I.
Nato Yolu’ndan geçen tek tük kamyonları ve askeri araçları saymazsak, kasabada motorlu araç görmek neredeyse imkânsızdı. Sokağın başına yanaşan koyu kavuniçi Anadol araç hepimizin ilgisini çekmiş, onun “ne” olduğunu anlamaya çalışıyorduk ki birden hoparlörden yayılan parazitli sesle sarsıldık. Daha önce yazlık sinemaların tanıtımından aşinası olduğumuz bu cırlak ses ürpertici olduğu kadar davetkârdı da. Yeni bir film mi gelmişti? Artık Aras Sineması, at arabalarıyla değil de böyle modern araçlarla mı duyuruyordu yeni filmleri? Geniş sokağımızın her kapısının önünde öbek öbek oyun oynayan çocuklar donmuş, anonsu anlamaya çalışıyordu. Parazitin, cızırtının ve kulağımıza yabancı gelen İstanbul aksanının içinden anlayabildiğimiz tek kelime “çikolata” olmuştu. Temkinle bekledik bir süre. Sonra “Tanesi sadece yirmi beş kuruş”u duyduk ve okul çağına gelmiş olanlar oraya doğru yürümeye başladı. Yirmi beş kuruşa çikolata alacaktık demek ki. Ejder Kirve’nin dükkânından şeker almak için biriktirdiğim tam yetmiş beş kuruşum vardı. Anons yapanın, “Sınırlı sayıda” çağırısı üzerine herkesle birlikte ben de hareketlendim. Fazla düşenecek bir şey yoktu. Hayatımda ilk kez çikolata yiyecektim.
Bizim için çikolata, lüksün, hedonizmin, sınırsız zevklerin, cennetin simgesiydi. Zaman zaman subay çocuklarının ellerinde ve filmlerdeki şişman, şımarık oğlanların ağzına yüzüne sıvanmış halde görmüşlüğümüz vardı çikolatayı. Cebe koyduğun zaman dışarı sarkacak kadar uzun, kırmızı paketler birer cennet davetiyesi gibi görünmüştü gözümüze. İtişip kakışarak ve bağrışarak çikolatalarımızı aldık ve araba geldiği gibi, büyük bir hızla, sokağı toza boğarak uzaklaştı. Şimdi paketleri açıyorduk. Çikolata! Nasıl bir lezzetti acaba? Baldan daha mı tatlıydı? Kaymak gibi ağzında eriyor muydu? Helva gibi pütürlü bir dokusu mu vardı yoksa? Gerçekten onu ısırdığın anda gözlerin hazla titreyip ardından istemsizce kısılıyor muydu o filmdeki gibi?
Kahverengiye dönen gri nesneden bir ısırık aldım ve bir süre erimesi için ağzımda dolandırdım. Şeker kadar değilse de geç eridiği belliydi. Bekledim ve ağzımdaki katı, pürüzlü nesnenin eriyen kısmını yuttuğum anda boğazımı yakan, buruk bir tatla irkildim. Belki de ilk lokması böyleydi, tam olarak alışık olmadığım için yakmıştı boğazımı. Sanırım herkes, “çikolata adabı”na ne kadar yabani olduğunu belli etmemek için hayal kırıklığını gizleyip o cennet meyvesine bir şans daha vermenin derdine düşmüştü ki büyüklerden biri bağırdı: “Yemeyin ulan, kurtlu!”
O anda avucumda kıvrılıp duran beyaz bir kurt gördüm ve ağzımdaki çikolatayı tükürdüm. Başımı kaldırdığımda herkesin benzer bir şekilde çikolatalarını yere atıp çiğnediğini gördüm. Bir rock konserinde görülebilecek tuhaf bir dans tutturmuştuk topluca.
Üç arkadaşımız, kırmızı paketlerin içindeki şeyi, evlerinden getirdiği su dolu kâselerin içine atarak çikolatadaki kurtlardan kurtulup geri kalanı yemeyi denediler ama bir daha asla o kahverengiye dönen gri şeyden yiyemeyeceğimden emindim.
Böylece, egemen inancın, beğeninin, hayranlığın vs. ne kadar gülünç olabileceğini öğrendim. Herkes seviyor diye çikolata lezzetli olmuyormuş yani.
II.
Bir daha asla çikolata yemeyeceğime dair olan sarsılmaz inancım, okula başladığım yılın kışında sarsıldı. Büyük ablam henüz nişanlanmıştı ve eniştem terziydi. Babamın dükkânında uzun yıllar müşterisi çıkmayan bir kumaştan abime ve bana birer pantolon diktiğini öğrenmiştik. Ablam bunun sürpriz olduğunu, çaktırmamamız gerektiğini tembihlemişti. O yaşta bir çocuk için sır tutmak ne zordu, bilemezsin! İlk kez bana pantolon dikilecekti. Artık küçük abimin eskilerini giymekten kurtulacaktım. Okula her gidişimde, o yamalı pantolonu giymek katlanılmaz hale gelmişti. Yamasız bir pantolonum olacaktı şimdi. Ne renkti acaba? Yetişkinlerinki gibi lacivert üzerine beyaz ince çizgileri olan bir pantolon hayal ediyordum. Bazen çizgiler bordo oluyordu, bazen zemin taba rengine dönüyordu. Gün içinde sayısız kez ablama, “Eniştem ne zaman bitirecek pantolonu?” diye soruyor ve her seferinde aynı cevabı alıyordum: “Az kaldı, sabret.”
Mart ayında pelür kâğıda sarılı halde bana uzatılan pantolonumu heyecanla üzerime çekerken bir tuhaflık olduğunu fark ettim. Ceplerde bir şey vardı. Elimi pantolonun cebine soktuğumda her cepte bir çikolata olduğunu fark ettim şaşkınlıkla. Önceki yaz Anadol arabadan aldığımdan biraz daha küçük ama daha kalındı bu paketler. Soluğum kesilmiş, sevincim gölgelenmişti. Ablam benim ve diğer muhit çocuklarının yediği kazığı enişteme anlatmıştı. Bunu çok sonra öğrenecektim.
“Yemeyecek misin?” diye sordu ablam.
Benim hareketsiz bir şekilde elimdeki çikolata paketlerine baktığımı görünce afalladı ve üç paketten birini alıp açtı ve bir parça koparıp yedi. Filmdeki kız gibi gözleri baygınlaşarak, “Çok güzelmiş, bunu ben yiyeyim mi?” dedi. Ben bütün paketleri onun avucuna bıraktım ve pantolonuma sevinmeye devam ettim. Ablam çikolataları oracıkta lüpletti ve bir kesme şeker kadar bir parçayı da benim ağzıma tıktı. Damağıma yayılan ve anında beni sarhoş eden o kıvamı, o lezzeti tarif edemem ki şimdi sana. Bu da neydi böyle!
“Çikolata mıydı o?” dedim.
“Evet, kurtsuz çikolata” dedi ablam kikirdeyerek.
“Gerisi nerede?”
“Yedim” dedi ve uzaklaştı.
Pantolonumu seyrederken damağımdaki o hazzın soluşunu hissettim. Çikolata başka bir şeydi artık. Kendine ait bir pantolonu olmak gibi bir duygu… Başka hiçbir şeye benzemeyen o lezzeti hiçbir zaman unutmayacaktım ve günün birinde zengin olursam yalnızca çikolatayla beslenecektim. Kendime söz verdim.
Herkesin sevdiği bazı şeyleri sevebileceğimi öğrendim. Bir aşk hüsranla sonuçlandı diye aşktan vazgeçmemek gerektiğini öğrendim. Yazdığım şiir kötü olduğu için bir daha şiir yazmama kararı gülünçmüş, bunu öğrendim. Çikolatayı sevdim.
III.
