Okurun Gözünden: Mansfield Park

“Otuz yıl kadar önce Huntingtonlu Miss Maria Ward, yalnızca yedi bin sterlin ağırlığı olduğu
halde başına talih kuşu konmasıyla Northampton Eyaleti’nden Mansfield Park malikanesinin
sahibi Sir Thomas Bertram’ı kendisine aşık etti ve böylece bir “baronet” karısı konumuna
yükselerek görkemli bir konak ve bol gelir sahibi olmanın tüm nimetlerine kondu.”

Bu sözlerle başlıyor roman ve Mansfield Park sakinlerinin (üç-dört aile) yaşamlarına adım adım giriyor okur. Son derece basit ve kendi halinde yaşamlardan bir masal oluşturuyor Jane Austen. Hikayenin başında Miss Maria Ward, Mrs. Bertram oluyor ve sonrasında diğer iki kız kardeşin hayatlarının nasıl Mansfield Park ekseninde şekillendiğini aktarıyor. Ablası bu itibarlı evlilik vasıtası ile bir papaz ile evleniyor ve eşi, Mr. Bertram sayesinde Mansfield Park papazlığını alarak yıllık geliri fena sayılmayacak bir geçim kapısı elde ediyor.

Ancak küçük kardeşleri mantık dahilinde olmayan kötü bir evlilik neticesinde, zorluklarla dolu, kısıtlı bir hayat sürmek durumunda kalıyor. Kardeşlerinin uyarılarına başlarda kulaklarını tıkayan Mrs. Price, aradan yıllar geçip, çocukları da hatırı sayılır ölçüde çoğalınca; Mansfield Park ile tekrar iletişim kurarak yardım istemek zorunda kalıyor. Mrs. Norris, işgüzarlığı marifetiyle (bu marifetler roman boyunca diyaloglar içerisinde müthiş bir üslup ile okuyucuya aktarılıyor) büyük olan yeğenleri Fanny Price’ın Bertram Malikanesi’nde yaşamasını sağlıyor; bu vesile ile yeğenleri daha seçkin bir ortamda, iyi koşullarda yetişirken, ailesi de bir boğazdan kurtulmuş oluyor.

Fanny’nin Mansfield Park’a gelmesi ile birlikte olaylar Fanny’nin değerlendirmeleri ile onun gözünden okuyucuya aktarılıyor. Bir bakıma kitabın vicdanını oluştururken; hem ailenin dışında, hem de merkezinde bulunuyor. Özellikle teyzesi Mrs. Norris tarafından, evdeki ikircikli konumu sık sık ön plana çıkarılarak, her fırsatta hatırlatılıyor. Austen bu sıradan ailelerin hayatlarını sade bir dille, daha çok diyaloglar üzerinde temellendirilerek veriyor. Roman boyunca kısaca Fanny’nin kuzenleri arasında, Bertram’ların himayesinde büyümesine, Mr. Norris’in ölümünden sonra Mansfield Park papazlığına gelen Mr. ve Mrs Grant’lara ve Mrs. Grant’ın, ana bir baba ayrı kardeşleri olan, Mr. ve Mss. Crawford kardeşlerin gelmesi ile birlikte gelişen aşk sarmalına ve hikayenin sonunda aşk sarmalının nasıl çözümlendiğine; Fanny’nin küçüklüğünden beri içinde yaşadığı, kuzeni Edmund’a olan aşkının mutlu sona ermesine tanıklık ediyoruz.

Mansfield Park’a ilk geldiğinde adeta Sindirella durumunda olan Fanny, zamanla romanın en
aklı başında ve saygı uyandıran karakterine dönüşüyor. Fanny’nin tüm özellikleri iyi bir örnek oluşturmakla birlikte, yapılan haksızlıklar ve akıl dışı tutumlara hiç karşı çıkmamış, tepki vermemiş olması okur açısından tahammül sınırlarını zorlayıcıdır. Kendi kızlarının ahlaka uygun olmayan davranışları neticesinde, çocuklarında aradığını bulamayan Mr. Bertram romanın sonlarına doğru Fanny’ye dört elle sarılır. Mrs. Bertram ise Fanny olmadan hareket edememeye başlar. Sir. Thomas’ın çizdiği aşırı otorite sahibi baba figürü, çocuklarının kendi yanında oldukları gibi davranmamalarına ve onları en iyi şekilde yetiştirmeye çabalamış olmasına rağmen, çocuklarının karakterlerindeki eksiklik ve kötülükleri fark edememesine neden olmuştur. Sonrasında gelişen ahlak dışı olaylar neticesinde bir iç hesaplaşma ve hayal kırıklığı yaşamak durumunda kalmıştır.

Bütün bu olay karmaşasının çözülmesi ile Edmund ve Fanny birbirine ışık hızı ile bağlanıyor
ve ilahi bir mutluluk ile sonsuza kadar yaşıyorlar. İngiliz edebiyatının tartışmasız başyapıtlarından biri olan Mansfield Park, özellikle edebi haz ve incelik arayan okur için iyi bir kaynak oluşturuyor.

Mina Urgan İngiliz edebiyatını incelediği yapıtında Mansfield Park ile ilgili yorumlarında Austen’ın romanlarında genel olarak aşk tutkusu ve toplumsal sorunların bulunmadığını, şiirsellikten uzak, yalın bir dil kullandığını, kişilik ve olay örgüsü olarak diyaloglar ile zenginleştirilmiş bir yapı kurduğunu belirtiyor. Eken yaşta rahatsızlanarak ölmeseydi daha ileri yaşlarındaki yapıtlarında duygunun daha yoğun olarak hissedilebileceği başka bir platforma evrilip evrilemeyeceği sorusunu soruyor. Böylesi bir kalemin daha uzun yıllar yazmış olması ve sonrasında geleceği nokta şahsımca müthiş merak uyandırıyor ve edebiyat tarihinde yer alan “keşke”lerimden birini oluşturuyor.

Austen, yaşasaydı duygularını dolu dizgin nasıl yapıtlarına aktarırdı bilemiyor, sadece edebi hayallare dalabiliyorken, elimizde var olan, halihazırda yazmış olduklarının kıymetini bilip bu zengin edebi zevkin tadını çıkarmak yapılabilecek en iyi seçim olarak görünüyor.

Ayşen Atalay

Önceki İçerikKadın Kadının Kurdu mu?
Sonraki İçerikCesaretinizi Kuşanın!
Ayşen Atalay
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü mezunuyum. İş hayatında çeşitli sektörlerde satış ve pazarlama alanlarında hizmet verdikten sonra, kendi kanatlarımla özgürce uçmaya karar verdim. Evliyim ve 2011 doğumlu bir oğlum var: Umut, Ada Atalay. Yazının gücüne her zaman inanırım. Söz uçar yazı kalır sözü benim için sadece genel geçer bir kavram olmayıp içselleştirilmiştir. Yazmak, yazdıkça tutkuya dönüşen bir eylem aynı zamanda, tutkuyla yapılan ve okudukça beslenen. İşte tam da bu nedenle, Martı Dergisi’nin sayfalarında hayata, kitaplara, ilgi duyduğum alanlara dair izdüşümlerimi paylaşıyorum. İlginizi çeken her satırda birlikte kanat çırpmak dileği ile…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz