Uyandığımda yalnızdım. Beyaz tavan sarı rengin misafirliğiyle neşeli görünüyordu. Gözlerimi çevirdiğim her yanda şeffaf baloncukları kovalamaya başladım. Bu az da olsa boşluğumu bir amaca bağlıyordu. Buzdolabının ara ara kulağımı tırmalayan motor sesi dışında işitme duyumu harekete geçirecek başka bir uyaran yoktu. Hangi duyularımı kullanabiliyordum? Odada yüzüme değen havayı hissetmeye çalıştım. Kaç oksijen molekülü vardı? Kaç gün yerimden hiç kalkmadan, pencereyi, kapıyı açmadan yattığım yerde baloncuk kovalayabilirdim? Hemen karşı duvarın üzerinde asılı çirkince boyanmış bir gelincik tablosunun üzerinde sabitledim bakışlarımı. Baloncuklardan biri -denize sakince salınan bir kadın saçı misali- bulunduğu eksenden aşağı doğru hızla bıraktı kendini. Magmaya kadar inebilmesi mümkün müdür diye merak ettim. Keşke oraya dek takip edebilseydim. Yeniden tavana baktığımda orada duruyorlardı. Beni nasıl da iyi tanıyorlar. Sarı gitmişti. Tavan yalnızdı, tıpkı ben gibi. Toplanmadık. Çıkarılmadık. Çarpılmadık. Bölünmedik. İkimizin yalnızlığı kalabalık etmedi.
Tüm vücuduma ilk başkaldıran ayaklarım oldu. Yorganın altından dışarı çıkardığımda nefessiz kalmış gibi mutluca soludu havayı. Neredeyse onlarla kavga edecektim, daha burada oksijenimin kaç gün yeteceğini bile bilmezken müsriflik ediyorlardı. Dışarıdan kulağıma anlam veremediğim bir takım sesler gelse de işittiklerimi zihnime taşımadan imha ediyordum. Yattığım yerde tek asli görevim vardı: baloncuklar! Onları düşürmemeliydim. Tam boşta kalıp aşağı doğru süzülmeye başladıkları anda göz bebeklerimi yukarıya dikiyor, oraya gelmemelerini sağlıyordum. Sonra yeniden,yeniden, yeniden…
Tavanın beyazı gittikçe soluyordu. Önce biraz mavileşti, sonra griye çaldı. Akşama doğru kızıllaştı, kızdı mı bana? Sanki varlığımdan rahatsızdı. Kimse kendi yankısını görmek istemez. Ben de başta istemezdim sorsanız yalnızlığı. İnsan maruz kaldığı her şeyin müptezeli oluyor. Şimdi yalnızlığımın azaldığı, yok olduğu başka bir kalabalık düşünemem bile. Varsa yoksa baloncuklarım, yalnızlığımın süsleri. Ben, sonunu baştan görenlerdenim. Seçmedim ama alıştım. İnandım. Kabullendim. Başka türlüsünü tanımadım. Sonra beni buna alıştıranlar bu alışkanlığımdan şikâyet ettiler. İşitme duyumu onlar için kullanmamayı öğrendim. Tek istediğim kendimle kalmak. Onlara ihtiyaç duymadıkça kabuğumun içine zorla girmeye çalışıyorlar. Sımsıkı kilitliyim. İçimde bir yankıya daha yer yok.
Tavandaki kızıllık da yerini terk etti. Bu saatten sonra gelecek misafir yatıya kalırdı. Her gece aynı konuk ne sıkıcı, diye düşündüm. Ben tavan kadar anlayışlı değilim. Taş değilim, çatlarım. İzin almadan her gece, her gece kendi beyazının yerine izinsiz, hadsiz bir karanlık. Nasıl da sokuluyorlar böyle, izin versem onlar da bana aynısını yapacaklar ama buna müsaade etmeyeceğim. Burada böyle kilitli kalacağım.
Karşı duvardaki gelinciğe yeniden değdi bakışlarım. Acaba hangi tondu gerçek rengi? Sabahki başkaydı, şimdi başka. Biraz daha üşümüş gibi göründü gözüme. Daha yalnız. Daha bükülmüştü sanki boynu. Sabah tavan kadar mağrurdu, şimdi ben kadar mahzun. Toplanmadık. Çıkarılmadık. Çarpılmadık. Bölünmedik. Üçümüzün yalnızlığı da kalabalık etmedi. Şimdi ne olacak?
Baloncuklarım buradalar. Bırakıp gitmediler. Sessiziz. Hiç konuşmadık. İyi tanıyorlar beni. İçinde yalınlık, dinginlik olan şeylerdir en sevdiklerim. Konuşmadan anlaşıyoruz onlarla. Nereye baksam sessizce tam orada oluyorlar. Gözlerim yorgun. Tavanın yalnızlığı giderek koyulaşıyor, simsiyah. İndirdim göz kepenklerimi. Baloncuklarım da içeride. Bilmem kaç kilometre hızla başka bir yalnızlığın içine sızıyorum. Ruhum giderek sıyrılıyor yatağından. Baloncuklarımla düş sahnesinde uçuyoruz.
Gönül Demircioğlu