Okurun Gözünden: Bir Üstkurmaca Örneği Olarak Clarice Lispector’dan Yıldızın Saati

İnsan neden yazar sorusunun yanıtları saymakla bitmez. Ancak genelde herkesin hemfikir olduğu “Meselesi olan yazar” ya da “Her yazarın bir meselesi vardır” genel geçer bir görüş olarak kabul görürse de Clarice Lispector, Yıldızın Saati‘nin önsözünde şöyle belirtmiş:

“Yalnızca kendi olmaya dayanamadığından hepiniz olan ben, varlığımı sürdürmek için ötekilere ihtiyaç duyuyorum, bütün aptallığımla, bütün çarpıklığımla, o sadece düşünerek ulaşabileceğiniz mutlak boşluğa düşmek için düşünüp durmaktan başka ne yapılabilir ki? Düşünmek sonuç gerektirmez: kendi içinde bir amaç olabilir yalnızca. Ben kelimeler olmadan düşünürüm, hiçbir şey üzerine düşünürüm. Hayatımı altüst eden şey ise yazmak:

Bu hikaye bir olağanüstü hal ve toplu musibet döneminde geçiyor. Bu yarım kalmış bir kitap, hala cevap bekliyor. Bu dünyada bana birinin verebileceğini umduğum bir cevap. Siz mi? Tanrı biliyor ya bu, içine biraz da şatafat ekleyebilmek için renklendirilmiş bir hikaye.”

Clarice Lispector, ölmeden kısa bir süre önce yazdığı Yıldızın Saati için önsözde ‘yazmak’ ve ‘düşünmek’ üzerinden bir hikaye aktaracağını söyler.

‘Yazmak’  meselesi ile ilgili ‘Neden yazarız?’, ‘Bir hikayeye nasıl başlanır?’, ‘Nasıl yazmaya devam edilir? gibi soruları sorup yanıt bulmaya çalışarak ve belki de önsözünde bahsettiği gibi cevabı okurun vermesini bekleyerek hikayesine başlar Clarice Lispector.

“Sorularım olduğu ama cevaplarım olmadığı sürece de yazmaya devam edeceğim. Eğer şeyler olmadan önce oluyorlarsa, ilk nasıl başlanır? Tarih öncesinin de öncesinde zaten kıyamet canavarları var idiyse? Bu hikaye şimdi yoksa da olmaya başlayacaktır. Düşünmek eylemdir. Hissetmekse gerçek. İkisini yan yana koyun-yazıyor olduğum şeyi yazan benim.” (s.13)

diyerek Lispector sorularına cevap bulmak için yazdığını, hikayesinin ise aslında  bir başlangının olmadığını, geçmişte ve/veya şimdide ve/veya gelecekte de olacağına dair bir akıl yürütmektedir. Böylece yazma sürecine dair bir dizi temel sorulara okurun dikkati çekilmektedir.

 

Bu satırlarla da “Şimdi açıklayacağım gibi, bu hikaye gittikçe yoğunlaşan bir bakışın sonucu olacak –iki buçuk yıldır nedenleri yavaş yavaş keşfetmeye başlıyorum. Bu da onun yaklaşmasının bakışı. Neyin mi? Kim bilir, belki daha sonra anlarım. Yazıyor aynı anda okunuyorken. Ölümün yaşamın yorumu olarak görülmesi gibi, başlangıcı açıklayacak bir sonla başlamıyorum ben de, çünkü daha önce olanları da kayda geçirmem gerekiyor.” (ss.13-14) gibi  satırlarla hikayesine yazarın nasıl başlayacağını öğrenir okur.

“Günün birinde bu hikaye de kendi katılaşmam, dönüşümüm mü olacak? Nereden bilebilirim? Eğer içinde bir hakikat varsa, ki elbette bu hikaye uyduruluyor olsa da gerçek, …

Olmak üzere olan ama yaşamadığım için hala tanımadığım şeyleri nasıl bilebilirim? Gelgelelim Rio de Janerio’da bir sokakta, kuzeydoğulu bir kızın yüzünde kaybolma hissini gördüm.” (s.14)

Bu satırlarla,  bir yandan anlatıcının anlattığı hikaye ‘kendi dönüşümü’ mü olacak sorusu ile diğer yandan anlatılacak olan hikayenin antikahramanının kuzeydoğulu bir kız olduğu bilgisi ile düşünmeye başlar okur. Ancak asıl hikayeye bir türlü başlayamaz anlatıcı-yazar, hikayenin yazılma süreci (üstkurmaca) benzer sorularla sayfa 28 e kadar sürer:

“Her neyse, yazım şeklimi değiştiriyorum galiba. Gerçi istediğimi yazdığım da çok oluyor, profesyonel değilim ama bu kuzeydoğulu kız hakkında yazmalıyım yoksa boğulacağım.” (s.20)

“Emin olduğum bir tek şey var: bu anlatı hassas bir şey, en az benim kadar canlı olan bir insan yaratmak üzerine. … Peki ya anlatım hüzünlüyse? Sonra kesinlikle neşeli bir şeyler yazacağım, ama niye neşeli olsun?” (s.22)

“Yazıyorum çünkü dünyada yapacak başka bir şeyim yok: ben artakalanım ve insanların dünyasında bana yer yok.” (s.24)

İşte tüm bu örnekler okura bir yazarın sadece yazacak bir meselesinin olmasının yetmediğini, hikayesine başlayıp istediği/seçtiği  kurgu ile hikayesini anlatmaya devam edip etmemesini, bazen de hikayesini  istediği  bir “son” ile bile sonlandırmasının mümkün olmadığını gösteren, sancılı ve zor bir süreç olduğunu anlatan (üstkurmaca) bir roman Yıldızın Saati. Böylece okur, Clarice Lispector ile birlikte aynı duyguları hissederek empati kurabilmekte yazar ile.

Yıldızın Saati 102 sayfadan ibaret kısa bir roman olmasına rağmen yazarı,  bir yandan yaşadığı toplumun (Rio de Janerio-Brezilya) alt sınıf bireylerinin yaşamlarına dair meseleleri (Kuzeyden güneye gelen fakir bir bireyin sınıf atlaması/atlayamaması; Fakirlik- Macabea’nın çok nadir yiyebildiği çukulatayı -onun için bir lüks- midesi bulandığı halde kusmamaya çalışması; İş Hayatı-Macabea’nın bir daktilocu olarak hep yanlış yazmasından dolayı sürekli azarlanması; Aşk- Macabea’nın kendisi gibi kuzeydoğulu Jesus’a aşık olması ancak aşkını bile yaşayamaması) Macabea üzerinden aktarmakta, diğer yandan da yine Macabea üzerinden bu sefer evrensel bir konuyu ‘insanın yaşam mücadelesi’ni tartışmakta.

Okur, alt sınıftan gelen bireylerin Rio de Janerio’daki hayatlarına tanıklıklık ederken diğer yandan da ağırlıklı olarak ‘bireylerin dünyaya rastlantısal gelmeleri’ üzerinde düşünür:

Macabea, Brezilya’nın en fakir bölgelerinden kuzeydoğuda ‘Alagoas’tan Rio de Janerio’ya teyzesiyle gelmiş, çok ama çok çirkin, cahil, duygularını (ki zaman zaman okur bile duygususu olduğundan emin değil) bile ifade etmekten aciz, fakir mi fakir, öksüz yetim daktilocu bir genç kızdır.

“Aslında en kötü çocukluk bile her zaman büyüleyicidir, ne dehşet verici! Hiçbir konuda şikayet etmez, her şeyi olduğu gibi kabul ederdi, insanlar diyarına kim çekidüzen verebilmişti ki… Bir gün elbette tutunamayanlara mahsus bir cennetin kapıları ona da açılacaktı. Konu cennete girmek değildi ama o burada, dünyada tutunamayandı.” (s.41)

“Peki ya uyandığında? O zaman kim olduğunu bilmiyordu. Neden sonra ben daktilocuyum ve bakireyim, üstelik Coca-Cola severim diye düşünüyordu memnuniyetle. İşte o zaman kendi kimliğine bürünüyor, günün kalan kısmında da kendi olma rolünü oynuyordu usulca. … o bir rastlantıydı. Bir gazete kağıdının içinde çöpe atılmış bir döl. Onun gibi binlercesi var mı? Evet, hepsi de sadece rastlantı. Şöyle bir düşününce: hayatta kim bir rastlantı değil ki? Bense bir rastlantı olmaktan zar zor kurtuldum çünkü yazıyorum, …” (s.43)

diye belirten yazar, kendisinin de bir zamanlar zor bir yaşamı olduğunu ama yazarak ‘varlığı’nı koruyabildiğini belirtir. Lispector, Macabea’yı okuruna tanıtmaya devam ederken

“Bana öyle geliyor ki yaşamı hiçlik üzerine uzun bir tefekkürden başka bir şey değildi. Kendisine inanmak için başkalarına ihtiyaç duyuyordu yalnızca, yoksa içindeki durmadan büyüyen yuvarlak boşlukta kaybolup gidecekti.”(s.45)

diye  belirtir. Aslında Macabea o kadar zavallıdır ki bir gün patronuna diş çektirmesi gerektiğini söyleyerek işe gitmez ve böylece ancak sadece çalışma saatleri boyunca ‘kendisine ait bir oda’sı olabilir. Zira normalde  odasını bir başka arkadaşıyla paylaşmaktadır:

“… hayatında ilk kez dünyadaki o en değerli şeye sahip oldu: yalnızlık. Oda sadece kendisine aitti. Bütün bu mekanın ona ait olduğuna inanamıyordu bir türlü. Çıt çıkmıyordu. Tüm cesaretiyle dans etmeye başladı, ne de olsa teyzesi onu duyamazdı. Dans etti, odanın içinde fırıl fırıl döndü, yalnız olmak onu ö-z-g-ü-r kılmıştı. Bu, zor ele geçirilen yalnızlığın her şeyinden keyif aldı, radyoyu sonuna kadar açtı, Marialar olmadan oda ne kadar büyüktü. … Sanırım hayatımda hiç bu kadar mutlu olmadım, diye düşündü. … Hatta kendisine sıkılma lüksünü bile bahşetti, …” (ss.49-50)

Yukarıda verilen örnekler Macabea’nın ‘var olmak’ ile ‘hiç olmak’ arasında gidip gelen bir yaşamı olduğunu gösterir okura. Böylece yazar, insanların dünyaya rastlantısal geldiklerini ve ancak var olmayı becerebilenlerin yaşama şansı olduğunu vurgular.

Eğer bir yazarın yazmak ile ilgili  sorularına yanıt arayarak yazma sürecini anlamaya çalışmak istiyorsanız ya da yazarın hikayesini anlatmak için seçtiği antikahramanı ile oluşan duygusal bağa tanıklık etmek  ve bu duygusal bağ nedeniyle yazarın yazma sürecinin sekteye uğramasına şaşırmak istiyorsanız (ki bir yazar olarak her türlü yaratıcı güce sahip olduğu halde bir türlü hikayesine istediği gibi müdahale edemesi) ya da her şeyden önce Clarice Lispector’un dünyaya bakış açısına ve yaşamı sorgulamasına tanıklık ederek onu tanımak tercihiniz olacaksa mutlaka Yıldızın Saatini okumalısınız.

*Lispector, Clarice. Yıldızın Saati. Monokl Yayınları, İstanbul 2016.

Ayşe Zeliha Yılmaz

Önceki İçerikTercüme Dünya: Monika Rinck ve Efe Duyan Okuma & Söyleşi
Sonraki İçerikKitap ile Sohbet’ten: Sur ve Gölge’den Yansıyanlar
Ayşe Zeliha Yılmaz
İçinde bulunduğu ortamı her nefeste duyumsamaya çalışan, duyarlı; okumayı, müzik dinlemeyi, film izlemeyi ve örmeyi seven ve arada sırada duygu ve düşüncelerini paylaşmayı yeğleyen bir okur yazar.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz