Hatay, Antakya insanda çok güzel izler bırakıyor. Güzel yemeklerinin yanı sıra Ermeni, Türk, Kürt herkesin bir arada ve hoşgörü içinde yaşıyor olması. Dünyada hala böyle yerler var, ülkemizde hala böyle insanlar var…
Ortadoğu gezisi sırasında Halep’e giderken yanından geçip gittiğim ama görmeyi çok istediğim bir yer vardı: HATAY. Teğet geçme sırasında köylerini görme fırsatım olsa da insanları ile tanışmamış lezzetlerini tatmamıştım, işte tam da bu yüzden orayı yeniden görmeyi çok istiyordum.
Bir havayolu şirketinin kampanyasını yakaladım ve sadece 60 TL’ye İstanbul’dan Hatay’a gidiş dönüş bilet buldum. Kendim bulmakla da kalmadım, benim gibi gezmeyi seven arkadaşlarımı da yanıma kattım. Beş kişi, künefe yeme hayalleri kurarak Hatay’a uçtuk.
Hatay fikri beni çok heyecanlandırdığından olsa gerek gitmeden epeyce araştırma yapmış, sayfalarca gezi tüyosu toparlamıştım. Ne nerede yenir, nereler gezilir… Yol arkadaşlarım da otel ve orada gezmek için kullandığımız araba kiralama konusunu halledince artık tek yapmamız gereken gezmeye başlamaktı.
Önce ‘Yemeden Dönme’ Listesi
Cuma gecesi uçaktan iner inmez Sveyka restorana gittik. Akşam saat 23.00’ü gösteriyor olmasına rağmen, bir an önce Hatay’ın dillere destan yemeklerinin, mezelerinin, tatlılarının tadına bakmak istiyorduk. Eski bir konağı restore edip restorana çevirmişler, son derece şık, iyi servisi olan lezzetli yemekleri olan bu güzel yerde YEMEDEN DÖNME listesindekileri bir bir sipariş etmeye başladık: Kağıt kebabı, Tepsi kebabı, Humus, adının tam doğrusunu bulamadığımız; abaganuş ya da babaganuş ya da abagannuş ya da benzer bir şey, zahter ,ve adını hatırlayamadığım bir sürü bir şey daha , şefimiz bize Kiraz kebabı ve sucukla yapılan Kürt böreği önerdi ki ikisinin de tadı damağımızda kaldı, ve kapanışta tabii ki Künefe, ceviz reçeli, turunç reçeli…
Uçağın yorgunluğunu atmadan nefis yemeklerin huzuru ile otelimize kolayca ulaştık. Zaten Antakya (Hatay merkez ilçe Antakya) merkezinde görülmesi gereken yerlerin çoğuna yürüyerek ulaşabiliyorsunuz.
Uçaktan indiğimizde kiraladığımız araç bizi bekliyordu, bize turistik şehir haritası da vermişlerdi. Bir şehre girdiğimde ilk edindiğim şey olduğu için acayip mutlu olmuştum. Süremiz sadece 2 gün olduğu için gün gün nereye gideceğimizin planını yapmıştım. Tek sorun yemeklerin lezzeti ve yemek yeme süremizi doğru hesaplayamamak oldu.
Uzun Çarşı, Yusuf Usta Ve Sağıroğlu Kasabı
İlk günümüz Antakya merkezde görülecek yerleri gezecek şekilde planlamıştık, sabah kahvaltıdan sonra hiç vakit kaybetmeden Hatay Arkeoloji Müzesine koştuk. Yüzlerce mozaiğin sergilendiği müze görülmeye değer.
Müzedeki turumuzdan sonra şehri dolaşmaya, ara sokaklarının keyfini çıkarmaya koyulduk. Hemen şehir meydanının üst kısımları Eski Antakya diye adlandırılan bölge. Daracık sokaklarında cami, kilise ve havranın sırtsırta durduğu tam bir hoşgörü şehriydi burası. Sokaklarında dolaştıkça daha da iyi anlıyor insan. Eski Antakya evleri dışarıdan küçük görünse de içeri girince bir avlu, avluda mutlaka bir portakal ya da limon ağacı karşılıyor bizi. Önemli bir not, kiliselerin açık olduğu saatleri tutturmak oldukça zor, ayin olduğunda içeriye almıyorlar. O yüzden gitmeden saatlerini öğrenmeye çalışın. Kaldığınız otelden bilgi almanız mümkün olur. Fazla turist çeken bir yer olduğu için oteller bu anlamda donanımlı.
Suriye’de görmeye alıştığım formattaki uzun çarşısında dolaşıp da bir şey yememek mümkün değil. Kabak tatlıları, katıklı ekmekleri, tatlıları, turşuları derken çok acıktığımızı fark ettik.
