Tuz Denizinde Sonsuzluğa Koşmak

GARMIN RUNFIRE SALT LAKE ULTRA TRAIL 100 MİL (164KM) YARIŞ RAPORU

2013 “ultra maraton kariyerim” açısından dönüm yılıydı. 50-60km’lik ultralardan sonra ilk ciddi “uzun” yarışım, İznik Ultra’nın 80km’lik etabı oldu. Aynı yıl sporcu arkadaşım Faruk Kar’dan gelen telefon ise beni ultra maratonların farklı bir “yüzü” ile tanıştırdı: Bir değil, birkaç günde koşulan, çok etaplı ultra maratonlar vardı ve Türkiye’de de bunlardan biri yapılıyordu: Run Fire Kapadokya, 6 günde 260km!

rapor104

Faruk telefonda “fragmanı” geçmişti: “Sen ve Soner Run Fire Kapadokya’ya gelir misiniz? 6 gün boyunca boyunca yiyeceğinizi, giyeceğinizi, yatağınızı sırt çantanızda taşıyacaksınız. Geceleri kıl çadırlarda yatacaksınız. Ben yapabileceğinize inanıyorum.” Soner 40 yıldır, ben 5 yıldır koşuyordum ama hayatımızda bir kere bile sırtımıza çanta alıp uzun bir koşuya gitmemiştik. Yine de Faruk’a “Evet” yanıtını vermemiz çok uzun sürmedi.

rapor100

 

ULTRA “TRAVMATİK” BİR YARIŞ
Ancak yarış benim için oldukça “travmatik” ve “dramatik” oldu.
9 kiloluk çanta ile koşmak…
Çantanın (sürtünmeden dolayı) omuzlarımı, sırtımı, belimi kanatması, sürekli pansuman yaptırmak, kan kaybetmek, acı çekmek…
Hayatımda ilk kez gördüğüm navigasyon cihazı ile yol bulmaya çalışmak…
Taşlık zemin üzerine serilen kilimlerde, vücuduma batan taşlarla uyumaya çalışıp, sabahları üşüyerek uyanmak…
Kansızlıktan nefes nefese kalıp, yokuşları çıkamamak…
İklim ve bitki örtüsü nedeniyle alerjilerimin azması, yüzümün gözümün şişmesi, dolgulu, botokslu gibi bir suratla dolaşmak…

rapor101
BEN EN ÇOK 104 KM’Yİ SEVDİM

Ama bir gün vardı ki, tüm çektiklerime değdi: En uzun gün, en güzel gün, Tuz Gölü’nde 104km…

Yarışın ilk dört günü 30-50km arasında mesafelerle geçmişti. Beşinci gün ise 104km’lik Tuz Gölü etabı vardı. Ben en çok bu etabı merak ediyor ve koşmak istiyordum. Yüzde 40-45’i inişli çıkışlı, kalanı Tuz Gölü üzerinde düz bir etaptı. 104km’nin son metrelerinde röportaj için yanımıza gelen kameralara “Çok iyiyim, keşke parkur 15-20km daha uzun olsaydı” dediğimi hatırlıyorum. Kilometreler arttıkça daha fazlasını istemiştim, adeta “kilometre sarhoşu” olmuştum.

Yarışı düzenleyen Uzunetap’tan Tolga Gözüm’e, “Bir daha bu yarışı koşmayacağım ama bir 100 mil (164km) yarışı olursa mutlaka katılırım, 100 mil olursa uluslararası olarak da ses getiren bir yarış olur, Tuz Gölü fantastik ve benzersiz bir parkur” demiştim.

 

rapor102

 

2015 ve 2016’da, 6 günlük yarışın en uzun etabı dışarıdan koşuculara da açıldı. Yani isteyen 6 günü koştu, isteyen sadece “En Uzun Gün”e katıldı. Mesafe yine 100km civarında olduğu ve başka planlar (ya da sakatlıklar) yüzünden bunlara katılmadım. O tarihten sonra 50-80km arası ultralar koştum, 100km üzerinde koştuğum iki ultra, 2014’teki 24 saat koşusu (135km ile tamamladım) ve 2015’teki Kapadokya Ultra 110km oldu.

BİR SAPLANTI: 100 MİL (164KM) KOŞMAK!

“Takıntılı” teşhisi konacak kadar hasta biri değilim ama Tuz Gölü’ndeki 104km’den sonra nur topu gibi bir takıntım hatta “saplantım” olmuştu: 100 mil (164km) koşmak! İnternette 100 millik yarışları araştırıp, hayaller kuruyordum. Aslında, ultra maraton koşmaya başladıktan sonra hep şunu düşünüyordum: Bedenim en çok hangi mesafeye kadar dayanır? Bu yüzden 100 mil benim için çok önemli bir mesafeydi, adeta bir sınırdı. Başardıktan sonra daha fazlasını isteyebileceğim bir sınır…

rapor103

Run Fire Kapadokya 260km ve Kapadokya Ultra 110km tecrübeleri “mesafe” ve “zorlu parkur” gibi iki önemli korkumu yenmemi sağlamıştı. Yaşım 50’ye doğru ilerliyordu, ciddi sakatlıklar yaşıyordum, belki de hiçbir zaman çok hızlı, çok iyi, elit bir koşucu olamayacaktım ama “korkularıma yenilmeden” koşabilecek, parkurları bitirebilmek için elimden geleni yapacaktım.

