Tam 87 yıl önce Nurullah Ataç (1898-1957) tarafından Resimli Hafta dergisinde yayınlanmış bir yılbaşı yazı ile yeni yıla girmeye ne dersiniz? Evet, Ataç’ın 31 Aralık 1938’de yayınlanan yazısı, 2025’e girerken martidergisi.com’un sayfalarında. 2002 yılında Om Yayınevi tarafından yayınlanan, Gökhan Akçura’nın derlediği Ivır Zıvır Tarihi alt başlıklı Yılbaşı Kitabı’nda yer alan Ataç’ın “İkinci Kânun” başlıklı yazısı yen yıla merhaba diyoruz.
Not: Nurullah Ataç’ın yazısını, 87 yıl önce kendisi nasıl kaleme aldıysa aynı şekilde yayınlıyoruz. Yani o günün yazım kurallarıyla… İyi seneler
Kara kış aylarındayız. Ben bu satırları yazdığım sırada yani, ilkkânunun (aralık) 15’ine yakın bir günde, ortalık gün güneş; dünya kışa değil, sanki bahara hazırlanıyor. Fakat titrek, korkak bir bahar. Zaten güneşin sabahleyin pek geç doğup akşam erkenden batıvermesi, yollarda en ışıklı yerleri bile kavrayıp bir türlü bırakmıyan soğuk, her gün biraz daha çıplaklaşan ağaçlar bu baharın bir sonbahar sonu olduğunu bildiriyor. Takvime bakmağa hacet yok, kara kışın geldiği her şeyden belli.
Eski bir Fransız şairi, esefle geçmiş zamanın karlarını yad eder. Doğrusu onun o hüzünlü feryadan uzun zaman anlamamış: “Bir yılın karlarıyla öteki yılınkiler arasında ne fark olabilir?” diye düşünmüştüm. Sadece, derdim mazi hasreti; günlere geçmiş olmanın verdiği güzellik… Fakat sonradan anladım ki Villon’un feryadı sadece bir mazi hasreti değildir, gençliğini kaybetmesine ağlamaktır. Hani benim çocukluk senelerimin bir türlü kalkmak bilmiyen karları. Hani o günlerin insanı titreten, yatakta büzülüp yorganlarımıza sımsıkı bürünerek rüyalar alemine öyle titreyerek girmemize sebep olan soğukları? Odada soba gürül gürül yanadursun, biz bahçedeki beyazlığa hayretle bakıp etrafımızdaki hararetten ziyade o camlar arkasındaki soğuğu duyardık.. Hani o günler? Artık kar yağmıyor mu? Artık kış olmuyor mu? Bize öyle geliyor ki olmuyor. Halbuki elbette kış yine o kış. Soğuk yine o kış. Kar yine o kar; fakat bizim çocukluk yıllarındaki gözlerimiz, o zamanki hayretimiz kalmadı. Alıştık ve her alıştığımız şey gibi kış da bizim için şiddetini, uzunluğunu kaybetti. En sıcak günlerimiz gibi en soğukları da biz daha tadına doyamadan, geldiğini duymadan geçip gidiyor.
Yılbaşı… Doğrusunu isterseniz ben şimdiye kadar yılbaşı denen günden bir şey anlamadım. Nenin sonudur ki nenin başı olsun. Bir gün geçip yine onun aynı olan bir yenisi geliyor; dünya yine bir gün evvelki gibi dönüp gidiyor. Senenin ilk-zaman insanlarında ve eskiden bizde olduğu gibi baharda başlaması bana daha makul geliyor. Fakat ne ise! Anlasak da, anlamasak da bir yılbaşı var ve bize tesir ediyor.
İlkkânunun son günü akşamı, gönlümüzde bir ümitle başlıyor. Radyodan gelen ses, koynumuzda sımsıkı sakladığımız, bize bin türlü vaidlerde bulunan Tayyare piyangosu, biletinin numarasını söylemese bile yine ertesi gün bizim için bir saadet devresi başlıyacağına inanıyoruz. Bu tatlı hülya birkaç gün devam ediyor ve sonra yeni seneye alışıp, onun yeni olduğunu unutup on iki ay sonrası için, gönlümüze hoş gelen tasavvurlar kurmaya başlıyoruz.
Birkaç günlük hülya… Az mı? O günler bizi bir nikbinlikle (iyimserlikle) sarhoş edip hayatımızda büyük bir zevk hatırası bırakmıyorlar mı? Zaten saadet denilen şey bir hülyadan, bizim kendi içimizde kendimiz için icat ettiğimiz bir masaldan başka nedir ki? Yılbaşı o hülyaya, saadet hülyasına davet olduğu için ve çabuk geçip bir dahaki davete hazırladığı için tesis edelim.
Günler, hepsi de birbirine benzeyen günler… Yılbaşı günlerin birbirine benzemiyeceğine bizi birkaç gün için inandıran, kaderin her an değişip başka türlü günler başlıyacağını söyleyen bir gündür. Bize böyle gönlümüzce vaidlerde bulunan bir gün nasıl sevilmez? Yeni yılınız mübarek ve bütün hülyalarınıza uygun olsun.
Nurullah Ataç
Resimli Hafta, 31 Aralık 1938