Okurun Gözünden: Stoner, John Williams

“Kitabın unutulmuş ve hiçbir işe yaramamış olmasının onun için neredeyse hiç önemi yoktu.”

Herhangi bir zaman içindeki değerini sorgulamak adeta saçma göründü. Kendini orada, o solan harflerde bulacağı yanılsamasına düşmedi; bununla birlikte, inkar edemeyeceği küçük bir kısmı oradaydı ve orada olacaktı.” (s. 227)

John Williams 1965 yılında yayınlanan romanını “Stoner” bu cümleler ile sonlandırırken, kitabının ilk baskısından 48 yıl sonra keşfedildiğini ve ödül aldığını göremedi. Yaşarken kendisiyle hiç röpörtaj yapılmayan yazarın otobiyografik bilgileri dördüncü karısından öğreniliyor ve ilk biyografisi 2018’de yayınlanıyor. Amerikan edebiyatında 2013’te mutlaka okunması gereken kitap olarak tanıtılan “Stoner”ın çektiği ilgi yazara da yöneliyor ve ilk baskısı iki bin adet olan roman dünyada bir milyondan fazla satarak ölümünden sonra yazarına haklı bir şöhret getiriyor.

Ana karakter “William Stoner”ın hayatını anlatan gerçekçilik akımında yazılmış biyografik bir roman. Yazarın hayatıyla benzerlikler taşısa da kesinlikle otobiyografik bir eser değil.  Kendi deyimiyle “inkar edemeyeceği küçük bir kısmı oradaydı.”

John Williams bir hayatı başından sonuna kadar esere sığdırmış, yalın ve etkili anlatımıyla bizi de bu yolculuğa çıkarmış.

Gelecek için hiç bir planı olmayan, kendini zamanın dışında hisseden Stoner, ziraat okumak için gönderildiği üniversitede ilk seçimini yapar ve edebiyat okumaya karar verir. Zamanın, kendinin farkına vardığı ve ilk kez hayatıyla ilgili karar verdiği bir dönemi yaşamaktadır. Üniversite onun için bir sığınma evi olup, öğrenme ve öğretme belki de hayatının tek anlamı olmuştur. Yaşamı boyunca oradan çıkmayacaktır.

“Böylece Stoner yola çıktığı yerden başladı; onu vardığı yere getiren sözleri dinleyen uzun boylu, zayıf, kambur bir delikanlı olarak oturduğu sınıfta, uzun boylu, zayıf kambur bir adam olarak.” (s. 39)

Hayatı hep bir mesafeyle yaşayan Stoner’ı bazen sarsıp “çaba göster, sana yapılan haksızlıklarla mücadele et, aşkına sahip çık demek istiyor, kızıyorsunuz. Bazen de ılımlı intikam yollarını denediğinde umutlanıp, seviniyorsunuz. Ama uzun sürmüyor ve uğradığı şanssızlıklar, hüsranlar karşısında acıma duygusu galip geliyor. Nereye dönse zindana benzettiği dış dünyada yorgun adımlarla yürürken ona eşlik edip, harekete geçirmek istiyorsunuz. Sessiz bir adama uygun sessiz bir hayatı olan Stoner akademik sisteme katlanan bir profesör profili çizerken karısının, kızının kaprislerine de aynı sessizlikle katlanıyor. Bütün bunların kendisi için bir önemi yok çünkü hiç kimse edebiyat öğretme ve inceleme tutkusunu elinden alamıyor. Stoner’ın akademik ve aile hayatı çevresinde ilerleyen roman arka planda ulusal tarih alegorisi ile değişen zaman, düşünce ve yaşam tarzını konu ediniyor. Karşılaştığı yıkımlar ve yaşamın gerçekleri Stoner’ın kendisine yabancılaşma sürecini hızlandırıyor.

“Bu insana olabildiğince yakından baktı fakat baktıkça daha az tanıdık hale geldi. Gördüğü kendisi değildi ve aniden onun hiç kimse olmadığını anladı.” (s. 166)

Stoner’ın hayatındaki karakterlerin de olumsuzlukları içinizi acıtıyor ama gerçek yaşamdan kopuk değil hiç biri. Romanın gerçekçiliği sizi içine çeken, durağan bir yaşamı merakla okumanızı sağlayan bir unsur. Son sayfa bittiğinde, kapağını kapatıp hissettiğiniz sızıyla Stoner’ın hayatının izlerinin olağan görünen hayatlarla aynı izdüşümde olduğunu fark ediyorsunuz. Siz de bir hayata seyirci olmak isterseniz Stoner’ın hayatını seçin derim.

İlknur Karapolat

Mart 2021

Önceki İçerikToplumun Önünde Giden Bir İsim: Arzu Özev ve Kitabı Zehirli Masallar
Sonraki İçerikOsman Hamdi Bey ve Altın Yaldızlı Portre