Baldırlar Tamam, Aşiller Devam…

2016, yarışlar açısından oldukça hızlı geçti, neredeyse her ay bir yarış koştum. Bunlardan beş tanesi maraton, diğerleri patika koşuları ve ultralardı. Yılın son çeyreğinde Dr. Cavit Meclisi Kas-İskelet Ağrıları ve Spor Sakatlanmaları Kliniği sponsorum oldu. Cavit Bey ve klinikteki harika fizyoterapistler canla başla beni “tamir etmeye” çalışıyorlardı. Haftada iki gün fizik tedavi almaya başladım, manuel terapinin ardından kaslarımı esnetmek ve güçlendirmek için özel çalışmalar yapıyorduk. Kasım’daki İstanbul Maratonu ve Aralık’taki Mersin Maratonu tedavilerin sonucunu gördüğümüz ilk yarışlar oldu. İki yarışı da 3.48 ile bitirdim ve yaş grubumda birinci oldum.

2017’ye baldırlarımdaki sertliklerden tamamen kurtulmuş olarak girdim. 2016’da yorulmuştum ve birkaç hafta dinlenmek, en büyük sorunumdan kurtulmak istiyordum: Aşil tendonlarımdaki ödemler! Tendonlara bağlı kaslarım doğuştan kısaydı, hayatımı onları uzatmaya çalışarak geçirmem gerekiyordu, bunu yapamadığımdan sık sık ödem sorunu yaşıyordum.

rapor105Antrenmanlarıma birkaç haftalık aralar vermeye başladım. Bu “aralar” ve fizik tedavi bir süre işe yarasa da tam bir çözüm olamadı. Hızım ve kondisyonum iyice düştü, İstanbul Yarı Maratonu dışında (o da kız kardeşimi koşturmak için) yarış koşmadım. Tamamen iyileşmek için antrenmanlara 3-4 ay tamamen ara vermeyi ise göze alamadım. Çünkü mutlu haber gelmişti, “nihayet” Türkiye’de bir 100 mil (164km) yarışı koşulacaktı. Hem de hayallerimdeki parkurda, yani Tuz Gölü’nde gerçekleşecekti.

Yürüyemiyorum Ama 164km Koşabilirim

Run Fire Kapadokya tek etaplı, bir kerede koşulup bitirilen bir yarış haline getirilmişti. Yıllardır kullandığım ve çok sevdiğim koşu saatimin markası Garmin, yarışın sponsoru olup adını vermişti. Yarışın adı artık “Garmin Runfire Salt Lake Ultra Trail”di. 164km, 82km, 42km ve 21km yarışları yapılacaktı.

Aşil tendonlarım bu haldeyken 164km koşma fikri önce çok anlamlı gelmedi. Sabah uyandığımda ya da arabadan indiğimde zar zor yürürken, doğru dürüst antrenman yapamazken, antrenmanları kısa kesip birkaç günlük aralar verirken bu işi nasıl başaracaktım? “Kervan yolda düzülür” diyerek yanıt üzerinde çok düşünmedim. İşe kayıt olmakla başladım. Böylece kendime ilk sözü vermiş oldum.

Antrenmanlara “antrenman hızımı düşürerek” (ki zaten çok yüksek değildi) yeniden başladım. Hız, ağrılarımı arttırıyordu, 164km için bana hız değil, dayanıklılık gerekiyordu. Antrenmanlara yürüyüş seansları da ekledim. 10-12km koşuyorsam, hemen sonrasında 2-5km arasında hızlı yürüyordum. Ağrı koşturmadığında iki saat hızlı yürüyüş yapıyordum. Günlük hayatımda da yürüyebileceğim hiçbir fırsatı kaçırmıyordum.

Birkaç kez 30km üzerinde, uzun koşular yapmaya niyetlendim ama başaramadım. En az iki tane, cumartesi pazar üst üste 30-40 km arası koşular yapmam gerekiyordu, yapamadım. Koştuğum en uzun mesafe yarışa 6 hafta kala Florya sahilindeki 25km oldu. Birkaç tane 20km, yine birkaç tane 15 ve 18km’ler yaptım. Haftalık koşu ortalamam 80km’nin üzerine çıkamadı.

PROLOTERAPİ, SKLEROTERAPİ, HYALURİNİK ASİT…

rapor106Aşil sorunum yetmiyormuş gibi, yarışa 5-6 hafta kala antrenmanda sağ baldırımı zedeledim, 4-5 gün koşamadım, ardından Dr. Cavit Bey “Proloterapi” adı verilen bir enjeksiyon uyguladı ve adeta bir mucize oldu, ağrı uçtu gitti, üç gün sonra yeniden koşmaya başladım. Cavit Bey, aşil tendonumdaki ağrılar için yarışa 5 hafta kala, ağrı bölgesindeki damarlanmaları tedavi etmek için Skleroterapi enjeksiyonu ve yarışa üç hafta kala Hyalurinik Asit enjeksiyonu yaptı. İki enjeksiyon için de üçer günlük aralar verdim ama değdi. Ağrılarım yok olmasa da yüzde 60-70 azaldı, 164km için umudum giderek artıyordu.

Antrenmanım yetersizdi belki ama en kifayetsiz muhteris halimle mesafeden korkmuyor, yalnızca aşiller yüzünden yürüyemeyecek hale gelmekten korkuyordum. 164km için verilen süre 34 saatti ve “bu halde iken” tek hedefim ancak bu süre içinde bitirmek olabilirdi. Yine de “30 saatin altına inebilir miyim” diye düşünmeden edemiyordum.