11 yıl sonra Karagümrük’e taşındığımız yıl, küçük abim, orta sondayken okulu bıraktı ve iş aramaya başladı. Kapı kapı gezip “Yardımcıya, çırağa ihtiyacınız var mı abi?” diye soruyordu. O yıllarda iş aramanın en yaygın biçimi buydu galiba. Üretim yapılan semtlerde, pencerelere, kapılara dikkatle bakarak dolanmak ve bir “Çırak aranıyor” ilanı kovalamak daha pasif bir yoluydu bunun.
Bir bahar akşamı küçük abim eve döndüğünde iş bulduğunu söyledi neşeyle. Hem de aylık 800 liraya! Ben matbaalarda akşam ve hafta sonu mesaisiyle bile bu kadar kazanamazdım. O güne kadar bir ayda en fazla 600 lira kazanabilmiştim. Kazancı için onu kıskanmadım tabii ki. Daha güçlü bir kıskanma nedenim vardı; küçük abim bir çikolata fabrikasında iş bulmuştu.
“Bize de çikolata getirecek misin?” diye sordu küçük kardeşim. Abim sigarasını yakarken, “Çikolataları dışarı çıkarmamıza izin vermiyorlar,” dedi.
“Peki, siz yiyebiliyor musunuz?” dedi kardeşim.
“İstediğimiz kadar… Sıcakta erimiş haldeyken alıp kalıplara döküyoruz. İster istemez elimize yapışıyor. İzin vermeseler ne olacak ki?”
“Ne olur ya, cebine azıcık atsan getirsen bize de,” dedi kardeşim küskünce.
Sigarasından gösterişle, derin bir nefes çekerken “Yakalarlarsa işten atarlar,” dedi abim yine. Kardeşim için için ağlamaya başlamıştı.
Yirmi gün sonra küçük abimin sabah yataktan çıkmakta zorlandığını gördüm. Aynı odada kalırdık. Yerinden doğrulduğu anda, sırtına bir darbe almışçasına yeniden yığılıp kalmıştı. Hava henüz aydınlanıyordu ve odaya gün ışığı vurduğunda, onun yüzündeki lekeleri gördüm. Kolları, boynu, sırtı çıbanı andıran lekelerle doluydu.
Bunu ona söylediğimde, “Oğlum çok pis lan çikolatalar. Pisliğin içinde yapıyoruz her şeyi,” dedi, doğrulmaya çalışırken de “galiba mikrop kaptım,” diye ekledi.
Bir aya yakın bir süre yataktan çıkmadı ve ne tür bir hastalığı olduğunu hiçbir zaman öğrenemedik. Yeniden işe başladığı günlerde bana çikolata fabrikasını anlatmaya başladı. Öyle mide bulandırıcı detaylar sıraladı ki bunları burada anlatamam. Rızık sonuçta, saygısızlık etmek istemem ama bir tanesini söyleyebilirim: “Lan oğlum kakao çuvallarının içinde beyaz kurtlar oynaşıyor. Bir daha elimi sürmem, bırak yemeyi…”
Anlattıklarından sonra ben de bir daha o kahverengi nesneye dokunamayacağımdan emindim. En başa dönmüştüm anlayacağın.
Hiçbir hazzı, acıyı, hatta hiçbir duyguyu tek bir deneyimle yargılamamak gerektiğini anlamıştım. Çikolata iyi bir şey mi? Şu aralar fena sayılmayacak çikolatalar yapıyorum düzenli olarak. Bir şey fark ettim; ne kadar çabalasam da her seferinde farklı bir lezzet çıkıyor ortaya. Acaba, diyorum, çikolata psikosomatik mi? Yoksa çikolatadan aldığımız haz bir plasebo etkisi mi? Çikolata sınıfsal olabilir mi? Belki de gülünç bir illüzyondan ibarettir çikolata. Aslında yoktur ve hepimiz inandığımız için ortak bir rüyadır o. İçinde tutsak olduğumuz bu mağaranın duvarına vuran gölge…
İsmail Güzelsoy