Okurun Gözünden: Benlik Üzerine Denemeler, Virginia Woolf

Onun “kendinize ait bir odanız olsun” seslenişi kulaklarımızda yer etmiştir. O oda ki, bir simgedir. Kapısı benliğimize açılan bir oda…

Ve ekler Woolf:

“Oda sizin odanız ama hala çıplak. İçinin döşenmesi lazım, dekore edilmesi lazım, paylaşılması lazım. Onu nasıl döşeyeceksiniz, nasıl dekore edeceksiniz? Kiminle ve hangi şartlarda paylaşacaksınız? Bunlar öyle inanıyorum ki en önemli ve ilgilenilmesi gereken sorular.”

Bugüne geldiğimizde benliğimizi bulduğumuz ya da oluşturmaya çalıştığımız ortam, sanal bir ortam! Kitabın derleyicisi Joanna Kavenna sunuş bölümünde tam da bu noktaya parmak basarak şöyle der:

“Benlik ‘kendi fotoğrafını çekmeler’ veya ‘kendine yetmeye dayalı kişisel gelişim unsurlarıyla’ yüceltilmiş, ünlülerin kendi kendilerini profesyonel şekilde ifşa etmeleriyle itibar kazanmıştır. Benlik’in bu kıyasıya savaşları kitaplara, filmlere, Twitter’a ve bloglara besin kaynağı olmuştur. İnternet birbirleriyle yarışan benliklerin feryatlarından geçilmemektedir. Benliğini ifade et/ benliğini göster diye başlar düstur. Böylece son yirmi yıl içinde tanıştığımız yeni bir benlik çeşidi oluşmuştur; alabilesiye geniş bir açılımda serbestçe dolaşırken aslında hiçliğe doğru ilerleyen cisimsiz bir siber benlik, sanal alemdeki benliktir bu.”

Benliğin bir ideoloji olduğunu ve bir evrim geçirdiğini belirten Kavenna, bu satırlarla günümüzün benlik kavramının fotoğrafını çekip önümüze koyuyor resmen. Bugün varlığımızı duyurduğumuz, ben buradayım dediğimiz, benim tercihlerim, benim yaşamım bu işte – veya bu olmasını istiyorum- diye haykırdığımız o sanal âlemde sergiliyoruz benliğimizi ve kendimizi.

1940 “Bir Yazarın Güncesi’nden” yazısında Virginia Woolf:

“Ben bataklığın üzerinden ben benim diyerek yürüyorum; yapmam gereken o izi takip etmek, bir başkasını kopyalamak değil. Yazmamın da yaşamamın da tek gerekçesi bu ” derken asıl meselenin “ben benim” diyebilmek yani “özgünlük” olduğunu söylemektedir.

Peki kimsin sen?

Nietzsche soruyor: “Sahici misin? Yoksa yalnızca bir oyuncu mu? Bir temsilci mi? Yoksa temsil edilenin kendisi mi?”

“Sussex’te Akşam” denemesinde Woolf içinde yer alan birden fazla kendi’nin muzipçe mücadelesini anlatır. Bir yanı oldukça istekli ama tatminsizken diğer yandan bir diğer kendinin nasıl katı olduğunu ve derken kendi halinde, melankolik kendi ortaya çıkmışken, birden sağı solu belli olmayan fevri kendi ile karşılaşma anı… tam bir savaş hali, kendi’lerin savaşı. Woolf çözümü şöyle bulmuş:

“Hepsini bir araya çağırıyorum. Artık diyorum hesaplaşma zamanı geldi. Artık kendimizi toplamak zorundayız; tek bir kendi olmak zorundayız.”

Bu bana Elif Şafak’ın “Siyah Süt” kitabını hatırlattı. Lohusa bunalımındaki bir kadının içindeki birden fazla kendi ile kavgası anlatılıyordu. Hatta kendi’leri kendi içinde savaşıyor ve hâkim olmaya çalışıyorlardı. Güzel kitaptı. Okumadıysanız tavsiye ederim.

Woolf kadın hakları, modernizm, edebiyat ve sosyal eşitsizlik gibi toplumsal konularda yoğun düşünceler üretmiş bir mücadele insanı. Ve işlediği konuların ekseninde hep insan var. 1919 ile 1940 yılları arasında yazdığı denemelerin toplandığı bu kitapta ana başlık “benlik” olsa da içerisindeki denemeler bizi çok çeşitli konularda onun o ustalıklı dili ile düşünmeye, sorgulamaya yönlendiriyor.

Modernist’ler benliği ‘gözü açık rüya görme hali’ olarak tanımlarken ‘bilinç akışını’ da bu hali ortaya koyan şaşırtıcı berraklıktaki ifadeler olarak görmüşler. Okuduğum bilinç akışı yöntemiyle yazılmış kitapları düşündüm. Benliğin sınırsızca kendini ortaya koyduğu o satırları okurken nasıl da zorlanıyordum. Zor olan teknik değildi aslında bir insanın ruhunu maskesiz tüm açıklığıyla görmekti.

Kitabın ilk denemesi “Modern Kurmaca” da Woolf edebiyatta bir şeylerin yolunda gitmediğini anlatır:

“Yazar kısıtlanmış gibidir; kendi hür iradesi tarafından değil, onu kontrolü altında tutan güçlü ve ilkesiz bir tiran tarafından; olay örgüsünü, komediyi, trajediyi, aşk ilişkilerini zoraki verir ve zoraki verdiği olabilirlik havası, bütüne öyle bir kusursuzca mumyalar ki tüm karakterleri canlansa herhalde kendilerini o günün modasına uygun ceketlerini giymiş ve son düğmesine kadar iliklemiş halde bulurlar.”

Oklarını üç isme yönlendirmiştir: Materyalist olarak nitelediği H.G. Wells, John Galsworthy ve Arnold Bennett. Onları ruhla değil bedenle ilgilendikleri için eleştirir. Bu üç yazarın karşına koyduğu örnek isim ise James Joyce’dur. Onun gibi genç yazarların gözetilen yaygın adet ve kuralları çöpe atma pahasına hayata daha çok yaklaştıklarını ve anlatımlarında daha samimi olduklarını söyler. Rus edebiyatını değerli yapan da bu türden bir yaklaşımdır. Derinlikli, şefkatli ve başkalarının acılarını paylaşan, hayatın samimiyetle irdelendiği anlatımlar…

“Ruhun ve kalbin anlaşılmasını istiyorsak, aradığımızı Ruslarınkine benzer derinlikte başka nerede bulabiliriz ki? Biz kendi materyalizmimizden bıktıysak, onların romancılarının en az kayda değer olanında bile insan ruhuna karşı doğuştan gelen tabii bir hürmet vardır. ‘Kendini insanlara yakın tutmayı öğren.’”

Ruh önemlidir. Ruhun romanda can bulduğu yer de karakterdir. “Kurmacada Karakter” bölümünde Arnold Bennett’ten şu alıntıyı tartışmaya açar Woolf:

“İyi bir kurmacanın temeli karakter yaratmadır, başka da hiçbir şey değildir. Stil önemlidir; olay örgüsü önemlidir; bakış açısının orijinalliği önemlidir. Ama bunların hiçbiri karakterlerin ikna ediciliği kadar önemli değildir. Eğer karakterler gerçekse romanın bir şansı olur; eğer değillerse romanın payına düşen, unutulup gitmek olacaktır…”

Burada “gerçeklik” kavramını irdeler. Gerçeklik nedir? Ve gerçekliğin yargıçları kimlerdir? Birimize gerçek gelen bir karakter diğerimize gelmeyebilir. Kaldı ki geçen yıllarla birlikte insan karakterinin değiştiğini ve bu değişimin ilişkilere, dine, ahlaki tutuma, siyasete ve tabii ki edebiyata yansıdığını vurgular. Ancak daha geniş açıdan Mr. Bennett’e de hak verir. Muazzam romanların unutulmaz karakterleri vardır: Savaş ve Barış, Gurur Dünyası, Tristram Shandy, Madam Bovary, Gurur ve Önyargı, Bir Hayatın Sırrı.

“Benlik” Woolf’un dikkate almaya değer bulduğu tek gerçekliktir. Çağdaşı yazarların şeylerin yapısına yükledikleri anlamdan rahatsızdır. Ona göre romanlarda birinci öncelik insandır ve onların hakkında yazılmalı; insanın tasviri, duygusu, ruh haline vurgu yapılmalıdır.

Okuyucu olarak sorumluluklarımızı da hatırlatır Woolf.

“Günümüzde edebiyat diye bir güzel geçinen o cilalı, pürüzsüz ve düz romanlardan kaçının; o kendini beğenmiş, tumturaklı ve gülünç biyografilerden kaçının; o zayıf, saman gibi eleştiri yazılarından kaçının; melodik bir biçimde güllerin ve koyunların masumiyetini göklere çıkaran şiirlerden kaçının. Sizin payınıza düşen, yazarların –karakterlerini- mümkünse güzel ve her ne pahasına olursa olsun hakiki ve doğru şekilde tasvir etmelerinde ısrarcı olmaktır.”

