mış gibi-OYNA-mış gibi

Stefan Zweing’in SATRANÇ Romanına

Artin Göncü Oyun Kuramı Bağlamında

Bir Bakış…

Zweig’ın Kraliyet Oyunu’nu defalarca okudum. 

Tıpkı bu sefer olduğu gibi her seferinde, sadece birkaç taşının işlevini bildiğim bu oyunu oynamış ve -hatta- kazanmış gibi hissetmekle kalmadım; kitabı bitirip kapağını kapatışımın üzerinden geçen birkaç gün boyunca da baskın bir zihinsel ve duyusal yorgunluğun ağırlığını yaşadım.

Kafamın hiç de basmadığı bu matematiğin ağırlığının bana ne yaşattığını bilmeme rağmen neden her defasında okumak için -pazarlık etmeden- taviz veriyorum?

Bak şimdi fark ediyorum: ben bu kitaba hep kış mevsiminde çekiliyorum. 

16’sı beyaz, 16’sı siyah 32 taşın ne menem bir manyetiği var ki o kitabın adını duyduğumda kendimi art zemini karanlık, 32’si beyaz, 32’si siyah 64 kareli desenli taş gibi bir battaniyeye sarınmış buluyorum?

Mirko Czentoviç adının soğuk savaş dönemini çağrıştırmasıyla ilgilidir belki… 

Belki de, Dr. B’nin, zihni boşaltıldığında içine düştüğü yalnızlığın donduruculuğudur.

Huizinga’nın Homo Ludens sayfalarından fırlayan bağlamlı bağlamsız sözcükler, tamlamalar,  eylemler, isimler, sıfatlar bir rüzgarla savruluyorlar oraya buraya fısır fısır: 

yarışma ihtiyacı, egemenlik arzusu, heyecan, turnuva, şampiyona, 

sub specie ludi, tin, coşku, armoni, gönüllü, serbest, alkış, kurallar,

sınırlılık, cesaret, grup, değişen dengeler, tutku, gerilim, çözüm, 

dahil eder, cezbeder, boşlukları doldurur, gerilim, çılgınlık, 

kendiliğinden, kutsal eylem, rakip, öteki olmanın hafifliği, 

ludi publici, istikrarsız, kültür ve… mitoslar… ah evet onlar…

Gerçeğin dönüştürülmesi, ‘hayal edilmesi’…

-mış gibi’de,  mis gibi deneyimlenip kabul edilmesi

Ya ben hangi gerçeğimi dönüştürmeye güdüleniyorum her meyil edişimde şu kitabı okumaya?

Ben hangi sosyal hayal oyununun bana açacağı yakınsak öğrenme alanının arayışındayım?

Boş ver şimdi beni. Czentovic’e bak. 

Ona acıyan bir pederin cahil Mirko’ya sunduğu anlam ve değerlerin çerçevesine bak. 

O anlam ve değerlerin 64 karede dengeleri değiştirerek gezinen boy boy göstergelerine odaklan.

Bilimsel bir uğraşla, gelişim, öğrenme ve kültür olgularını bir araya getirip kavramsallaştıran en etkili sosyokültürel kuramcı Vygotsky’nin gözlüklerini tak -şimdi- yapamıyorsan tak-mış gibi yap. 

Yaptın mı? Tamam. 

Şu cahil köylünün kendisine satranç taşlarından yarattığı kültür bağlamını gör hadi!  

Bu bağlam onun nasıl kültür çerçevesi olmuş? 

Sen gel bunları düşün. Bunlara bak. 

 Satrancın hem Mirko’nun hem Dr. B’nin bilinç dili olma süreci dikkatinden kaçmasın. Sakın!

Istırap dolu gerçeğini sembolik bir oyuna dönüştürüp sosyalliğini küçük bir kitabın sayfalarında yeşerten Dr.B’nin, o hayal oyununu risklerine rağmen sonsuz bir olasılıklar dünyasına evirişini ve kendisi için bir yaşam kaynağı haline getirişini alkışla.

New York’tan Buenos Aires’e kalkmış bir gemide buluşan oyuncu insanların -hatta oyuncu olmayan oyuncuların-  kendi akışıyla, kendi anlamıyla yalıtılmış bir oyun tahtasının başında birbirlerine kafa tutuşlarını, tavizlerini, ret-kabul-dönüştürme dizgesinde tekrarlayan pazarlıklarını- şşşşşş… sessiz kal ve – pür dikkat gözlemle.  

Oyun oynama isteğinin kökenine bak her birinin. 

“Kişi zorunda kaldığı için değil, kendi arzu ettiği için oynar,” diyen geleneksel yaklaşımı çağrıştıran da var; “oyunu başlatan, başka birisinin varlığı, bir dışsal güç de olabilir,” savındaki sosyokültürel yaklaşımın yansımaları da.  

Oyunda hâkim duygularını fark edebildin mi esir bilginlerin?  Ya zengin cahillerin? 

Hangisi için bir keyif ve eğlence aracıyken hangisi terapi, oyun?

Kim simgesel oyunu, mecbur bırakıldığı ikilemli düzen içinde gerçekleştiriyor?

Kim oynamak için öncül bir amaç -para- olmalı diyor? 

Oynamak istemiyormuş gibi yapıp rakibinin bu tribi oyuna davet olarak alımlamasını isteyenler…

Bu davete yanıtını -mış gibi yaparak değil, ikilemin tadını alaycı bir tonda çıkartırken verenler…

Gördün değil mi hepsini ve her birini? 

Büyük dünya oyunundaki sahne paydaşlarımla besbelli bir özneler arası bağ kurma meselem var benim. Keşke küçücükten öğrenebildiğim pazarlık becerilerim olsaydı. 

Hangi koşullarda hangi tavizler verilebilir/verilmemeli, deneyimleyebileceğim öğrenme alanlarım, sosyal hayal oyunlarım olsaydı. 

Zweig’ın Kraliyet Oyunu’nu tekrar tekrar neden okuduğumu artık biliyorum. 

Ben aslında, kendi gerçeklerimi dönüştürecek mitosları arıyorum. 

mış gibi ) oyna ( mış gibi. Yapa yapa bulacağım; oynaya oynaya… Biliyorum. 

 

KAYNAKÇA

Göncü, A. Oyunda Büyümek. İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları, 2020. 

Huizinga J. (2022). Homo Ludens: Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme. (Çev. Kılıçbay MA) Ayrıntı Yayınları: 5. Basım, İstanbul. 

Fatma Esin Kalyoncu

Önceki İçerikSuskun Tanrı
Sonraki İçerikUçuşma