2013’ün ilk sayısında eğlenceli bir yanımıza değinmek istedim: Yaptıklarımız ve yapmadıklarımıza… Hadi itiraf edin…
TV dizileri, ünlülerin özel hayatları, reytingi tavan yapan yarışma ve programlar, gidilen mekânlar, seçilen içecekler, sosyal ağlar, magazin sayfaları, gardırobumuzdaki kıyafetler, tercih ettiğimiz markalar, dinlediğimiz müzik türleri, takip ettiğimiz kişiler, göz attığımız gazeteler ve daha bir sürü şey…
Nelerden mi bahsediyorum? Sürekli yaptığımız ama kimselere itiraf edemediğimiz, itiraf etmekten çekindiğimiz, karşımızdakinden sakladığımız, sakındığımız, söylemediğimiz, başka şeylerle ört pas ederek geçiştirdiğimiz, hatta korktuğumuz onlarca şeyden! Kendimize bile itiraf edemediklerimizden yani.
Muhteşem Yüzyıl’ın son bölümünde neler oluyor? Ben Bilmem Eşim Bilir’de kaç tane biber yendi? Louis Viton çantaların orjinale yakın çakmaları nerelerde bulunur? Hadise nasıl zayıflamış? Sosyete pazarında bu hafta hangi ünlüyü görmüşler? Eurovision’a neden katılmıyoruz? Kuzey, Cemre’sine kavuşacak mıymış? Paris Hilton son reklam filminden kaç para almış?
Bunların çoğunun cevabını bal gibi de biliyorsunuz; ama bilmiyormuş ayağına yatıyorsunuz.
Geçen gün “tesadüfen” televizyonda zap yaparken denk geldiniz, Evlilik programına. Aslında siz ya kültür-sanat programları seyredersiniz ya da haber-belgesel… Suskunlar’ın son bölümünde neler olup bittiğini de bi arkadaşınızdan duydunuz zaten.
Cem Yılmaz’ın bebeğinin resmini internetten araştıran da, sonra fotoğrafını görünce “ay ne tatlı” diyen de benim, değil mi?
Siz, zaten Facebook, Twitter gibi sosyal ağlara da ‘öylesine’ üyesiniz. Sadece gelen mesajlarınıza bakıyorsunuz, sabahlara kadar oyun oynayıp, oyunlara arkadaşlarınızı davet etmiyorsunuz. Zaten beğendiğiniz çocuğun/kızın duvarını ya da ilişki durumunu da kontrol etmiyorsunuz; twitter’da bir sürü ünlüyü takip listenize alıp, ne yaptıklarını da, birbirlerine ne tweet attıklarını, hiç mi hiç merak etmiyorsunuz aslında. Ne fenayım değil mi?
Geçenlerde minibüste çalan Kibariye şarkısını dinlerken, cama başınızı yaslayıp, uzaklara dalıp, kendinizden casino online geçmediniz.
Recep İvedik’ten nefret ediyorsunuz. Arkadaşlarınız gitti diye gitmiştiniz sinemasına, zorla götürmüşlerdi sizi çünkü. Siz genellikle Thai usulü piliç yersiniz, lahmacun ve çiğ köfte, midenize dokunur. Bir porsiyon Macaron’a dünyanın parasını verirsiniz moda diye; bayram için akide şekeri almayı ‘çok nostaljik’ bulursunuz. Eminönü’nde nerede, hangi markaların çakmaları var, merak etmiyorsunuz; Eminönü’ne de ayda yılda bir gidersiniz zaten… O da mecburen…
Siz, aslında 8o’lerde vatkalı, yakası dantelli kazakları da giymediniz, havlu çorapları da.
Ya da 90’larda yüksek bel şalvar tipi kotlara bayılan da, siz değildiniz; MC Hammer dinleyip, Can Touch This diyen de…
Neden yaptığımız şeyleri saklıyoruz? Ya da neden olmadığımız gibi görünmeye meraklı bir milletiz?
Artık birçok sosyal platformda, yaptıkları, sevdikleri, savundukları şeyleri bağıra bağıra söyleyenler, gruplar kuranlar var: Kurtlar Vadisi’ni seyredenler, Instagram’da beğendiği çocuğu/kızı takip edenler, radyoyu arayıp sıradaki şarkıyı sevgilisi için, anons ettirenler, Recep İvedik’in x sahnesinde gülmekten yerlere yatanlar gibi…
Hiç kimseye olmadığımız gibi görünme mecburiyetimiz yok. Olmamalı da.
Evet, biz magazini takip etmeyi seven, akşam eğlencesi çoğunlukla televizyon olan, dizi seyretmekten hoşlanan, Kibariye’nin Anne şarkısında ağlayan, kuru fasulyeyle pilavı birbirinden ayırmadığı gibi, simit ve çaydan da vazgeçemeyen bi milletiz. Biraz arabeskiz, biraz hisliyiz, günlük haberlerimiz itibariyle dramatiğiz, kimi zaman trajikomiğiz ama biz böyleyiz. Bir futbol maçında havalara uçan, yoksullukmuş, işsizlikmiş, doğalgaza yapılan zammış… Bunların hepsini bir anda unutan bir milletiz…
“Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol”’un İngilizcedeki haliyiz. Günlük yaşamımızda, aynadaki aksimiz gibi değiliz.
İş dünyasında da değişen bir durum yok aslında.
Özgeçmişlerin çoğunda, olmadığımız bir bireyi anlatıyor; gitmediğimiz kulüp ve aktivitelerden bahsediyoruz. Kullanmağımız sistem ya da bilgisayar programlarının adını yazıp, yabancı dilimize hep “İyi” yazıyoruz.
İş dünyasında da değişen bir durum yok aslında. Özgeçmişlerin çoğunda, olmadığımız bir bireyi anlatıyor; gitmediğimiz kulüp ve aktivitelerden bahsediyoruz.
Kullanmağımız sistem ya da bilgisayar programlarının adını yazıp, yabancı dilimize hep “İyi” yazıyoruz.
Peki, ne kadar gerçeği yansıtıyoruz?
Gerçekten ne olduğumuzu ya da ne istediğimizi bilmediğimiz için değil aslında bunlar… Tercih edilmek için, en azından görüşmeye çağrılmak için, öyle değil mi?
Yaptığımız çoğu iş görüşmesinde bile, kimi zaman, kendimiz değiliz. Önceden hazırlandığımız sorulara, önceden ezberlediğimiz cevapları veriyoruz. “Ücret politikanıza uyarım” diyoruz mesela… Sonra çalışmak için can attığımız şirketten ayrılma sebebine, bir sonraki iş başvurumuz için hazırladığımız özgeçmişimizde , “Ücret yetersizliği” diyoruz… Haksız mıyım?
Bu yüzden, ne istediğimizi bilmiyoruz, bilmediğimiz için de olmadığımız bir hale büründüğümüzün farkına varamıyoruz. Ya da gerek günlük yaşamımızda, gerekse çalışma hayatımızda, kendimize yabancı kalıyoruz, bize ait olmayan herşeye hayranlık duyuyoruz.
Yaptığımız, alıştığımız şeyleri, kendimize itiraf etmekten kaçtığımız gibi, başkalarına hava atmak için, olmadığımız kişiyiz, gitmediğimiz yerdeyiz, ait olmadığımız bir hayaldeyiz.
Yoksa öyle değil miyiz?
Yapmayın… :)