Paris’e kadar gitmişken yeterli zamanınız varsa bir gününüzü ayırabileceğiniz ya da artık Paris’te gezecek bir yer kalmadı diyorsanız, mutlaka görmeniz gereken yerlerden biri Giverny. Çünkü doğal güzelliğinin yanı sıra, dünyaca ünlü empresyonist ressam Claude Monet’nin dillere destan evi ve bahçeleri de bu köyde. Monet, 1883 yılında gelip, 5 Aralık 1926’da ölene kadar yani tam 43 yıl bu evde yaşamış. En ünlü tablolarını bu evde, bu bahçelerden ilham alarak yapmış. Ayrıca burası, yılda ortalama 600 bin kişinin geldiği son derece turistik bir mekân. Buraya gelmek için öncelikle doğru zamanı yakalamak gerekli. Yoksa onca yolu boşa gelip, kapıdan dönebilirsiniz. Çünkü ev her yıl Mart sonundan Kasım başına kadar gezilebiliyor ve 09:30-18:00 saatleri arasında açık. Biz gittiğimizde Ekim ayıydı ve sonbaharın bütün muhteşem tonlarını görme şansımız olmuştu.
Giverny’ye Paris’ten arabayla gelebileceğiniz gibi, trenle gitme şansınız da var. Bunun için Paris’te Saint Lazare Garı’ndan kalkan trenlere binip Vernon’a gitmeniz gerekiyor. Vernon Garı’na ulaştıktan sonra buradan kalkan shuttle’larla (tek yön 5 çift yön 10 euro) Giverny’ye ulaşabilirsiniz. Shuttle’lar sizi gara getirip götürürken, kasabanın içinde minik ama son derece keyifli bir turistik geziyle bilgilendiriyor da. Daha shuttle’dan inip eve doğru yürüdüğünüz yolda, nasıl sıra dışı ve doğa harikası bir yere geldiğinizi anlıyorsunuz. Etraftaki rengarenk çiçekler ve bu renkliliğe eşlik eden birbirinden şirin evlerin önünde harika fotoğraflar çekme şansı buluyorsunuz. Bu yol üzerinde yer alan Monet’nin öncüsü olduğu empresyonizm akımına adanmış Empresyonizm Müzesi’ni de gezebilirsiniz.
Nereye bakacağınızı şaşırmaktan adete başınız dönüyor ve o sırada asıl bakmanız gereken yere ulaşıyorsunuz. Monet’nin rüya gibi evi… Ama önce gişeden bilet almanız gerekiyor. Biz gittiğimiz dönemde şanslıydık çok kalabalık değildi ve hiç beklemeden alabildik. Ama özellikle sıcak aylarda çok kalabalık oluyormuş. O yüzden hiç riske girmeyip, internetten alıp gelmekte fayda var. Giriş kapısındaki merdivenlerden aşağı indikten sonra önce museum shop‘a geliyorsunuz. Burayı çıkışta gezmek üzere hızla ve heyecanla bahçeye çıkıyoruz. Önce doğanın tüm renklerini içinde barındıran bahçeye mi, yoksa ilk görüşte âşık olduğunuz eve mi gideceğimizi şaşırıyoruz. Ev aslında ünlü Fransız şatoları gibi görkemli değil, ama yeşil-pembe tonlarının ağırlıkta olduğu uzunlamasına bir şirinlik abidesi. Burada da öncelik tercihimizi evden yana kullanıp pembe boyalı, yeşil panjurlu masal evinin yeşil merdivenlerini çıkıp, verandaya ulaşıyoruz.
İlk olarak, bir zamanlar Monet’nin atölye olarak kullandığı salona geliyoruz. Bu salonun duvarlarını kaplayan eserlerin orijinal olmadığını söylememe gerek yok sanırım! Ama bu dünyaca ünlü tabloların orijinallerinin büyük bölümünü Paris’te Marmottan Müzesi’nde, bir kısmını da Orsay Müzesi’nde görme şansınız var. Yukarı çıktığınızda Monet’nin kendisi mütevazı ama manzarası şahane ötesi yatak odasına geliyorsunuz. Gördüğüm en iyi manzaraya sahip yatak odası, burası olabilir. Hemen yanındaki minik dikiş odası da şirinlik ve manzara açısından buradan aşağı kalır değil. Üst kattaki odaları tamamlayıp evin asıl aşık olduğum asıl bölümüne, mutfak ve yemek odasına iniyoruz. Sarı tonlarının ağırlıkta olduğu eşyalarla döşeli bu bölüm bana Hasel ile Gratel’in evini hatırlatıyor. Mutfak duvarlarındaki mavi beyaz çiniler ve bu duvarlara asılı bakır tencere ve
Mutfaktan tekrar verandaya çıkıyor ve cennet gibi bahçelere veriyoruz kendimizi. Bahçenin gezilebilecek bölümleri belirli ve sizi otomatikman yönlendiriyor. Bazı bölümlere giremiyor uzaktan bakmakla yetiniyorsunuz. Ama burasının, bu şekilde bozulmadan kalabilmesi için gerekli bir önlem bu. Yoksa bu kadar yoğun bir ziyaretçi akınına dayanamayabilirdi. Zaten gördüğünüz kadarı size her şeyi anlatıyor. Rengarenk çiçekler ve yeşilin bin bir tonu arasında dolanırken o meşhur nilüfer tablolarının yapıldığı bölümü arıyor gözlerimiz.
