Tanrı insanları niçin yarattı sorusunu sorarız kendi kendimize. Başlangıçta söz değil can sıkıntısı vardıysa ve bu nedenle yaratıldıysak çok değerli varlıklarız öyleyse…
Canı sıkılan bir insan kendisini yalnız hisseder, yaşam sevincinden yoksun, mutsuz, boşlukta hisseder. Hayat da anlamsız gelir. Neredeyse yok olmakla birdir. Blaise Pascal “Hayatta hiçbir şey işlevsizlik, tutkudan yoksunluk, yapacak hiçbir şeyin olmaması kadar dayanılmaz değildir. Çünkü insan bu durumda hiçliğini, terk edilmişliğini, yetersizliğini, güçsüzlüğünü ve içindeki boşluğu hisseder’’ der.
Can sıkıntısı elimizden kayıp giden hayata hayıflanmakla eşdeğer bir duygu değildir. Hayata karışamamaya, bunun için kolunu kıpırdatamamaya eşlik eden bir duygudur. Rutin işte çalışanlar bilir. Her gün bir önceki günün tekrarıdır. Aynı işler tekrar tekrar yapılır, aynı günler gelir, geçer ve biz yine sıkılırız.
Canı sıkılan kişi ya başkaları tarafından sıkılmıştır ya da bulunduğu durum nedeniyle kendi kendine sıkılmıştır. Sorumluluk almaz, zamanın geçmesini, bir işaretin gelmesini bekler.
Bir de varoluşsal can sıkıntısı vardır ki sıradan can sıkıntısı değildir. İnsanı yaşama sevincinden yılgınlığa ve bunaltıya götürür. Sıkılan insanın kolunu kıpırdatacak gücü olmasa da hayatında bir şeyler olmasını bekler. Yani dünyayla ilişkiye geçer. Varoluşsal can sıkıntısında ise insan yaşamı sonsuza kadar aynı şekilde tekrar eden bir kısırdöngü olarak niteler. Gelecek yoktur, gelecek olmuş olanın sürekli tekrarından ibarettir. Oysa bizi iyi eden şey geleceğin daha güzel olacağına dair inancımızdır. Kendimize, dünyaya ve çevremize olan güvenimiz, sevinçlerimiz, beklentilerimizdir. Varoluş sıkıntısı yaşayan insan için gelecek adeta bloke edilmiştir. Böyle umutsuzca canı sıkılan insan ne yaparsa yapsın geleceğin geçmişten daha iyi olmayacağı konusunda emindir.
Sıkılan insan yaşamı boşluk olarak algılar. Hiç gücü olmasa da bir şeylerin değişmesini ister. Canım sıkılıyor diyen insan aslında kendisiyle ve dünyayla bağlantı kurmaya çalışır. Eric Fromm insanları, çevrelerindeki uyaranları içsel bir üretime geçebilmek için yaratıcı bir biçimde değerlendirebilenler ve çevrelerindeki her şeyi sömürürcesine tüketip yeni hazlar, heyecanlar peşinde koşanlar olarak ikiye ayırır. Sürekli tüketenlere sorarsanız hep meşguldürler, yapacak işleri çoktur ve canları hiç sıkılmaz. Fromm’a göre can sıkıntısı yıkıcı bir duygudur. İnsan ne kadar çok uyaran tüketirse, bir o kadar daha tüketmek ister. Ya sürekli tüketir ya da yıkıcı, depresif bir insan olup çıkar.
Toplumda Öğrenilmiş Çaresizlik
Eric Fromm can sıkıntısını ve buna bağlı depresyonu yalnızca bireysel değil toplumsal bir olgu olarak da değerlendirir: “İçinde yaşadığımız çağda, insanlar yaşanan, başlarına gelen hiçbir şeye etkide bulunamayacaklarına, hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerine, her şeyin bugün nasılsa öyle yaşanmaya devam edeceğine dair sarsılmaz bir inanç içindedir.” Bu öğrenilmiş çaresizlik içindeki insan için her şey önemini kaybeder; gelenekler, etik değerler, yargılar önemsizdir. Hiçtir. Ya kendini dış güçlerin kurbanı olarak görür ya da can sıkıntısının dayanılmaz acısına bırakır. Parası olan şehvete, olmayan şiddete meyillenir.
İlişkilerde de aynı şekilde can sıkıntısı başrolü oynayabilir. Bizim için heyecan verici, ilgi çekici bir insan, aniden canımızı sıkan biri haline dönüşebilir. Böyle bir durumda ilişkiyi bitirmek yerine, ilişkinin biçimini değiştirmek gerekir.
Hayatımızda yapmak istediklerimizle yapabildiklerimiz arasındaki uçurum ne kadar büyükse o kadar çok can sıkıntısı yaşarız. Aslında görmesini bilene, can sıkıntısı yeni bir şeyler yapmamız gerektiğini hatırlatır bir nevi. Can sıkıntısının anlamı burada gizlidir. Kendimize, dünyaya, hayata karşı başka türlü durmamız gerektiğini işaret eder. Yeniden yapılanmamız gerektiğini, neyin yolunda gitmediğini, neyi değiştirmek istediğimizi, neyi arzuladığımızı gözden geçirmemizi sağlar.
Turgut Uyar kısacık otobiyografisinde şöyle söyler: “Orada bir adam sıkılmaktadır, o benim işte.’’ Can sıkıntısının anlamlı bir şeye, üretmeye, yaratmaya dönmesine çok güzel bir örnektir Turgut Uyar. Bu kadar sıkılmamış olsaydı, bu kadar güzel dizeler olur muydu? Ya da sıkılmamış olsaydı göğe bakar mıydı?
Nermin Sarıbaş