En mühim öğretmenlerin çocuklar olduğunu, ebeveyn olmuş ya da çocuk bakımını üstlenmiş herkes bilir. Çok iyi bildiğinizi düşündüğünüz an ile onların saf bir hareketi sayesinde tüm bilgilerinizi sıfırlamanız gerektiği an arasında bir ışık hızı vardır. Onlara nasıl davranacağınızı bir şekilde anlatırlar size. Bu nedenle bazen her çocuğun kişisel gelişim kitabıyla eş değer olduğunu ve her birine farklı bir kişisel gelişim kitabı yazılması gerektiğini düşündüğüm çok an olur.
Birçok duygumun ve iç dünyamda yüzleşmek durumunda kaldığım bazı sorunların kaynağını bulmamı hatta sorunun kendisini fark etmemi sağlayan en önemli etkenlerden biri oldu yeğenim Nefes. İki yıldır birbirimize anne ve kız olarak eşlik ediyoruz. Nedenleri önemli değil diye düşünüyorum. O bana evlat ben de ona anne olduk, bunu büyük bir hevesle ve istekle yaptık ve böyle ilerlemeye devam ediyoruz. Belki onu incitmeyeceğine inandığım bir zaman detayları da yazarım. Şimdilik bir kız annesiyim. Kendime hala anne diyorum. Onun hayatıma bu kadar içten bir sevgiyle girmesinin de bir tesadüf olmadığını ve bizi tanıyan birçok insanın da söylediği gibi, bir armağan ve hediye paketi olduğunu düşünüyorum.
Nefes ile birlikte en çok dışarıda, tabiatın içinde zaman geçirmeyi seviyoruz. Pandemi sürecinde bunu sık sık yapamasak da fırsat bulduğumuz her anı, soğuk, sıcak, yaz kış demeden mümkün olduğunca yapmaya çalışıyoruz. “Çocukluğumuzda bir tek sosyal ağımız vardı, onun da şifresini herkes bilirdi. DIŞARI” diyen Suyu Yıkayan Bilge’nin bu doğal şifresi, bizim de hayat ağımızın değişmeyen şifresi olmuş durumda.
Tabiattan çok şey öğrendim. Tabiatın içinde kendi dünyama doğru çok yolculuğa çıktım hatta bunu siz sevgili dostlarımla da paylaştım dönem dönem. Ancak bir gün çocuk parklarının da bir kişisel değişim ve dönüşüm enstitüsü değerinde olacağı hiç aklıma gelmezdi. Eğitimci çocukların, her mesleği ve farklılığı yok sayan saf pilot modları var ve bu modları, anı en muazzam şekilde geçirmelerinin en önemli nedenlerinden biri. Ne zaman parka gitsem birbirlerini bebeklik anlarından itibaren tanıyormuşçasına yakın bir ilişkiyle, aynı heves ve coşkuyla başlayan çocukları hayranlıkla izlerim. Bunun tam tersinin yaşandığı ve bazen de biraz da zor durumda kaldığım anlar da oluyor tabi. Özellikle akran olmayan ve yaşça büyük çocukların arasına salise hızıyla giren küçük çocukların yine aynı hızla oyundan çıkartıldığı anda yaşanan hayal kırıklığı, göz yaşı ve hüzün…
Hayatın içinde yaşayacakları birçok zorluğa henüz çocukluk döneminde başlayan çocukları izlediğimde, “mücadeleye ne kadar erken yaşta başlıyorlar” diye düşünmüştüm. Bugün Ted konuşmasını büyük bir kırgınlık ile (neden kırgınlık dedim, videoyu seyredince anlayacaksınız) izleyip yine büyük bir sevinçle bilgisayarın başından ayrıldığım Profesör, Öğretim görevlisi ve Yazar Brene Brown’un ebeveynler ve çocuklar konusunda söylediği “Çocuklar doğduklarında zaten mücadele için hazırlanmış oluyorlar.” sözünü duyduğumda anladım ki, eğitimim çocuk parkında başlamış.
Brene Brown/ Kırılganlığın gücü (TED Türkçe Altyazılı)
Ebeveynlerin en önemli sorunlarından biri, çocukların zor durumlar karşısında mücadele becerileri. Bazen çok şey bildiğimi düşündüğüm ancak o bilginin hiçbir şeye faydası olmadığı anlar yaşadığımı itiraf etmeliyim. Çocukları hayatta ezilmeyecekleri, mutsuz olmayacakları bir geleceğe hazırlamak istiyoruz. Bazen de pelerinlerimizi giyip, onlar adına mücadele etmeye çalışabiliyoruz. Muhtemelen başarısız olacakları, incinecekleri, üzülecekleri ya da dışlanacakları an onları daha önce bizi inciten ve yaralayan birçok duygumuzdan korumak için yapıyoruz bunu. Böyle zamanlarda da karşılarına geçip gözlerinin içine bakıyoruz. Durumdan etkilenmez ve gülerlerse mutlu, somurtup ağlarlarsa mutsuz oluyoruz. Çocuğumuzu her durumda koruyup kollamak, ona “süper” olmayı öğretmek ve bunun için en uygun koşulları sağlamak en ciddi işimiz. Brene Brown’un özellikle proje çocuk, mükemmel çocuk yetiştirme isteğimizle ilgili anlattığı bölüm, ebeveynlik işinin ne olmadığını anlamama ve bu konuda ciddi bir farkındalık yaşamama neden oldu. Çocukların daha iyi olmaları için gösterdiğimiz özenli mücadeleyle onlara nasıl bir mesaj veriyorduk? Ve onun hayatını planlamanın adı gerçekten sevgi miydi?
“Mükemmel küçük bebekleri elimize aldığımızda şunu düşünüyoruz:
“Benim işim, onu mükemmel olarak korumak. Beşinci sınıfta tenis takımına ya da 7. Sınıfta çok iyi bir üniversiteye girdiğinden emin olmak.”
Ama işimiz bu değil. İşimiz, bebeğe bakıp şöyle demek:
“Biliyor musun? Mükemmel değilsin ve mücadele için yaratılmışsın ama sevgiye ve ait olmaya layıksın.”
“Bizim işimiz bu…”
Hiçbirimiz mükemmel değildik, sevildiğimiz oranda tanıdık sevgi kavramını, ait hissettiğimiz kadar ait olmayı ve hissettirmeyi öğrendik. Aileden, çevreden, sosyal dünyamızdan gördüklerimizle bir şeyleri kodladık ve doğru bildiklerimizi uygulamaya aldık. Birçok şeyi yaşayarak, öğrenerek, deneyerek bugünlere geldik. Hatalarımız en önemli kılavuzlarımız oldu. Hatalarımızın ve olumsuz diye nitelediğimiz birçok duygumuzun aslında hayat filmimizde bize eşlik eden yardımcı oyuncularımız olduğunu görüyorum bugün. Hayatımıza giren herkes bizi sevmeyebilir, hatta belki de en yakınlarımız tarafından sevilmediğimiz zamanlarımız oldu. Onları da en yakınları sevmediğinden, ilgi göstermeyi bilemediğinden. Birçok neden var bu olumsuz hislerden hem kendimizi hem de evlatlarımızı koruma güdümüzün içinde. İşte en önemli işimiz belki de bu: “Çocuklarımızı gözlerken, geçmişimizi de gözlemlemek.”
Çocuklar akranlarıyla sosyal kuralları, davranışları, sosyal kontrolü, davranışlardaki neden-sonuç ilişkisini öğreniyorlar. Akran etkileşimleriyle sosyal becerileri öğrenme ve deneme fırsatı buluyorlar. Bu etkileşim de çocuğun birçok gelişim alanında ilerlemesini sağlıyor. Tıpkı bizim gelişim yolculuğumuzda olduğu gibi.