Normand Bahçesi olarak adlandırılan kısmı tamamlayıp, aradığımız gölete yani Su Bahçesi olarak adlandırılan bölüme geliyoruz. Göleti ilk gördüğümüzde yaşadığımız heyecan, parkurun ilerleyen bölümlerinde yerini hayranlığa bırakıyor. Önümüze çıkan Japon Köprüsü’nün üzerindeyken, binlerce nilüferin üzerinde yürüyor hissine kapılıp, gökyüzünün ve etraftaki çiçeklerin suya yansımalarıyla adeta Monet tablolarının içine giriyoruz. Buradaki banklardan birine oturup, kulaklığımı takıyor ve Andrea Bocelli’nin muhteşem sesi eşliğinde, bu muhteşem manzarayı her ayrıntısıyla hafızama işliyorum ki hiç unutulmasın. Bıraksalar o bankta günlerce oturabilirdim.
Bahçeden çıkışı mümkün olduğunca yavaşlatıp her köşeyi adım adım geziyoruz adeta. Ama her güzel şey gibi, bu şahane bahçenin de sonu geliyor ve sona bıraktığımız Museum Shop’a geçiyoruz. Bu ufak ama çok renkli dükkânı da gezip, evden ayrılıyoruz. Çıkarken hepimiz aynı şeyi düşünüyoruz galiba: “Ben de burada yaşasam sanırım ben de Monet olurdum!” Giverny’den öyle hemen ayrılmaya niyetimiz yok. Bu şirin küçük köyün içindeki cafe ve restoranlar nefis bahçeleriyle bizi bekliyor. Gözünüze kestirdiğiniz birine oturabilirsiniz tabi ama benim önerim Restaurant Baudy olacak. Eskiden otel olan bu restoranın arka bahçesini ve bu bahçedeki müthiş atölyeyi de gezmeyi ihmal etmiyoruz. Burası Monet’nin yaşadığı yıllarda yani otelken Rodin, Cézanne, Rennoir gibi sanatçıların uğrak yeriymiş. Bunu bilmek insanı daha da heyecanlandırıyor.
Bu masal diyarı köyden ayrılmadan uğranılması gereken bir yer daha var: Sainte-Radegonde Kilisesi… Çünkü Monet’nin mütevazı mezarı bu kilisenin bahçesinde. Kilise’yi ve mezarlık olan bahçesini de gezip etraftaki birbirinden güzel küçük atölyelere ve dükkanlara bakarak dönüş yoluna geçiyoruz. Öylesine ayrılmak istemiyor ve ağırdan alıyoruz ki dönüşü, trenimizi kaçırıp istasyonda bir saat beklemek zorunda kalıyoruz. Ama buna fazlasıyla değiyor.
Hayatının bir döneminde Seine Nehri’ne atlayarak intihar etmeyi deneyen Monet’nin bu girişimi iyi ki başarısız olmuş. Yoksa dünya geride bıraktığı tüm bu güzelliklerden ve eserlerden mahrum kalacaktı. Dünyaca ünlü bu empresyonist ressam, modern resim sanatındaki ilk büyük devrimcilik hareketinin babası kabul ediliyor. Sadece resimleri değil, bu olağan üstü bahçeler ve güzeller güzeli ev de dünyaya armağanı. “Benim en güzel eserim bahçelerim” derken hiç abartmamış gerçekten… Monet’nin bu bahçeleri yaptırması yıllar sürmüş. 1926’daki ölümünün ardından bakımsızlık dolayısıyla bahçeler de güzelliğini kaybetmiş. Neyse ki Claude Monet Vakfı sayesinde eski güzelliğine kavuşturulup, 1 Haziran 1980’den itibaren ziyarete açılmış. Eğer yeryüzündeki cenneti görmek isterseniz, sizleri de bekliyor…
İmge Özdemir