Minik bir parantez açarak koşu antrenmanlarıma eklediğim yüzme antrenmanlarından da bahsetmeliyim. Haftada bir ya da iki gün birer saat yüzerek, koşu antrenmanlarımdaki eksikliği bir nebze kapatmaya çalıştım. Bunlardan bazılarına, 30dk ya da 1 saat “suda koşma”yı da ekledim. Bir kez 2 saati aşkın yüzdüm. Bu seans bana kondisyon olarak ne kattı bilmiyorum (çünkü yavaştım) ama moral olarak çok etkili oldu. İki saat bittiğinde iki saat daha yüzecek kadar enerjim vardı.

ULTRA EFSANESİ İLE AYNI PARKURDA KOŞMANIN GURURU

Yarış 28 Temmuz Cuma günü saat 18.00’de başlayacaktı. Son antrenmanımı 25 Temmuz’da 8km jok atarak yaptım. Yarış öncesi birkaç kez katılımcı listesine baktım. Uzunetap (bana göre) yarış haftasına kadar yarışın tanıtımı konusunda yeterince çaba göstermemişti. Yarış haftası sosyal medyada tanıtımı arttırdılar ve katılımcı sayısı 5’ten 14’e çıktı.

Bakiye Duran ve Deniz Berke ile birlikte üç kadındık. Bakiye ile yarış öncesi konuştuk ve gidebildiğimiz yere kadar birlikte gitme kararı aldık. Bakiye bana 2009’da koştuğum ilk maratonumda da koçluk yapmıştı. İlk 100 mil yarışımı da onunla koşacağım için kendimi çok şanslı hissettim. Türkiye’nin ilk ve en önemli ultra maratoncusu, bir efsane benimle koşacaktı. Böyle bir yarışta, benim için bundan daha gurur verici ne olabilirdi ki?

 

rapor107
ÇANTADA NELER VAR?

Yarış hazırlığım ise şöyle oldu: Raidlight çanta, şapka, bandana, forma, tozluk, Yogatletik içlik, Adidas şort, Adidas Aktiv ayakkabı, yedek olarak Salomon X-Scream ayakkabı, BV Sport kalf çorabı, Garmin 910XT, powerbank, Petzl tepe lambası, yedek piller, ayna, acil durum battaniyesi, düdük, sürtünmeleri engellemek için jel, ağrı kesici, kas gevşetici, mide hapı, suda eriyen elektrolit tabletleri, tuz hapları, doğal kuruyemiş ve meyve kurusu barları, şekerli yer fıstığı barı, tuzlu yer fıstığı, çubuk kraker, powerade…

Yol uzundu, ben bu uzun yolu uzun zamanda gidecektim, bu nedenle yanıma yüklü miktarda besin maddesi almıştım. Kamp alanı ana kontrol noktasıydı ve yedek çantamızı (drop bag) buraya bırakacaktık. Her 40km’de bir yedek çantamızdaki malzemeleri kullanma imkanımız olacaktı.

Perşembe günü saat 10.00’da otobüsüm kalkacaktı. Murat Kaya, Bakiye ve ben aynı otobüsle gidecektik. Aksaray’da, Ahsaray Otel’de yer ayırttım. Bize orada Mustafa Kızıltaş da katılacaktı. Otobüs kalktıktan iki saat sonra İstanbul’u sel götürdü ve büyük bir felaket yaşandı, şaşkına döndük. Bu felakete şahit olmadığımız için boşuna sevinmiştik aslında… Yarış başladıktan birkaç saat sonra bunun nedenini “çok iyi” anlayacaktık.

rapor108

YARIŞ VARSA UYKU YOK!

Saat 21.00 sularında Aksaray’a vardık. Şansımıza harika bir otelde kaldık. Çalışanlarından odalarına, yemeklerinden ikramlarına kadar her şey mükemmeldi. Geç de olsa otelde (protein ve karbonhidrat yüklü bir) akşam yemeği yedik. Gece yarısına doğru odalarımıza çekildik ve ben her yarış öncesinde olduğu gibi çok az uyuyabildim. Yarışı 30 saat civarında koşacağım için uyumam gerekiyordu ama başaramadım. Çok da sorun etmedim, geceleri çalışmayı seven biri olarak uykusuzluğa çok dayanıklıydım. Son iki aydır sabahlara kadar yabancı dizi izleyip, “gece uyumama” egzersizleri yapıyordum. Heyecanlı diziler bana uykusuzluk ve gece ayakta kalabilme konusunda çok şey katmıştı. 2014’te koştuğum 24 saat yarışı sürekli aklımdaydı. O yarışta hiç uyumamıştım, uykum da gelmemişti. Sabaha doğru gördüğüm halüsinasyonlar dışında sorun yaşamamıştım.

Cuma sabahı erkenden kalktık, otelimizde “sağlam” bir kahvaltı yaptık, 10.00’da Aksaray Otogarı önünden servise binerek yarış alanına gittik. Kıl çadırlardan birine yerleştik, kayıt işlemlerini tamamladık, yedek çantalarımızı teslim ettik ve yarış saatini beklemeye başladık.