Notlarım diyordu ki kasapta kebap yaptırmadan dönmeyin. Sağıroğlu kasabını araya araya bulduk, bildiğiniz kasapta kebabı gözlerinizin önünde hazırlıyorlar, fırına gönderip pişiriyorlar, bize de afiyetle yemek düşüyor. Satırla hazırladıkları önce kağıt sonra da tepsi kebabı bana bir insanın bir kebaba nasıl aşık olabileceğini gösterdi. Kasap çalışanları bu aşka epeyce güldüler ama onlar için normal olsa da bizim için görülmemiş bir lezzetti.
Yediğimiz muhteşem yemeğin üstüne bizi mutlu edebilecek olan ‘gerçek’ bir Antakya künefesiydi. Uzun Çarşı’nın göbeğinde Yusuf Usta’yı bulduk. Mangalda hazırlanmış künefe, künefe demek az kalır yanında, lokum gibi yiyoruz koca porsiyonlarımızı… Pazar günleri kapalı o yüzden hafta sonu gidenler mutlaka Cumartesi programlarına Yusuf Usta’yı almalılar.
Apolion Ve Defne’nin Aşkı
Uzun Çarşı’nın göz doyurucu ara sokaklarından çıkıp arabamızı almaya otele gidiyoruz, çünkü bir sonraki durağımız Harbiye. Şelaleleri kadar kebapları da meşhur Harbiye’ye vardığımızda o kadar tokuz ki kebap planımızı gerçekleştiremiyoruz ama şelale sesleri altında kahvelerimizi yudumluyoruz. Kahve demişken Antakya’da sevemediğim tek şey Türk Kahvesi idi, kaynatarak pişiriyorlarmış o yüzden alıştığımız lezzetten uzak. Belki siz seversiniz, ben sevemedim… Şelaleler güzel ama ne yazık ki çok pis, umarım çevremizi ve güzelliklerimizin kıymetini biraz önce anlarız. Harbiye aynı zamanda gün batımı ile de meşhur, biz de gün batımına yetiştik. Başka bir özelliği ise ipek dokumaları, el dokumaları Harbiye içinde pek çok yerden satın alınabiliyor.
Harbiye’nin meşhurları arasında Defne ağacı ve sabunu geliyor. Defne’nin mitolojik Other Languages: SpanishTeaching/Mentoring experience: I worked for an after driving school games program for 6 years. online casinos hikayesini de yol arkadaşlarıma bu vesile ile ezberlettim:
“Mitolojide adı hızlı çapkına çıkan ve tanrı olduğu için de kendisine karşı konulamayan, Zeus”un oğlu Işık Tanrısı Apolion, şimdiki Gümüşgöze”den Sinanlı”ya doğru inen vadiden Asi”ye dökülen derenin kenarında genç ve güzel Defne”yi görür. Çapkın Apolion, bu güzeller güzeli kızla tanışmak üzere yanına yaklaşıp konuşmak ister. Defne, Apolion”un namını duymuştur. Aklından geçenleri sezdiği, niyetinin iyi olmadığını hissettiği için kaçmaya başlar. Defne kaçar, Apolion kovalar. Apolion”un nefesini ensesinde hissederek dere boyunca yukarıya doğru koşan ve yorulan Defne, kaçarak kurtulamayacağını anlayarak, durur. Ayağı ile toprağı kazıyarak yalvarırcasına seslenir; ”Toprak ana, n”olur beni ört, beni sakla, beni koru.”
Toprak, çağrıyı duyar. Defne”nin bedeni toprağa kök salmaya, o güzelim kokulu saçları yapraklara, kolları dallara dönüşür.
Apolion şaşkına döner, karşısında yükselen defne ağacına bakar ve; “Bundan sonra sen, benim kutsal ağacım olacaksın. O solmayan ve dökülmeyen yapraklarını başıma çelenk yapacağım. Değerli kahramanlar, savaşlarda zafere ulaşanlar, hep senin yapraklarınla alınlarını süsleyecekler. Şarkılarda, şiirlerde adımız yan yana geçecek” der.
Defne, Apolion”dan duyduğu bu güzel sözler üzerine dallarını eğerek casino onu selamlar. O gün bugündür savaşla elde edilen kahramanlıklar, güzel şiirler defne yaprağı ile taçlandırılır.”