Kalbimizin sesini dinleyebilirsek eğer o bize nasıl davranacağımızı gösterecektir. Merhamet, sevgi, şefkat duyguları hepimizin içinde açılmayı bekleyen tomurcuklar gibi. İçimizde bu duyguyla birlikte dünyaya geliyoruz. Sevgiyle ve şefkatle sulanırsak güne bakan çiçekleri gibi, güneşten aldığımız o güzel hissi ve enerjiyi birbirimize yansıtıyoruz. Bu nedenle eğitim hayatında en önemli ve ana derslerden birisinin de merhamet olmasını diliyorum. İkincisinin ise duyguları yönetmek ve duygulara bakış dersi olmasını… Hüzün, endişe, suçluluk, yetersizlik, pişmanlık, ilgisizlik ve sevgisizlikle doldurulan bir kalp havuzunun nasıl bu duygulardan arındırılacağını, hatta bu duyguların insan hayatına umut, ışık, ilham olarak nasıl döndürüleceğini anlatan problemlerin çözüldüğü DUYGU dersi acaba iç ve dış dünyamızı nasıl değiştirirdi?
Yine parkta olduğumuz bir an yaşadığım bir hikayeyi anlatmak istiyorum sizlere. (Sizin de böyle hikayeleriniz, içsel keşifleriniz varsa benimle paylaşabilirseniz sevinirim.)
Beş yaşında bir oğlan çocuğu yanıma yaklaştı ve Teyze biz çocuğunuza bakarız” dedi. Nefes zaten onlarla oynuyordu, ben de bir bankta oturmuş onları seyrediyordum. Daha sonra adının Fatih olduğunu öğreneceğim tatlı çocuğun bu sözüyle önce şaşırdım sonra da içimde büyüyen şefkat duygusuyla, “elbette dedim, çok teşekkür ederim. “Küçük arkadaşına ağabeylik yapabilecek kadar büyüdüğünü anlatmak istiyordu Fatih. Onun dışında beş çocuk daha vardı oyun alanında. Baktım, birbirlerine yaklaşımları, oyuna iştahla katılımları, destekleri muazzamdı.
Nefes’in elinden tutup bir ağabey gibi merdivenlerden çıkmasına, kaydıraktan kaymasına özenle destek olan Fatih’i ve kuzenlerini izlerken biz büyükleri düşündüm.
Bazen parka daha önce gelmiş ve arkadaş olmuş çocuklar kendilerinden küçük olan çocukları dışlar, oyuna almazlar. Küçük olan biraz aceleci ve oyun bozan olunca bu durum genelde kaçma kovalamaca oyununa dönüşür, kovalayan, kendinden kaçıldığını değil de bir oyunun içine dahil olduğunu düşünerek kovalamaya devam ederdi. Ne zaman ki asla ebelikten kurtulmayacağını anlar işte o an, ebeveynler (ben de dahilim)
“Haydi gel başka bir parka daha gidelim” manevrasıyla incinmeden incitmeden oyun mahallinden uzaklaştırır çocuğunu.”
Uzun zamandır pandemi nedeniyle arkadaştan mahrum kalmış çocukların bu içten ve istekli oyunlarını izlerken bizi düşündüm. Keşke çocuklar kadar açık, net ve şeffaf olabilsek. Fark etmek iyileşmek demektir derler ya, neden biz de böyle olmayalım.
Onlar bir araya geldiklerinde birbirleriyle arkadaş olmak için can atıyorlar. Tanışmak, oyun oynamak ve o anı beraber geçirmek isteklerini saklamıyorlar. Anında kol kola girip, sarılıyor ya da el ele tutuşup yürüyorlar. Duygularını çok kolay ifade ediyorlar. Kızgınlıklarını, çekingenliklerini sevinçlerini o an anında gösteriyor bunu saklama ihtiyacı duymuyorlar. O anı en doğal halleriyle paylaşıyor, zamanla birbirilerine alışıyor ve sonra da birbirlerine veda ediyorlar. Ertesi gün başka çocuklarla yine aynı içtenlikle oynamaya devam ediyorlar.
Ne kadar çocuklara benziyoruz dedim içimden. Birlikte olan bir topluluğa başka biri dahil olduğunda sonradan dahil olan bir müddet dışlanıyor. Yeni geleni aralarına almayan ve mesafe koyan çalışanlar, birbirlerini tanımadan yargılayan insanlar, renginden, dilinden, dininden dolayı azınlık görülerek dışlananlar, mesleği, mevkii, ne kadar kazandığına göre değerlendirilen insanlar… Yani aslında büyümüş ve tecrübe sahibi olmuş olmamıza rağmen bir çocuk gibi davranan biz büyükler.
Sonra keşke şu çocuklar gibi olsak dedim içimden, diğerine tezat bir bakışla. Strateji yok, ön yargı bilinmiyor, kimlerdensin, kılık kıyafetin nasıl, farklı mısın, hiç önemli değil ve bu konu merak konusu bile değil. Sadece isim soruyorlar birbirlerine, bazen gerek bile duyulmuyor. “Arkadaşım” demek yetiyor. Sadece bir arada olmak ve o anı birlikte en keyifli şekilde geçirmek en önemli eylem. Oyun ile geçecek, birlikte üretilecek, bir olunacak o anın içinde kalınacak, doyasıya keyif alınacak ve bu hiç saklanmayacak. Çığlık çığlığa kuş gibi özgür ve mutlu yaşanacak o an. Başka hiçbir şeye gerek yok.
Ne oldu da bu kadar büyüdük biz ve bu kadar küçüldük. Dünyayı bir oyun bahçesinden bir sorun bahçesine çeviren sebepler neydi? Neden sonra karşılaştığımız ve bir araya geldiğimiz insanlara “merhaba arkadaşım” yerine “kimsin, kimlerdensin” diye sormaya başlamıştık?
Ne zaman hem çocuklarımız hem de kendimiz için korkup endişelenmeye başladık. Hem bu kadar görünür olmak isteyip, hem de bundan o denli korkmayı kim öğretti bize? Sevmek için sevilmeyi beklemeyen, sevgiyi o anın ve anı paylaştığı arkadaşlarının üzerine kahkahayla bocalayan bizler, ne zaman bunun küçülten bir davranış olduğuyla aşılandık?
Kırılgan olmaması için, hayatta darbe alıp incinmemesi için, daha kuvvetli, daha güçlü durması için, en iyi ebeveyn olabilmek ve en iyi çocuğu yetiştirebilmek için, organik sevgi yerine, mükemmellik duygusuyla besleyebiliyoruz çocuklarımızı. Sevip, anı yaşayıp, keyif almaları gereken tüm anlarını onlarca projeyle dolduruyor, bu anları boş zaman olarak değerlendiriyoruz. Kendileri olmalarına, potansiyellerini ortaya çıkarmalarına, duygularını tanımalarına, kırılgan olmalarına izin vermiyoruz.
“Yaptıklarımızın insanlar üzerinde etki yaratmayacağına inanıyoruz” diyor Brene Brown konuşmasında bunu kişisel hayatlarımızda yapıyoruz, kurumsal alanlarda yapıyoruz. Ve aynı şekilde yaptığımız güzel şeylerin insanlar üzerinde muazzam etki yaratmayacağını düşünüyoruz. Sadece hakiki ve gerçek olmaya ve “üzgünüz, düzelteceğiz” demeye ihtiyacımız var.
Görünmemize, derinden görünmemize, kırılgan bir şekilde görünmemize izin vermek için tüm kalbimizle sevmeye ihtiyacımız var. Sevilmenin hiçbir garantisi olmasa da…
“Ve bu kadar kırılgan olabilmem yaşadığım anlamına geliyor” diyebilmek.
Bu sözleri dinlerken, “durmalıyız” dedim yine içimden. Konuşmak yerine durup bir dinlemeliyiz.
Yapacaklar listesine belki de şu notları yazmalıyız:
Pelerini çıkar, çocukları izle, içindeki çocuğa su ver. Ve sakın Brene Brown’ı izlemeyi unutma!
Sevilay Acar