PARKUR, İŞARETLEME, KONTROL NOKTALARI…

rapor109Yarıştan iki saat önce bilgilendirme toplantısı yapıldı. İki parkur vardı. Biri 42, diğeri 40km idi. Hiç yükselti yoktu, dümdüz bir parkurdu. Bu benim için çok sevindirici bir haberdi (yokuş çıkmayı sevmiyorum). Birinci parkurda ana istasyondan sonra 5.5km kumlu, çakıllı, otlu, bir alanda koşup, ardından göle girecektik. 10.5km’de ilk ve tek kontrol noktası vardı. Kontrol noktasından itibaren iki adet 10km’lik üçgen parkurda koşacaktık. Üçgenlerin iki köşesindeki bileklikleri bileğimize takacak ve üçgen bittiğinde kontrol noktasına dönüp, bileklikleri teslim edecektik. Bilekliklerin nedeni kestirmeden gitmeleri önlemekti ve akıllıca bulduğumu söylemeliyim. Birinci 42 ve ikinci 40km bittiğinde ilk turu da (82km) tamamlamış olacaktık. İkinci turu da aynı parkurlarda gidip 164km’yi tamamlayacaktık. Her 50-60m’de bir işaretler vardı. İşaretleri gece de görebilmemiz için fosforlu bantlar da bağlanmıştı. Yolu kaybetme ihtimalimiz çok azdı.

Saat 18.00’e doğru son hazırlıklarımızı yaptık, Mustafa Kızıltaş sağ olsun, aşillerim için bacaklarıma etkili bir esneme gerdirme yaptı. Organizasyon yarışın videosu için sporcularla çekim yapıyordu. Bana uzatılan mikrofona öyle şeyler söyledim ki o sözler yüzünden dönüşü olmayan bir yola girdim: “Daha çok kadın ultra koşmalı, çünkü kadınlar erkeklerden daha dayanıklı, finişi görme yüzdeleri daha yüksek…” Bu kadar “büyük” konuştuktan sonra yarışı bırakmak zorunda kaldığınızı düşünsenize…

UĞURLU 13

18.00’de start noktasındaydık, bir kişi gelmemişti, 13 kişi koşacaktık. Run Fire’ı ilk kez 2013’te koşmuştum ve 100 millik bu yarışta göğüs numaram 113’tü. 13 rakamının uğurlu mu uğursuz mu olduğuna karar vermem için önümde uzun kilometreler ve saatler vardı. Hava çok sıcaktı ama nem olmadığı için sıcak hava (en azından benim için) sorun olmayacaktı.

Start tam zamanında verildi. Bakiye, Deniz ve ben yavaş yavaş ilerliyorduk. Önden gelen kuvvetli bir rüzgar vardı. Zaten zemin de sürat yapılabilecek bir yapıya sahip değildi. Bazen otların arasından, bazen incecik kumlardan, bazen kurumuş, taşlı alanlardan geçiyorduk. Parkur enerjimizi emip, bizi içine çekiyor gibiydi, sanki kumdan bir bataklıktaydık ama batmıyorduk. Tuz Gölü’ne girdiğimizde “kısmen” rahatladık. Yolun “sulu-tuzlu” bölümlerinde biraz zorlansak da ilerledikçe daha sert bir tuz yoluna girdik. Deniz bir süre sonra bizden ayrılarak öndeki gruba katıldı.

İki saat sonra güneş batmaya başladı. Tuz Gölü’nün sonsuz beyazlıkla süslenmiş, fantastik ve gerçeküstü güzelliği, yerini uçsuz bucaksız, derin bir karanlığa bırakmak üzereydi. Fırsatı kaçırmadık, Bakiye ile bol bol fotoğraf çektik. 2013’te yarış öncesinde telefonum bozulmuştu ve yanıma basit, fotoğraf çekmeyen bir telefon almıştım. Bu yüzden göl üzerinde çekilmiş bir tane bile fotoğrafım yoktu. O yarıştaki en üzüldüğüm konulardan biri de bu olmuştu. O açığı kapatacak miktarda çekim yaptık.

İSTANBUL’DA YAKALANMADIĞIMIZ AFET BİZİ TUZ GÖLÜ’NDE BULDU

Güneşin batmasıyla birlikte rüzgar şiddetini arttırdı ve fırtınaya dönüştü. Şapkamı çıkarıp bandana ve tepe lambası taktım, kulaklarımı kapattım. Fırtına kulaklarımızda uğuldayan ürkütücü sesi ile performansımızı önemli ölçüde etkiliyordu. Havada tuz ve kum karışmış, gözümüzün önünü görmemizi engelliyordu.

Garip gelebilir ama Bakiye ve ben zevkten dört köşeydik. Tuz Gölü üzerinde 100 mil koşarken böyle bir doğa olayına şahit olmak kaç kişinin başına gelebilirdi ki? Bu yarış hakkında anlatacağımız benzersiz anılar arasına “mazoşist bir korku filmi” de eklemiş olduk. Fırtınanın yalnızca bizi değil, kamp alanını ve 10.5km kontrol noktasını da darmaduman ettiğini 42.km’ye gelince anladık. Kamp alanı küçük çaplı bir deprem yaşamış, ortalığa savrulan çadırlar, kilimler, bavullar vs zar zor bir araya getirilmişti. Böylece İstanbul’da kaçırdığımız afet bizi Tuz Gölü’nün ortasında yakaladı, eksik kalmadık.

42.km’deki ana kontrol noktası aynı zamanda Bakiye ile ayrıldığımız yer oldu. Midesi kötüydü, bir süre dinleneceğini söyledi ve devam etmemi istedi. 2013’teki olay, yine aynı km’de, yeniden başıma gelmişti, tek başıma kalmıştım. Önümde, arkamda kimler var bilmiyordum. Aşil tendonlarım 42’ye kadar sorun çıkarmamıştı, Cavit Bey’in enjeksiyonlarının işe yaradığını düşünmek için erken de olabilirdi tabii. Yarışın yalnızca dörtte birini tamamlamıştım.

