. Bütünlük sahibi bir insan ise dışarıda hiçbir çözüm olmadığını bilir. Tanımı gereği, sıradan yaşamın zindanlarında ve zaman labirentinde çıkışlar olmaz. Hiçbir şey zaman içinde çözüme ulaşmaz. Dünya üzerindeki kötülükler, çatışmalar, kıtlık, yoksulluk, suç işleme eğilimleri bin yıl boyunca herhangi bir çözüme ulaşmadı. Sükunet ve dinginlik içinde, bütünlük adını verdiğimiz bir tamamlanmışlık, kararlılık haline, Oluş’un birliği haline ulaştığımızda çözüm arayışında olmamıza gerek kalmaz, biz çözümün kendisi oluruz. Zamandan bağımsız olduğumuzda, zafer mücadeleden önce, çözümler de sorunlardan önce gelir.
Zamandan bağımsız olma arayışını ve faydasız duyguların, olumsuz düşüncelerin giderilme çabasını asıl eğitim olarak kabul eden Oluş okullarına ihtiyacımız vardır. Zamandan bağımsız olmak bir bütünlük halidir, dünyaya ve zamana karşı mühürlenmiş, olumsuzluğun tek bir atomunun bile içeriye sızmasına izin verilmediği, adeta bir kendini gerçekleştirme durumudur.
Zamansız oluşta, içsel durumlarla dışsal olayların, zaman tarafından yanıltıcı bir biçimde ayrılmış tek ve aynı şeyler olduklarının farkına varırız. Bu yanılgıdan kurtulup zaman perdesini kaldırdığımızda, dışarıda olanlar ile içimizde yaşadıklarımız arasında hiçbir ayrım olmadığını görürüz. Olaylar, içsel durumlarımızın zaman ve mekân kapsamında somutlaşmış hallerinden başka bir şey değildir. Gerçekte insanın duygusal durumları gözle görünür hale gelmek ve ortaya çıkmak için fırsat kollayan olaylardır. Manen her an, açılan ve kapanan bir dükkan gibidir, her an birileri ya kazanır ya kaybeder. Her an ya başarıdır ya da başarısızlık. Her şey şu anda meydana geliyor, bu sonsuz esnada. Sahip olduğumuz tek gerçek zaman olan bu an içinde, düşüncelerimizi yöneterek ve duygularımızın farkına vararak, varlığımızın kontrolünü ele geçirebilir, kaderimizin yönünü belirleyebiliriz.
Zamanı yenmek, korkuyu yenmektir.
Korkusuzluk; savaşçı olmanın, kahraman olmanın koşuludur, bir Dreamer’ın içinde bulunduğu durumdur. Hinduizm, bin yıllık bilgeliğin içinden aynı anlayışa ulaşmıştır. Budist düşünce yapısını etkileyerek Hindistan’dan Çin’e ve Japonya’ya yayılan, kutsal ve felsefi Hindu metinlerinin şaheseri sayılan Baghavadgita, zamandan bağımsız bir kahramanın, ilahi tabiata sahip bir insanın, bir bireyin birincil özelliğinin ‘korkusuzluk’ olduğuna dikkat çeker.
Her insani başarının, her bilimsel ya da sosyal içerikli zaferin, dünyanın en büyük finansal ve endüstriyel kuruluşlarının ardında, güzel, faydalı, varlıklı ve sezgisel olan her şeyin kaynağında her zaman bir kişi, bir birey ve onun düşü vardır. Sevgi, iyimserlik ve minnettarlık gibi olumlu duyguları yalnızca bireyin kendisi besleyebilir, kitle bunu gerçekleştiremez. Ve sadece birey düşleyebilir. Bir ağıtla, olumsuz duyguların katılaşmış kalıntısı ile yönetilen kitle ise, kendi yarattığı zaman hapishanesinin içinde korkunun buz gibi soğuk sıvısı içine batmış bir vaziyetteyken, en iyi ihtimalle kabuslarını besleyebilir.
Eğer sadece birkaç saniyeliğine korkuyu yaşamımızdan çıkarıp zamanı askıya alabilseydik, kendimizi ‘şimdi’nin parmaklıksız uçurumunun kenarında, onun sonsuzluğu ile yüzleşir halde bulurduk. İşte tam o haldeyken en imkansız düşleri düşleyebilir, yaşamımızı ve gezegeni iyileştirmesi için en inanılmaz çözümleri kendimize çekebilirdik. Ancak korkusuz ve zamandan bağımsız olmak o kadar güçlü durumlardır ki, henüz buna hazırlıklı olmayan bir insanlık için korkunun kendisi kadar ürkütücü olurlardı ki, insanoğlu derhal özgeçmişinde veya kaderinde ya geçmişin hatırasına ya da geleceğin tasavvuruna sığınırdı… Zamana sığınırdı, her şeyi olduğu gibi koruyan keder ve korkunun o alışıldık, güven veren haline geri dönerdi.
Stefano D’Anna
Zamandan Bağımsız Olmak