“Kitap Nasıl Okunmalı” denemesi bir rehber niteliğinde. Bu bölümde Woolf’un biz okuyuculara önemli tavsiyeleri var. Bunlardan bir kaçını şöyle maddelere dökersek:

  • Okurken bütün yerleşmiş fikirleri kafanızdan atın
  • Yazarı dikte etmeyin; o olmaya çalışın. Onun çalışma arkadaşı, suç ortağı olun.
  • Algınızda muhteşem bir inceliğin yanı sıra hayal gücünüz de devrede olsun. Çünkü “roman okumak zor ve karmaşık bir sanattır.”
  • Okuduğunuzdan edindiğiniz çok yönlü ve karmaşık izlenimlerden bir yargı oluşturun. Sağlam ve kalıcı bir şey çıkartın.

“Kadınlar için Meslekler” Woolf’un 1931’de Kadın Hizmetleri Ulusal Derneği’nde yaptığı konuşmayı içerir. Bu konuşmasında öncelikle kendinden önce gelen ismi bilinen veya unutulmuş kadınları anarak onlar sayesinde önündeki yolların açıldığını söyler. “Hepimiz bizden önceki kadınların mücadelesi ile bir adım öteye geçiyoruz.” diyen Sevgili yazarımız Buket Uzuner gibi.

Kendi yazarlık hikâyesini paylaşır: “ Tek hayal edeceğiniz, bir odada elinde kalemle bir kız. Bu kızın tek yapması gerekense kalemi soldan sağa oynatıp durmaktı.”

Yazarlık sürecindeki iki deneyimi kadın yazarlar açısından önem arz edecektir. İlki “Hiç kimsenin senin kendine ait bir aklın ve düşüncelerin olduğunu anlamasına izin verme” diyen “Evdeki Meleği” Öldür! Genel geçer, kabul görmüş bir durum vardır ki; “kadınlar insan ilişkileri, ahlak, seks gibi konuları özgürce ve açıkça ele alamaz. Kadınlar başarılı olmak istiyorsa cezbetmeli, memnun etmeli, gönül almalı, açıkça ifade etmek gerekirse, yalan söylemelidir.”

Zor da olsa kadın yazarın mesleğinin bir parçası olduğunu söylediği “Evdeki Melek”’i öldürür. Ancak ikinci daha zor deneyimi olan bir beden olarak kendi deneyimleri hakkında gerçeği söylemede hala başarısızdır. Çünkü kadın yazarların karşısında “hala savaşması gereken bir sürü hayalet, üstesinden gelmesi gereken bir sürü önyargı bulunmaktadır.”

Kadınların uzak tutulduğu her alanda düşünme körleşiyor ve kadınlar sorumsuzluğa teşvik ediliyor. “Zihinsel savaştan asla vazgeçmeyeceğim” demiş Blake. “Zihinsel savaş, akıma karşı düşünmek demektir, akımla birlikte değil!” diyerek bu sözü tamamlayan Virginia Woolf gibi kadınlar oldukça mücadele hep devam edecek.

Okumakla kalın.

Benlik Üzerine Denemeler

Virginia Woolf

Ayrıntı Yayınları – Sanat ve kuram serisi / 139syf

Alev Türkkan / Ekim 2019

Önceki İçerik‘İşten Çıkarma’ Konusunda Adab-ı Muaşeret Rehberi
Sonraki İçerikSevinç Çiftçi’nin Sergisi Tersyüz
Alev Türkkan
Hayat seçimlerimizden ibaret… Ben de 2014 yılında 18 yıldır sürdürdüğüm kurumsal iş hayatımı bırakmayı seçtim. Kendimi en iyi hissettiğim yer olan doğanın içinde, bir denizin kenarında en keyifli anlarım olan kitap okumakla geçirmeye başladığım yeni yaşamıma böylece geçmiş oldum. Kendimi bildim bileli içimde taşıdığım öğrenci ruhu beni hiç terk etmedi. Okumaya ve öğrenmeye aşık biri olarak öğrendiklerimi paylaşmanın tadını da çok seviyorum. “Hayata ne verirsek hayat bize onu verir” sözüne inanırım ve bu dünyaya gelme amacımı sıklıkla sorgularken aslında tek isteğimin yaptıklarımdan ve yaşadıklarımdan geriye ufak bir iz bırakarak, değer yaratacak bir şeyler yapmış olmak. Şimdi ilgi alanlarıma daha fazla zaman ayırarak ne kadar mümkün tartışılır ama kendimi tanımaya çalışıyorum. Felsefeye olan merakım bana yardımcı oluyor. Doğa yürüyüşlerinde hem kendimi hem doğayı dinliyorum. Sokak hayvanlarına düşkünüm. Onlarla arkadaşlık etmeye, konuşmaya onlardan daha çok ihtiyaç duyuyor olmama şaşırmıyorum. Çünkü var olmanın temeli “paylaşmak”; bilgiyi paylaşmak, sevgiyi paylaşmak, yemeği paylaşmak, mutluluğu, acıyı paylaşmak… kısaca yaşamı paylaşmak. Okumakla ve paylaşmakla kalalım.