Parkura çıktığımda, birlikte koşan Hakan Tigel ve Onur Yavaş’a rastladım. Bir süre onlarla gittim, çok dinç ve hızlılardı, ayak uyduramazdım. Yalnız başıma devam etmeliydim. Saat gece yarısını geçmişti. 40km’lik ikinci parkur boyunca en az 5 saat karanlıkta gidecektim. Fırtına dinse de rüzgar devam ediyordu.

KALKAN TIRNAKLAR, SIZLAYAN TABANLAR, KAN VE SU TORBALARI…

70’li kilometrelere geldiğimde güneş doğmaya başlamıştı. 74’e geldiğimde 12 saattir yolda olduğumu gördüm, bir selfie çekerek Facebook’a koydum. Daha koşmam gereken 90km vardı, sıcak ve zorlu bir gün beni bekliyordu (Bu selfie birkaç saatte 500’ü aşkın “beğen” alarak beni hem çok şaşırttı hem de moralimi yükseltti). Yarışın yarısı olan 82.km’ye geldiğimde 13 saati aşmıştım. İkinci 82km’yi de keşke 13 saatte koşabilseydim ama bu mümkün değildi, antrenmansızlık bedensel yorgunluğumu katlayarak arttırıyordu.

Sağlam bir mola vermeye karar verdim. Ayaklarımda sorunlar vardı. İki baş parmağımın tırnakları yerinden çıkmış, altlarına kan ve su dolmuştu, sol baş parmağımın sağ yanındaki çıkık kemik üzerinde kocaman bir kan torbası oluşmuştu. Sağ ayağımın tabanı, parmakların altından itibaren kalkmıştı. Oradaki su torbaları patlamış, deri ete yapışmıştı, müdahale edilecek bir durum yoktu. İki serçe parmağımda da kan torbaları oluşmuştu. Sağ ayağımdaki biraz daha kötü durumdaydı.

Kalabalık bir ekip beni bekliyordu, Acıbadem Mobil, Hülya Kesim, Itır Erhart, Bakiye Duran ve diğer gönüllüler canla başla yaralarımı tedavi etmeye, yedirip içirmeye çalışıyorlardı. Masaj istediğimi söyledim. Yarış öncesi şaka mı ciddi mi olduğunu bilemediğim bir masaj muhabbeti olmuştu ve şansımı denedim. Gerçekten de bir masörümüz vardı! Gönüllü masörümüz Onur Ali İmren bacaklarıma harika bir masaj yaptı.

Kontrol noktasında 20 dakika kadar zaman geçirip iyice dinlendim. Yarış boyunca yaptığım en büyük hata ise ayakkabılarımı değiştirmek oldu. Adidas Aktiv’i çıkarıp Salomon X-Scream’leri giydim. Çok rahat ettiğim, çok sevdiğim bir ayakkabıydı ama bu yarışa uygun değildi. İlk kumluk alanda ayaklarıma kum doldu ve zaten yara bere içinde olan ayaklarım daha da acımaya başladı. Göle girene kadar bu eziyet devam etti. Göle girer girmez yere oturup kumları boşalttım. Ben 82.km’ye başlamadan birkaç dakika önce 21km yarışı başlamıştı. Nihayet parkurda kalabalık bir grupla koşabilecektim.

HEP ACI ÇEKECEK DEĞİLİZ

Yarışın ilk 82km’lik bölümünün büyük bölümünde (biraz hızlı ya da yavaş yavaş) koşmayı başarmıştım. Ancak ikinci 82km’nin ilk yarıdan çok farklı olacağı belliydi. Ayaklarımdaki yaralar, omuzlarımdaki, bacaklarımdaki yorgunluk ve ağrı artıyordu. Yeni ayakkabımın taban kısmı, ilk ayakkabım kadar yüksek değildi ve aşillerimi geriyordu. Böylece “sonunda” aşillerim de ağrımaya başlamıştı. Ağrı kesici, kas gevşetici ve ikinci mide hapımı içtim. Her iki saatte bir, bir tane tuz hapı da içiyordum. İki su kabımdan birinde sürekli elektrolitli su oluyordu. Bu tedbirleri alma nedenim önceki ultra maratonlardan edindiğim tecrübelerdi. Susamadan su içmeli, ellerim şişmeden, tuz, mineral, vitamin dengemi sağlamalıydım.

Ayaklarıma ve ayakkabılarıma söylene söylene yola devam ederken 90.km’de Yonca Tokbaş’a rastladım. 21km’nin dönüş yolundaydı ama beni görünce birlikte koşmaya ve videolar çekmeye başladı. Yonca bende adeta doping etkisi yarattı. Koca bir enerji topunu üzerime atmış, ben de o topun patlaması ile aydınlanmış gibiydim, hem neşelendim, hem de enerjim arttı. Bu arada yolda gördüğümüz bazı tanıdıklar da yanımıza geldi, çok eğlenceli dakikalar geçirdik. Yonca “tuz hapım, jelim” olup olmadığını sordu. Yedek çantamda jellerimi bir türlü bulamamıştım, önce reddetsem de birden aklım başıma geldi ve jeli alabileceğimi söyledim.

Baktım Yonca benimle birlikte yarışı bitirmeye niyetli, dönmesi için ısrar ettim, neredeyse 500 metreyi birlikte koşmuştuk. Yonca’ya rastlamadan önce, 90’lara doğru ilerlerken, Bahadır İşseven ve ondan beş-altı km sonra Mustafa Kızıltaş’a rastlamıştım. Onlar 124’e doğru koşuyorlardı. Yarışın lideri Murat Kaya’ya ise saatler önce, gece rastlamıştım (ben gidiyordum, o dönüyordu).

92.5km’deki kontrol noktasında hem 21km hem de 42km koşanlar su ihtiyaçlarını gideriyordu. Oturmuş dinlenirken Antalya’da yaşayan, beden eğitim öğretmeni, “feminist” koşucu arkadaşım Vesile Yılmaz geldi. 42km koşuyordu ve çok iyi durumdaydı (yarışı genelde ikinci, kadınlarda birinci olarak bitirdi). Bir kez daha ağzım kulaklarımdaydı, yorgunluğumu unutturacak pek çok şey 90-92.5km arasında gerçekleşmişti.

EN AZ 1 KADIN YARIŞI BİTİRMELİ!

Km’ler arttıkça her kontrol noktasını iple çeker hale geldim, su ya da muz umurumda değildi, sadece oturmak istiyordum. Çok yorgundum, acı çekiyordum ama kontrol noktasındakilere bunu yansıtmamaya çalışıyordum. Sonuçta kendim etmiş kendim bulmuştum, kararımın bedelini kendim ödemeliydim. Gönüllü arkadaşlar güler yüzleri ve pozitif enerjileri ile moralimi yüksek tutmak için ellerinden geleni yapıyordu. Onlara göre “çok iyi durumdaydım, çok iyi görünüyordum, bu kadar km gelip gülebilen çok az 100 milci görmüşlerdi.”

100’üncü km’den sonra güneş tepeme çıkmıştı, bezginliğim giderek artıyordu, yalnızlığı çok seven biri olsam da kendi kendimle konuşmaktan sıkılmıştım, birkaç telefon konuşması yapmaya karar verdim. İlk aradığım kişi Tolga Gözüm oldu. Uzun uzun konuştuk, Tolga “sabırtaşı” olmuş benim saçmalıklarımı dinliyordu. Bana “yarışı bırak” ya da “bırakma” demesini istiyordum sanırım. Çünkü hangisini söylemesini istediğimi bilmiyordum. Aklımda kalan tek cümlesi “Senin inatçı olduğunu biliyorum” oldu. İnatçı olduğumu ben bile bilmezken, o biliyordu. “Tamam, bitireceğim, zaten yarış öncesi bir sürü attım tuttum, bitirmezsem ayıp. En az bir kadın yarışı bitirmeli” dedim. İkinci telefon görüşmem erkek kardeşim Ali ile oldu. Ali, 100 mil koşmaya cesaret etmemin coşkusu içindeydi. Gelecek yıl kendisinin de 100 mil koşacağını falan söylüyordu… Bu iki görüşme beni kendime getirdi. Ne yapıp edip parkuru bitirmeliydim.

SU UYUR BEN UYUMAM

Yarışın dörtte üçlük bölümü olan 124.km’ye doğru, Deniz’in bileklerinde sorun yaşadığını, Hakan ve Onur’un uyku molası verdikleri için arkamda kaldıklarını öğrendim. Uykum yoktu ama belki biraz gözlerimi kapatırsam daha iyi hissedebileceğimi düşündüm. Sert tuzların kapladığı zemine uzandım ve 10 dakika kadar gözlerimi kapattım. Uyandıktan sonra yarışın yüzde 75’lik bölümünü bitirmek üzere adımlarımı hızlandırdım. Son 5-6km’de Bakiye Duran’a rastladım. Kendine gelmiş, antrenman koşusu yapıyordu, bana rastlamak için parkura çıkmıştı, 124’teki ana kontrol noktasına kadar birlikte koştuk.

Ana kontrol noktasında yine gönüllüler, Hülya, Itır, sağlık ekibi, Bakiye ve yarışı 19 saatte bitirmiş olan Murat Kaya vardı. Kalf çorabını, ayakkabıları, tozluğu, çorabı, çıkardım. Tırnaklarım korkunç bir haldeydi, sağ ayağımda iki tırnak daha düşmek üzereydi, sağ ayağımın tabanı ve serçe parmaklarımdaki kan torbaları çok ağrı veriyordu. Onur Ali masajıyla bacaklarıma bir kez daha hayat verdi. Biraz kola içtim, karpuz yedim. Adidas ayakkabılarımı yeniden giydim. Kalf çorabı ve tozluğu ise artık kullanmamaya karar verdim. Bu kararımın bir nedeni yoktu aslında. Sadece hafiflemek istemiştim. 25 dakika kadar dinlendim, son 40km’yi “yenmek” üzere yeniden yola düştüm.

 

rapor103

İKİNCİ KEZ GÜNEŞİ BATIRIRKEN…

134.km’deki kontrol noktasına ilerlerken 82km yarışının üç yarışmacısından biri olan Nesrin İşseven’i gördüm. İyi görünüyordu, ciddi zorluklar yaşadığını ise yarış bittikten sonra öğrenecektim. O da bana tuz tableti ve jele ihtiyacım olup olmadığını sordu. Ultra maratoncular böyle tuhaf insanlardı işte. Kendi kullanacağı jeli, gözünü kırpmadan başka bir sporcuya veren insandı ultra maratoncu…

136.km’ye doğru bir kez daha günün batışını izleme şansım oldu. Manzara yine muhteşemdi ve bir selfie daha çekip Facebook’a yükledim. Bir de video çektim, videoda “yine olsun, yine yaparım” diyordum ama “her ihtimale karşı” videoyu yarış sonuna kadar yüklemedim. Arkadaşlarım yine yüzlerce beğen ile bana son kez enerji yolladılar. Önümde 28km kalmıştı, ayaklarımı zor kaldırıyordum, 30 saatlik hedefimin üzerine çıkacağım belliydi. Artık sadece 34 saatten önce bitirmek ve “oturmak” istiyordum. Arada durup, biraz yere oturuyor ya da bacaklarımı göğsüme doğru çekerek esneme yapıyordum.

Her tarafım ağrı sızı içindeydi, alerjilerim azmıştı, yüzüm gözüm şişmişti, sürekli burnum akıyordu. Finişte çok mutlu olacağımı, “en büyük hayalimi, antrenman olarak en kötü halimle” gerçekleştireceğimi düşünerek motive ediyordum kendimi… Elbette bu saatler geçecek ve yarış bitecekti, zaman “duran” bir kavram değildi, sabırlı olmam gerekiyordu. Hem harika bir yarış raporu da yazacaktım, satırlar gözümün önünden akıp gidiyordu.

YİNE, YENİDEN HALİSÜNASYONLAR

Gözümün önünde akan yalnızca raporum değildi tabii, halisünasyonlar başlamıştı. Karanlıkta, tepe lambam yoldaki işaret direklerine ve tuzlu alana vurdukça halay çeken insanlar, kırmızı kaftanlı dev adamlar (niye kırmızıysa artık), tuzdan duvarlar, malikaneler falan görmeye başladım. Aklım başımdaydı ve kendime sürekli bunların yanılsama olduğunu telkin ediyordum.

Son kontrol noktası 154.km’deydi. 10 dakika kadar dinlendim. Bileklerinde sorun yaşayan Deniz’in 134.km’de yarışı bırakmak zorunda kaldığını öğrendim. Deniz dışında altı kişi daha çeşitli nedenlerle yarışı bırakmıştı. Hakan ve Onur devam ediyordu. Parkurda 6 kişi kalmıştık.

Artık önümde yalnızca 10km vardı. Murat 20-30 dakikada bir arayıp ne durumda olduğumu soruyordu. “Uyuyun beni beklemeyin, bu iş biraz daha uzayacak” diyordum. Biraz yürüyüp, arada esnemeler yaparak 159.km’ye geldim. Bir gariplik vardı, yoldaki işaretleri göremiyordum. Bu arada yedek pillerimi kullandığım tepe lambamın ışığı iyice azalmıştı, arada yanıp sönerek “bitiyorum” sinyali veriyordu. Cep telefonumun şarjı da yüzde 4’e inmişti. Yerimizi bulabilmek için yanımızda taşımamızı istedikleri gps aletinin de pili bittiği için çalışmıyordu ve ben yedek pili takmayı beceremedim. Powerbank’i kullanmak için dursam tepe lambamın pillerini kullanacağım zamandan yiyecektim.

 

 

 rapor110

MUTLU SONA DOĞRU SON METRELER…

Tolga’yı aradım, açmadı. Yine organizasyon ekibinden Serdar Güyük’ü aradım ve “şükürler olsun” açtı. Yolu şaşırdığımı düşündüğüm için bulunduğum yeri tarif ettim. Tarifime göre hala doğru yoldaydım. Serdar kamp alanındaki bir aracın ışıklarını yaktı ve ışığa doğru ilerlememi söyledi. Tepe lambamın ışığı iyice zayıflasa da bulduğum işaretler ve Serdar’ın ışığı sayesinde son 1400 metreye kadar geldim… Ve onları gördüm, derin bir “Oh!” çektim. Hülya ve Serdar’la birlikte gönüllü arkadaşlar bana doğru yürümüşlerdi. Son 200m’ye kadar birlikte geldik, sonra “finiş yapmam için” yanımdan ayrıldılar. 

Kalan son gücümle koşmaya çalışarak, 164km’yi 32 saat 39 dakikada tamamladım. Finişi geçerken zıplarım, bağırırım, ağlarım, yerlerde yuvarlanırım diye düşünmüştüm ama hiçbiri olmadı. Sadece bitirdim, sadece çok mutluydum, sadece ve sadece oturmak istiyordum.

Biraz oturup hemen Acıbadem Mobil aracına gittim. Ayaklarımdaki tüm kan ve su torbalarını patlattılar, dezenfekte ettiler. Canım Bakiye yarış sonrası tüm “toparlanma, beslenme, temizlenme” anlarında yanımda oldu. Hatta yarışı bırakıp kamptan ayrılan Bilal Gül’den benim için ödünç bir uyku tulumu almış, çadırda yatağımı hazırlamıştı. Bilal, kampa gelirken “belki başkalarına da gerekir” diye birden fazla uyku tulumu getirmişti. Ultra maratoncu, arkadaşları için de uyku tulumu getiren insandı işte…

rapor111

Temizlendikten sonra yeniden Acıbadem Mobil’e gittim, ayaklarımdaki yaraları sardılar, güneşten yanan ve alerjik reaksiyon gösteren yerlerime krem sürdüler. Murat yerlere atılan büyük yastıklardan iki tane getirip yatak yaptı, uyku tulumunu bu yatağın üzerine koyduk, Bakiye beni uyku tulumunun içine gömdü ve sanırım bayıldım. O kadar acı çekerken bu kadar derin uyuyabilmemin başka bir açıklaması olamazdı.

rapor112

NELER ÖĞRENDİM?

Bu yarışı bir kez daha koşmak ister miyim? Evet! Daha iyi hazırlanabildiğimde çok daha iyi bir derece yapabileceğimi biliyorum. Hatta bugünden gelecek yılki yarış için sabırsızlanıyorum.
Her yarışta bir şeyler öğrenirim. Bu yarıştan öğrendiklerim ise şunlar oldu:

Yedek ayakkabını çok dikkatli seç!
Yedeklerini koyduğun çantanı “her şeyi kolayca bulacağın şekilde” hazırla!
Tepe lamban için ihtiyacından daha fazla yedek pil bulundur, hatta ikinci bir tepe lambası daha bulundur.
Cep telefonu şarjın yüzde 4’e değil, 20’lere indiğinde powerbank’ini kullan.
İklim ve bitki örtüsüne alerjin olduğunu ikinci tecrübenle bir kez daha öğrendin, üçüncü kez geldiğinde önlemini al.
Kontrol noktalarında ne verileceğini önceden öğren ve müdahale etmeye çalış (Bu kadar uzun bir yarışta kontrol noktasında yalnızca muz verilemez!)
Çadır kurulan bir yarışa gidiyorsan yanında uyku tulumu taşı.

TEŞEKKÜRÜ “100 MİL KERE” HAK EDENLER…rapor113

Ve raporumun en önemli kısmına geldik. Biz koştuk ama nasıl koştuk, kimler sayesinde koştuk? Ben bu işe kimler sayesinde cesaret edebildim? İşte onlar:

Türkiye’nin ilk 100 mil yarışını düzenleyen Argos Kültür Sanat ve onların markası Uzunetap’a…
Yıllardır koşularımda bana arkadaşlık eden ve “kalitesine yakışan” bu yarışa destek veren ana sponsor Garmin’e…
Yarış öncesinde ve sonrasında ürünleri ve ödülleri ile gönlümüzü fetheden Under Armour’a…
Kilometreler boyunca bizi susuz bırakmayan Damla Su’ya…
Kamp alanındaki yüzlerce insanı lezzetli yemekleri ile doyuran Elai Kapadokya ve sahibi Kubilay Bozunoğulları’na… (Kubilay Bey aramızdaydı ve her zamanki gibi nezaketi ve misafirperverliği ile kalbimizi kazandı. 100 mil sonrası ikram ettiği mercimek çorbasının tadını hiçbir zaman unutmayacağım).
Tüm sporcuların sağlık sorunlarına anında, titizlikle ve “sabırla” müdahale eden Acıbadem Mobil’e…
Her şeyin mükemmel olması için canla başla çalışan Uzunetap ekibinden Özge Doğan, Özgür Çelikkaya, Özgür Cem Kurak ve Ecem Eroğlu’na…
Türkiye’de ultra maraton kültürünün başlaması ve yerleşmesi için büyük emek harcayan, yarışımızın da direktörlüğünü yapan Dr. Taner Damcı’ya…
Bana annem ve babamdan sonra en iyi davranan, kendimi özel ve önemli hissetmemi sağlayan, işlerini kusursuz yapan muhteşem gönüllülere ve Set Adventures ekibine…
Yarıştaki en zor anımda imdadıma yetişip bana tahammül eden, yarış boyunca kullandığı Hovercarft ile her an yanımızda hissettiğimiz süper insan Tolga Gözüm’e…
Yarışın sonlarında kayboldum, pilim, şarjım bitiyor dile elim ayağıma dolaşmışken, sağ salim finişe ulaşmamı sağlayan “şahane kriz yöneticisi” Serdar Güyük’e…
Yarıştaki anılarımızı her biri sanat eseri gibi müthiş fotoğraflar ve videolarla ölümsüzleştiren GoShots’tan Onur Çam ve tüm ekip arkadaşlarına…
Ana kontrol noktasında destek olan, yarışa devam edebilmem için büyük çaba gösteren sevgili arkadaşlarım Hülya Kesim, Itır Erhart ve adını hatırlayamadığım diğer güzel insanlara…
Hürriyet’teki köşesini “koşulara ve koşuculara açan”, ultra maraton koşan kadınları “görünür kılan”, yarışın 90.km’sinde verdiği destekle beni benden alan, hem yazan hem koşan sevgili arkadaşım Yonca Tokbaş’a…

Yarışta ve yarış sonrasındaki inanılmaz desteği için Bakiye Duran’a…
Yarış sonrası huzur içinde uyumamı sağlayan “uyku tulumu”nun sahibi Bilal Gül’e…
100 mili 19 saatte tamamladıktan gecenin 2’sine kadar yarışı bitirmemi bekleyen ve “hayatta olup olmadığımı merak eden” Murat Kaya’ya…
Tecrübesi, dostluğu ve yarış öncesi “kaslarımı esnetmesiyle” cesaretimi arttıran Mustafa Kızıltaş’a…
Yarış sırasında ve sonrasında yaptığı masajla, hem yarışı bitirmeme destek olan hem de yarış sonrası daha az acı çekmemi sağlayan masör gönüllümüz Onur Ali İmren’e…
Sponsorum Raidlight’a (ve Emre Tok’a), yarış öncesi moral veren Raidlight takım arkadaşlarım Fırat Kara ve Derya Duman’a…
Sponsorum Dr. Cavit Meclisi Kas-İskelet Ağrıları ve Spor Sakatlanmaları Kliniği’ne, klinikteki harika fizyoterapistler Ayla Sina ve Şehriban Ural’a, “hayallerimi sorgulamayan, onları gerçekleştirmem için elinden gelenin çok daha fazlasını yapan sevgili spor hekimim Cavit Meclisi’ye…
ÇOK TEŞEKKÜR EDİYORUM…

Şirin Mine Kılıç 

Önceki İçerikGümüşlük Akademi’de Yaz(ı) Kampı Var!
Sonraki İçerikHarekete Geçtim Dediğinde Başlıyor Her Şey

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz