“Çok muhabbet, tez ayrılık getirir” derler ya hani. Kendimizle yaptığımız iç çatışmalarını da buna benzetiyorum ben. Çok düşünüp, çok büyük vaatlerde bulunuyoruz kendimize. Gelecekten beklentilerimizi, kararlılığımızı henüz sindirememişken, yedi düvele duyurmaya kalkıyoruz. “Pazartesi diyete başlıyorum!”, “ Artık şekersiz besleneceğim!”, “Bak görürsünüz, seneye incecik olacağım.”, “O terfi benim olacak!” İyi hoş da, her şeyin bir yöntemi yok mudur? Bodoslama dalınır mı yahu hedeflere? Bu cümlelerde vurgulananlar hedef değil, beklentidir bence. Kendimize yüklendiğimiz, temelini oturtamadan adımını attığımız, hayal kırıklığının başlama çizgisidir.
“Hayatım senden bir ricam olacak. Sabah yaptığın şeyi lütfen bir daha yapma.”
“Yahu sen uyu diye yaptım. Hem oğlanla hem benimle uğraşıyorsun her gün. Bir sabah da kendiliğinden uyan, bir şey seni uyandırmasın, dinlen.”
“Ama o zaman dinlenmiş olmuyorum ki. Aksine ne kadar geç kalkarsam, o kadar sersemleşiyorum. Üstüne üstlük bütün düzenim şaşıyor. Lütfen bir daha alarmıma dokunma.”
Daha söylerken biliyordum anlaşılması zor bir şeyden bahsettiğimi. “Bana iyilik yapma” der gibi duracaktım. Nasıl anlatılırdı ki bunun bana iyi gelmediği. Herkes biraz daha uyumak, bir alarm tarafından uyandırılmamak ister değil mi? Değil işte.
Hepi topu bir tane alarmım var; o da 05.45’e kurulu. Eskiden öyle miydi ya… 07.43, 08.04, 08.11 diye sürüp giden bir listem vardı. Düşünüyorum da, listemdeki saatlerin küsuratlarından bile düzensiz olmayı ne kadar havalı bulduğum belliymiş önceden. Oysa bu taktik, kendime duyduğum güvensizliğin daniskasıymış. 07.43’te uyanamazsam, 8.04’ü deneyeyim. Bak bak… İradesizliğimin tescilli belgesi… Hâlbuki hem fiziksel hem de zihinsel anlamda tek bir alarmı olmalı insanın, öteleme şansı olmayan. Alarm burada bir metafor tabii. Onun yerine, görev bilincimizi tetikleyecek her şey gelebilir.
Hedeflerimizi belirlerken kendi kendimize sunduğumuz her yeni alternatif, asıl hedefimize ulaşamamamız için bir bahane daha yaratıyor.
Böyle böyle uzuyor hayatımızdaki listeler. Yeni kararları uygulayacağımız gün bu Pazartesi olmazsa, haftaya Pazartesi oluyor. (İlla hafta başına takık olmamızı da anlamıyorum ya, o ayrı konu. Madem karar verdin, niyetlisin o kadar, başla şimdi.) Bir hevesle yaptığımız gelecek planlarına attığımız tikler, liste uzadıkça çarpıya dönüşüyorlar.
“Çok muhabbet, tez ayrılık getirir” derler ya hani. Kendimizle yaptığımız iç çatışmalarını da buna benzetiyorum ben. Çok düşünüp, çok büyük vaatlerde bulunuyoruz kendimize. Gelecekten beklentilerimizi, kararlılığımızı henüz sindirememişken, yedi düvele duyurmaya kalkıyoruz. “Pazartesi diyete başlıyorum!”, “ Artık şekersiz besleneceğim!”, “Bak görürsünüz, seneye incecik olacağım.”, “O terfi benim olacak!” İyi hoş da, her şeyin bir yöntemi yok mudur? Bodoslama dalınır mı yahu hedeflere? Bu cümlelerde vurgulananlar hedef değil, beklentidir bence. Kendimize yüklendiğimiz, temelini oturtamadan adımını attığımız, hayal kırıklığının başlama çizgisidir.
Çünkü biz hedeflerle değil, beklentilerle büyütülüyoruz. Başarılı olmamız bekleniyor bizden hayat boyu mesela. Ya da prensiplerimizin olması, düzenli bir hayatın baş kahramanı olmamız bekleniyor. Peki, böyle bir hayatı yaşamamız için gereken esas hususlar işleniyor mu beynimize, geçmişimize? Hiç sanmıyorum. Hedef koymak da, hedef koyan bir birey yetiştirmek de hiç kolay değil çünkü.
Şöyle düşünelim: ‘Hedef koymak’ dediğimizde, aklınıza ilk gelen örnekler neler oluyor? “Sağlıklı yaşamak, erken kalkmak, fit olmak, kilo vermek” benim aklıma ilk gelenler mesela. Sizin aklınıza gelenlerin içinde de “Uyandırmaya kıyamamak, çocuğu tosunlaştırmak, bünyeyi uyuşturmak” gibi kavramların olmadığından eminim.
Ama oldu. Yaşadık hepsini. Biz büyürken, hayatımıza etki eden herkes, melek yatırımcımız oldu. Bize ‘İyi bakmak’ tek amaçlarıydı. Ama maalesef bu iyilikler genelde daha fazla yatırma, daha fazla besleme, daha fazla uyuşturma üstüne oldu değil mi? Hiç bir kötü niyetleri yoktu biliyorum. Aksine temelinde, çocuklarını iyi bir gelecek için hazırlayan ebeveynler olmak yatıyordu.
Düşünsenize, hepimiz bebeklikten itibaren yedirildik, içirildik, uyutulduk.
Ben yıllarımı “doydum artık” diyerek geçirdim mesela. Kimse bana inanmadı. Dahası, yıllarca bir kaşık tarafından kovalandım. “Allah aşkına ye, hadi yavrum bu kaşık son, kızım o tabak bitmeden masadan kalkmak yok, e daha karpuz kesecektik” lerle büyüdüm. Oysa her sabah kahvaltısında “Doydum ben!” dedikten sonra, “Peki, acıkınca tekrar yersin” cevabını alsaydım, onca peyniri balkondan, aşağıda yatan kediye atmayacaktım. Ha, kedi o kadar şişmanlamasaydı, annem beni balkonda yakalamasaydı, daha da iyi olacaktı tabii o ayrı. Sonuçta, istediğim oldu. Kedinin adını Gürbüz koyduk, benim adım aynı kaldı.
Bir kez direndiysem, yüz kez direnemedim. Daha kötüsü, bu tarzdaki ısrarlarla büyütülünce, direnecek bir şey bulamadım. Anormal, normal oldu benim için. Çok uyuyunca büyüdüm zannettim, yemek yedikçe güçlendim, geç kalkınca hiç azar işitmedim. Onlar beni uyuta uyuta rahatladılar, ben uyuya uyuya geçirdim yıllarımı. Sonra, hakikaten de büyüdüm. Uykudan mıydı, yemekten miydi, yoksa o kadar yemeyip, uyumasaydım da büyür müydüm, onu hiç bilemedim.
Büyüyünce, her şey değişiyor tabii. Her cümlenin başı ‘büyük’le başlıyor bir kere. Büyük adam oluyorsun, büyük beklentiler karşılıyor seni. Büyük bir evin, büyük bir araban olmadan hayattaki başarını kanıtlayamıyorsun kimselere. İşin en acı yanı, sen de bunlara sahip olamayınca kendini yenilmiş sayıyor, seni küçük görmelerine boyun eğiyorsun. Henüz kendine koyduğun tek bir hedefin altından kalkamadan, onlarca beklentinin esiri oluyorsun. ‘Nasıl zengin olunur?’ kitaplarından medet umarken, bankadan bankaya kredi almak ümidiyle koşan adam oluyorsun mesela…
Geçmişinde, yataktan öğle vakti kalktığın için sana herhangi bir sıfat yakıştırılmazken; şimdi işinden kovuluyor, tembel ve düzensiz biri olmakla yargılanıyorsun. Hayatındaki sorumluluklar yeteri kadar dengesizken zaten, bir de bu ‘iyi niyetler’ bozuyor düzenini. Pembe panjurlu çocukluk yıllarından, gökyüzünü bile göremediğin, penceresiz plazalara sert bir geçiş yapıyorsun. Haliyle, zamanın daralıyor. Ne kendini dinleyebiliyorsun, ne de ne yapmak istediğine kulak verebiliyorsun. Gelişme çağında tam karakterin oturacakken, altından sandalyeyi çekiyorlar, hiç fark etmiyorsun.
Pazartesi’yi beklemeden, bugün en azından bir şey yapmalı. Beklentilerimizi bir kenara bırakıp, hedeflerimizi belirleme zamanı. Bir küçük hedefin yanına, bir büyük tik atmak yeterli. Ama tabii uygularken, hedeflerin A planı – B planı olmamalı. Kimse kendine güvenmeden, hiç bir yola çıkmamalı. İyi niyetler elbette güzel ama yanlış yöntemlere pabuç bırakmamalı.
Çünkü hedefler, her biri kendisine özel tek bir alarmla gerçekleşebilir ancak. Saat çalar, uyanırsın. Uyanamazsan, aynı saat için tekrar savaşırsın. Böylelikle, planını yapar, yanına tikini atarsın. Aferin beklemeden, alkışlanmayı amaçlamadan, sadece kendin için, hedefinin adına ‘Mutluluk’ koyarsın.
Çünkü sen kendi hedefinin yöntemlerini bulmazsan, kendine güvenip tek bir alarmla uyanmazsan, böyle geçip gidecek hayat. 70 yaşına geldiğinde, o gün yaptıklarından çok, bugün başladıkların kurtaracak seni. Yanlış kararlarımızı görmezden gelmemizi sağlayan ‘gençlik’ hepimizin içinde bir sihirbaz… Beynimiz, aynaya baktığımızda hep böyle kalacağımız yalanını söyleyen bir hilebaz.
Buna bile bile lades demek yerine, gel şimdi bir hedef belirle. Uyandığın her sabah hedefini düşün ve içinden tekrarla:
“Aklımda!”
Tuğçe Cengiz
https://medium.com/@tugcecengiz
https://twitter.com/TugceCengiz