Harbiye’den döndüğümüzde oldukça yorulmuştuk, birkaç durağımız daha vardı: Affan kahvesinde ya da diğer adıyla İnci Kıraathanesi, Antakya’nın en eski kıraathanesi. Ne olduğunu bilmediğimiz ‘Haytalı’ adında gül suyundan yapılan, Adana’da yapılan bici biciye benzer dondurmalı serin bir şey yedik. Geceyi mezecilerden birinde (bolca meze ve humusçu var) Humus ve kabak tatlısı yiyerek kapattık, artık benim midem daha fazla dayanacak durumda değildi.
“Evet, Hala Hoşgörü İçinde Yaşayan İnsanlar Var”
Ertesi sabah önce Antakya merkezdeki kilislerden başladık gezmeye, ancak açık olanda ayin olduğu için içeri giremedik diğeri de kapalıydı, biz de Saint Pierre kilisesine hacı olmak üzere yollandık. Hristiyan aleminin hacı olduğu 3 yerden biri idi burası, diğerleri Efes ve Kudüs. Yukarıdan Antakya manzarasını da seyredip denize doğru yolculuğumuza başladık. İlk durağımız St.Simon Manastırı idi. Kötü bir yoldan bir saate yakın seyahat edip rüzgar güllerinin arasında bakımsız yıkıntılardan oluşan bir manastır bizi karşıladı. Yüksekte olması nedeniyle oldukça da rüzgarlı manastırı kendi halinde bırakıp Hatay’ın hatta Türkiye’nin tamamı Ermenilerden oluşan tek köyü Vakıflı’ya doğru yola koyulduk. Portakal ağaçları yol boyunca bize eşlik etti. Vakıflı köyünde bu mevsimde görülebilecek sadece kilise var, oldukça bakımlı bir kilise. Vakıflı’da 11 Ağustos’ta üzüm şenlikleri yapılırmış ve çok haraketli olurmuş. Ermenilerin eski takvimlerine göre yılbaşı 11 Ağustos olarak kabul edilirmiş. Vakıflı’dan hemen 3-4 kilometre sonra da Hıdırbey köyü, oraya kadar gitmişken uğramadan dönülmez. Köyün orta yerinde koca bir çınar karşılıyor bizi, Musa Peygamber’in asasını koyduğu yer diye bilinirmiş. Meydanda tandırda Katıklı ekmek yapan bir aile ile tanıştık, benim Hatay Pizzası diye adlandırdığım bu güzel ekmekleri afiyetle yedik. Bu gezi tam bir yemek gezisi olmuştu.
Hıdırbey’de karnımızı doyurduktan sonra denize doğru yol almaya devam ettik. Samandağ sahili Caretta Caretta’lara ev sahipliği yapan plajlardan biri ancak ne yazık ki aynı zamanda katı atık kirliliği en yüksek plajlardan biri. O kirliliği görmeden ne demek istediğimi anlayamazsınız. Sahilden devam edip Titus Tüneli ve Beşikli Mağaralarını da ziyaret ediyoruz. Titus Tüneli, yapılış sebebi ve tekniği açısından Ürdün’deki Petra ile eşdeğer tutuluyor. Oralara giderseniz mutlaka görün.
Samandağı’ndaki Hz. Hızır Türbesi de son durağımızdı. Görecek yerler listemiz bizi zaman ve kilometre sınırı nedeniyle bitmişti, uçağımız akşam geç vakit olduğundan Antakya mezelerinin son kez tadına bakmadan dönmek olmazdı. Antakyalı bir arkadaşın tavsiyesi ile şehrin epeyce dışında bir yere gidip, muhteşem mezelerin son kez tadına baktıktan sonra kahvelerimizi içmek için Savon otele uğradık. Eski bir sabunhane olan otel, çok güzel bir şekilde restore ve dekore edilmiş, kalmak için yer bulmak oldukça zor ama görmek ve kahve içmek için uğranabilir.
Hatay’dan dönüşte çantamızda çeşit çeşit peynirler, reçeller, defne ürünleri vardı. Ama asıl önemli olan aklımızda insanların güzelliği, mutluluğu ve hoşgörüsü kaldı…
Hatay, Antakya bende çok güzel izler bıraktı. Güzel yemeklerini çok anlattım ama güzel olan başka bir şey var ki, Ermeni, Türk, Kürt herkesin bir arada ve hoşgörü içinde yaşıyor olması. Alevi, Sünni, Ortodoks, Katolik, Yahudi, her din ve mezhepten insanların komşu yakınlığında yaşaması… Dünyada hala böyle yerler var, ülkemizde hala böyle insanlar var…
Şehirde yalnız bir kadın gezgin olarak rahat rahat seyahat edebileceğinizi gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Hatay’ı görmek bana “evet, hala hoşgörü içinde yaşayan insanlar var” dedirtti.
Keşke herkes bir gün Hatay’ı görse…
Sevil Mert