O’nunla görüşmeye giderken ayrı bir heyecan yaşadım. Hayata bakışı, duruşu, yaptıkları, yaşını aşan çalışmaları yaşamımda örnek aldığım ve rol model diye tanımladığım ve takip ettiğim insanlardan biri kendisi. Yaşam hikayesini, azmini, cesaretini, başarılarını neredeyse hepimiz çok iyi biliyor ve merakla takip ediyoruz. O, sadece Türkiye değil, dünya için de hizmet veren “aktif bir dünyalı.”
Elbette Şafak Pavey’den bahsediyorum. Bu enerjisinin kaynağı, kalbinin yahut beyninin kimyasında mı, yoksa genetik yapısında mı? Yaşama tüm enerjisi ve ruhuyla sarılan yaşam dolu bu özel kadınla sohbet etmek, düşüncelerini dinlemek benim için ayrı bir önem taşıyordu. O’nu tanıdıktan sonra bir şeye inancım daha da arttı; bazı insanlar dünyaya görevli geliyorlar ve içtenlik, iyi niyet ve samimiyet ruhun dışına taşıyor. Şafak Hanım, beni ve fotoğraf çekimleri için bana destek olan arkadaşım Ümit Kartav’ı öyle içten ve samimi karşıladı ki, ondan ayrılırken arkamızdan asansörden inene kadar bizi izleyen dost bakışları sanırım ikimiz de ömrümüzün sonuna kadar unutmayacağız.
Şafak Hanım’ın yaşadığı dünyayı anlayabilmek için gözlerine bakmanız yeterli oluyor. Bazı insanlar gözleriyle sarılır size, siz gözünüzü kaçırsanız da o kendine sizi çekerek, tüm ruhuyla kucaklar. Biz de o gözlerle kucaklandık ve o ruhla sımsıcak sarmalandık. Bizi Meclis’te makam odasında ağırladı. Odasında kendisine hediye edilen tablolar vardı ve aralarında Nazım Hikmet’in resmini gördüğümüz bir tabloya rastlayınca bir Nazım Hikmet aşığı olarak, çok mutlu oldum. Bir de masasında bulunan hediye bebek biblosu… İnsanların ruhu odalarına da siner ve o odanın içinde kendisiyle ve dünyayla barışık bir yaşam enerjisi vardı…
O’nunla ilgili çok şey yazmak geliyor içimden ancak ne yazarsam yazayım yeterli gelmeyecek, kelimelerim tam yerini bulamayacak ve eksik kalacak biliyorum. Tıpkı O’nun için hazırladığım 36 sorunun yeterli olmadığı gibi. Öncelikle kendisine hiç sıkılmadan tüm sorularıma yanıt verdiği için teşekkür etmeliyim. Bu sayı için Yasemin Hanım’a söz vermiştim, bana ayrılan sayfalara sığacağıma ancak yine merakıma yenildim ve sordukça öğrenmek, öğrendikçe sormak istedim ve yine sayfa sınırımı aştım. Sohbet öyle keyifli ve Şafak Hanım’ın verdiği bilgiler o kadar değerliydi ki, hiçbirine dokunmadan sizinle paylaşmak için can attık.
Çocukluk anılarından, ev yaşamına, sevdiği filmlerden okuduğu kitaplara ve beğendiği dizilere, çocuk istismarından, kadın haklarına ve elbette siyaset dünyasına kadar birçok konuda konuştuk. Yani Şafak Pavey hakkında merak ettiğiniz birçok konuda aydınlanacağınızı düşündüğüm çarpıcı ve etkileyici sohbetimizle sizi baş başa bırakıyorum.
“Hrant benim için mağrur bir hüzün, Ahmet Ağabey ise öfkeli bir başkaldırıydı.”
Gazeteci bir anneyle, öğretmen bir babanın kızısınız. Ankara’da dünyaya geldiniz ve çocukluğunuzun bir bölümü İstanbul Gebze’de geçmiş. Nasıl bir çocukluk dönemi geçirdiniz? Sokağın tadına varıp, toza toprağa karışarak büyüyen çocuklardan mısınız? Nasıl hayaller kurardınız?
Hacettepe Üniversitesinde öğrenci bir ailenin çocuğu olarak doğunca, kendim hiç hatırlamasam da, üniversitede o günün öğrencilerinin, bugünün sol orta yaş kuşağının elinde büyümüşüm. Herkesin anlattığı hayli eğlenceli hikâye var bebekliğime dair ama benim hafızamda doğal olarak yok.
Hatırladığım bölüm Eskihisar’la başlar, o güzelim köy betonla talan edilmeden, keçiler, tavuklar ve köpeklerimizin olduğu bir evde büyüdüm. Gebze’de İlkokulu ve aynı zamanda Kadıköy’de konservatuar ilk bölümü bitirip ortaokulu Şişli Terakki’de, liseyi Nazilli Atatürk Lisesi’nde bitirdim. İlkokul ve ortaokul boyunca Şehir Tiyatroları’nda çocuk işçi olarak çalıştım. Maddi olarak değil ama doğru yönlendirmeler olarak, bir çocuğun sahip olması gereken her şeye sahip olduğumu düşünür ve bu konuda aileme büyük minnet hissederim. Özgürlük duygusu, kendine güven, canlı olanı her şeyi sevmek bana bu çocukluğun mirasıdır. Hayallerim arasında dünyada her yeri dolaşmak vardı ve şanslıyım ki bunu çok erken yaşta başardım.
Bir çocuğun hayatında rol modellerinin önemi büyük. Çocukluk döneminize baktığımızda, Deniz Gezmiş, Hrant Dink ve Ahmet Kaya gibi isimleri görüyoruz. O döneme gidersek, çocuk gözlerinizle onların dünyası size nasıl görünüyordu? Bu isimlerle rastlaşmanız, onlarla geçirdiğiniz zamanlarınız ve sizin dünyanızdaki yerlerini biraz anlatabilir misiniz?
Ben Deniz Gezmiş’i hiç görmedim. Sadece aile içindeki konuşmalardan tanırım. Hrant’ın elinde (Çünkü Kurtuluş’ta oturuyorduk), Ahmet Kaya’nın evinde (Çünkü annem ve babam solcuydu) büyüdüm.” Deniz Gezmiş de anne tarafından kuzeniydi. Hrant hayatımda gördüğüm en şefkatli insandı. Ahmet Ağabey ise (Kaya) en komik olandı. Hrant benim için mağrur bir hüzün, Ahmet Ağabey öfkeli bir başkaldırıydı.
“Kelimenin tam anlamıyla ‘çocuk işçiyim.”
İlk okuduğunuz kitabı hatırlıyor musunuz? Sizin masallarınız ne tür masallardı? Daha çok kim anlatırdı masalları?
Hafızamda annemin uyumam için anlattığı Samed Behrengi’nin, “Küçük Kara Balık” masalı var. Ama annem masalı sürekli değiştirir, evini terk eden küçük kara balığı dünyada dolaştırırdı. Sanırım çok seyahat buradan yerleşti hayatıma. Daha sonra kendi seçimimle Uzun Çoraplı Kız Peppe’yi başyapıt ilan ettim. Halam öğretmendi ve benim kitap sevmemde olağanüstü bir etkisi vardır.
Baba ve kız çocuğu ilişkileri derin ve özeldir. Babanızla ilişkiniz nasıl? “Benim babam… “ diye başlarsak, onu nasıl tanımlarsınız?
Babam çok disiplinlidir ama bundan sertlik anlamını çıkarmayın. Çok fazla mükemmeliyetçidir. Her şey kusursuz olsun ister. Ama hayvanlara olan sıra dışı düşkünlüğünü bana eksiksiz aktardı. Amerikalı gazeteci Ann Landers’in ‘babam ve ben’ yazısında dediği gibi: ‘Beş yaşında babam mükemmel, on beş yaşında babam kahraman, yirmi beş yaşında babam hiçbir şey bilmiyor, otuz beş yaşında galiba babam bir şeyler biliyor, kırk beş yaşında babam her şeyi biliyormuş.” Sanırım hepimiz anne ve babalarla bu zinciri izliyoruz.
“Annemin el altından beni yönlendirdiğini yıllar sonra fark ettim.”
Anneniz Türkiye’nin çok değerli kalemlerinden biri. Ayşe Önal hanımefendi Nokta Dergisi’nin yayın yönetmenliğini yaptığı sıralarda siz genç bir kızdınız. Yazar bir annenin kızı olmak, meslek seçimlerinizde etkili oldu mu?
Annem değil ama sanırım içinde bulunduğum çevre etkili oldu. Gazeteci olunca çevrenizde bütün dünya görüşlerini temsil eden insanlar oluyor ve siz hiçbirisine yabancı kalmıyorsunuz. Ama annemin el altından beni yönlendirdiğini yıllar sonra fark ettim. Bana kalsa ressam olurdum ama şiddetle engel oldu. Hatta kardeşimle aramızda onun sanat düşmanı olduğuna dair esprimiz bile vardır.
Annenizle aranızda çok özel ve sıkı bir bağ var. O’nu çok önemsediğinizi yaşamınızın detaylarında görebiliyoruz. Özellikle meslek yaşamınızda annenizden de fikirler alır mısınız? Ayşe Hanımla aranızda fikir ayrılıkları olur mu? Tartışmalarınız nasıl sonuçlanır?
O siyasi olarak çok sert, insan olarak çok komiktir. Bu iki karşıt karakter, bir de üstüne hiperaktifliği koyarsanız çok yorucu oluyor. Zaten annemin arkadaşları ondan çok yorulurlar. Ben çok sakinim, siyasi olarak da daha çok anlamayı önemserim. Dolayısı ile birbirine oldukça karşıt iki üslup çıkıyor ortaya. O beni sükûnetimden ötürü hiç beğenmez, ben de onun, bu kadar sert değil, komik halleriyle siyasi analiz yapmasının daha iyi olacağını düşünürüm. Ama sonunda ikimiz de kendi bildiğimiz şekilde yürüyoruz.
Hitabetiniz çok güçlü ve etkileyici. Bu konuyla ilgili bir eğitim aldınız mı yoksa siz çocukluğunuzdan beri bu yeteneğe sahip misiniz?
Ben kelimenin tam anlamıyla “çocuk işçiyim.” Konservatuar’da okudum. Şehir tiyatrolarında çalıştım. Sanırım bunun etkisi olmalı.
Resim yeteneğinizin olduğunu öğrendik. Resim yapmaya ne zaman başladınız? Daha çok neleri resmediyorsunuz? Bu konuda hedefleriniz var mı? Türk ve yabancı ressamlardan kimleri beğenirsiniz?
Resmin hukuktan daha önemli olduğunu, daha çocukken avukat olmasına rağmen resim ve karikatürü tercih eden annemin arkadaşı Nermin Özkan’dan öğrendim. Bana çok büyük katkısı olmuştur. Hayat bakışımı, sanata bakışımı derinden etkilemiştir. Ayrıca o zamanlar terk edilmiş köhne bir baraka olan Osman Hamdi’nin konağı da bilincimde özel bir yer tutar. İran minyatürünü, Uzak Asya resim sanatını olağanüstü severim. Uzak Asya’nın resim anlayışına hayranım. Mesela Huang Chou’nun bir resmi olsun isterdim evimde.
“Televizyonları sansür ve kültür kodlarımız üstünden değerlendirmek gerekiyor.”
Televizyonda siyasetin dışında neleri takip edersiniz? Mesela takip ettiğiniz bir dizi var mı? Geçmişte yolu televizyon dünyasından geçmiş biri olarak, bugün Televizyon programlarını, içeriğini ve akışını nasıl buluyorsunuz?
Dizilerden tek kelime ile Yalan Dünya… Televizyonları sansür ve kültür kodlarımız üstünden değerlendirmek gerekiyor. Bu nedenle uzun bir analiz şu anda fazla olacak. Alo Fatih, deyip özetlemek isterim.
Film seyretmeye, kitap okumaya, müzik dinlemeye vaktiniz oluyor mu? Ne tür filmleri izlemekten ve kitaplar okumaktan hoşlanırsınız?
Kitap okumayı çok severim. Çok klasik bir cevap oldu ama ben bir kitabı yavaş yavaş, eski bölümlerine yeniden dönerek okumayı seviyorum. Yani bir tür ritüel gibi… Ben siyasette Batılı, sanatta Doğuluyum. Azize Mustafa’nın kadife sesini dinlemeye doyamam. En sevdiğim ozan Aşık Veysel’dir ama ben onun “Uzun İnce Bir Yoldayım” şarkısını Azize Mustafa’dan daha duyarak söyleyene rastlamadım bugüne kadar. Günde en az bir kere onun bir şarkısını dinlerim. Sadi’nin Gülleri, Ömer Hayyam’ın Rubaileri’ni kim unutabilir ki; daha ne söyleyebilirim ki.
“Vekil olmak beni değil, ben vekil olmayı belirledim.”
Sizi motive eden, hayatımın filmi dediğiniz bir filminiz var mı? Hangi yönetmenin filmlerini beğeniyle izlersiniz?
Agora filmi ve Yunanlı matematikçi Hypatia’nın hayatı benim için tartışmasız başyapıttır. MS. 4. yüzyıldan kaç adım ilerde olduğumuzu o filmi izleyip anlayabiliriz. Bilimi, dinle cezalandırmaktan vazgeçmekte kaç adım yol aldığımızı da. Woody Allen filmlerini beğenirim.
Yemek ile aranız nasıl? Günlük yaşamınızda mutfağa giriyor musunuz? Yemek yapmayı sever misiniz? En çok sevdiğiniz yemek hangisi?
Yemek yapmayı çok ama çok severim. Güzel yemeklere düşkünümdür ama son iki yıldır tostla idare eder hale geldim. Çünkü güzel yemek hazırlamak zaman ve iyi malzeme ile olur. İkisi de bende yok diyelim.
Hayatı doğalında ve akışında yaşayan hayat dolu bir kadınsınız. Yeri geliyor elinize mikrofonu alıyor Patrizio Buanne’ye eşlik ediyorsunuz yeri geliyor Taksim sokaklarında insanların içine karışıyor ve onlarla yürüyorsunuz. potansiyel değil, aktif bir insan olduğunuzu yaşadıklarınızdan görebiliyoruz.
Motivasyon ve enerjiyi her zaman nasıl zinde tutabiliyorsunuz?
Kendim nasıl yaşıyorsam milletvekili olmayı da aynı hayat biçiminin içine yerleştirdim. Vekil olmak beni değil, ben vekil olmayı belirledim desem..
Türkiye’de çok kritik bir dönemde olduğumuzu düşünüyorum.
“Artık altı boş bir milletvekilliğine kanıp, tavus kuşu edasıyla ortalıkta dönmenizin topluma bir faydası yok.”
Artık altı boş bir milletvekilliğine kanıp, tavus kuşu edasıyla ortalıkta dönmenizin topluma bir faydası yok. Kendiniz gibi insanlar için, kendinizin de dahil olduğu hakları korumak ve savunmak için son duraktasınız. Bunun bir hayatta kalmak ya da yok olmak çizgisine ulaştığını biliyorsanız eski kalıplara sıkışmanız tamamen komik bir aptallık olacağını bilirsiniz.
Yalova’dan dönerken feribota binmiştim akşam. Kamyon sürücüleri de ordaydı. Onlara çay salonuna en kolay nereden çıkacağımı sordum. Beni tanımışlardı ama birlikte oturup çay içmek onlara da bana da iyi geldi. Nasıl zorluklarla karşılaştıklarını ve hayatın onlara hiçte iyi davranmadığı üstüne konuştuk. O kadar mutlu oldular ki, Kartal girişinde bekletilip ceza yeseler de, bu seferlik aldırmayacaklarını söylediler. Bu güven bana çok iyi geldi.
“…bir bacağım protez olduğu için her birimizden daha fazla düşe kalka yürüdüm…”
Hem engelli, hem kadın, hem de çok başarılı … Bu başarınız 2010 yılında dünyanın en büyük sivil toplum örgütlerinden JCI Genç Liderler ve Girişimciler Derneği’nin verdiği Dünyanın En Başarılı 10 Genci ödülünü almanıza sebep oldu. Aynı zamanda Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın Cesaret Simgesi Kadınlar ödülüne layık görüldünüz. Size ödülü takdim eden Hillary Clinton ödülü verirken “engelini bir güç haline dönüştürdü” diyerek, başarılarınızı övdü… Türkiye’de bu başarınızın ve gücünüzün size geri dönüşünü nasıl yorumluyorsunuz?
Sanırım içgüdülerimle sabrımın sentezinden oluşan bir duygu güç veriyor. Bunun sıra dışı olduğunu içinden geçerken fark etmiş olduğumu sanmıyorum. Çok sonraları çevremden olağanüstü takdir alınca; ‘Sahi ben önemli bir şey mi yaptım?’ diye kendime sordum. Ve daha sonraları benzer sıkıntılardan geçen insanlar tecrübemle ilgilendiklerinde bir mücadeleden geçmiş olduğumu kendim de fark ettim.
Çünkü her birimizin doğası tarifsiz zayıflıklarla yüklü… Her an teslim olmak mümkün. Ama sanmayın ki düz bir çizgide yürüdüm. Hepimiz gibi düşe kalka hatta bir bacağım protez olduğu için her birimizden daha fazla düşe kalka yürüdüm diyebiliriz.Bu kaza bana hayatta önemli olan ve önemsiz olanları ayırt etmeyi öğretti. Kazalar ya da felaketler geçtiğinde insanın kendisini yanlış bir yerde bulması her zaman mümkündür.
“Yanlış bir yere düşmemek için benim sorum şu oldu; İnsanların büyük çoğunluğu hayatın türlü zorlukları ile yüzleştiğinde ne yaparlar?”
Metanetlerini korurlar. Cevap herkes için son derece netti. Ama gerçekte böyle olmadığını da hepimiz biliyorduk. Ve metaneti nereden elde edebileceğime dair hiçbir cevabım yoktu. İşin doğrusu onu nerede arayacağım hakkında da bir fikrim yoktu. Kalbimin yahut beynimin kimyasında mı, genetik yapımda mı? Yolu ne olursa olsun, insanın zorluklara karşı dayanma gücünü artıracak bir yol bulma fikri, uğrunda mücadele etmeye çok değer görünüyor. Sadece ölümün kıyısından dönmüş biri olarak bize hediye edilen hayatın çok değerli olduğunu ve olur olmaz kötümserlikle çarçur etmeye hakkımız olmadığına inanıyorum. Belki bu beni iyimser ve umutlu yapıyor.
“Şikayet ve yakınma yerine, ‘yapabileceğim ne var?’ diye düşünmek büyük bir enerjidir.”
Takipçilerinizin ve sevenlerinizin tabiri ile ‘aktif bir dünyalı’, ‘aktif bir vatandaş ‘ olarak bu gün engeller konusunda sınırları aşmaya çalışan kadınlar ve erkeklerin de aktif bir vatandaş olabilmeleri için nasıl bir pencereden bakmaları gerekiyor? Bu motivasyonu nasıl sağlayabilirler ve toplum olarak engellere bakış açımızı nasıl görüyorsunuz? Beklentilerin ötesine geçebilmemiz için neler yapmalıyız?
Bence toplumun ortak küçüklük komplekslerinden ötürü güzele ve zengine ve güçlüye tapma hastalığının bir yansıması engelliler üstüne bu kadar utanç, merhamet ve saklılık duygusu hissetmek olarak görülüyor. Oysa en beceriksiz ya da en yoksun insanın da diğerleri eşit hayat hakkı olduğu kadar, hayata katacağı bir şey vardır. Önemli olan o savunmasızları kendilerini koruyabilecekleri yeteneklerle donatmaktır. Şikayet ve yakınma yerine, yapabileceğim ne var diye düşünmek büyük bir enerjidir. O zaman kendi başlarına ayağa kalkabilirler. Dünya bunun parlak modelleri ile dolu. Mesela engelli İngiliz pilot Douglas Bader iyi bir örnektir diye düşünüyorum.
Dünyada ve Türkiye’de örnek aldığınız liderler var mı? Kimler ? En çok hangi özellikleri etkiliyor sizi?
Ben hep tekrarladığım üzere hayli romantik bir siyasetçiyim. Rol modellerim de buna göre oluyor. Mesela 18. yüzyılda köle ticaretinin yasaklanmasını sağlayan İngiliz Parlamenter William Wilberforce ya da eski Çek Cumhurbaşkanı Vaclav Havel benim için oldukça etkileyici modellerdir. Wilberforce’dan neden etkilendiğimi Amazing Grace filmini izlediğinizde göreceksiniz. Havel ise sanatçı, bu her şeye bedel.
“Bizim evde ağlamak hele hele gözyaşını başkasına göstermek çok zayıflıktır.”
Sizi hep gülümserken görüyoruz. Sizi ağlatan nedenler neler olur? Geçmişte sizi ağlatan nedenlerle şimdi ki nedenler arasında nasıl farklar var?
Ağlamayı öğrenmedik. Biz de, ağlamak hele hele gözyaşını başkasına göstermek çok zayıflıktır ve karşısındakinin duygularını manipüle etmek olarak terbiye aldık. Eskiden de şimdi de sadece çok özel birisini kaybettiğimde gözyaşlarıma engel olamıyorum. Bir de ağır sosyal trajedilerde kendimi kontrol edemiyorum. Pencere olmadığı için ölen küçük bebek gibi mesela… Her hatırladığımda gözlerim doluyor.
Uzun, kısa yolculuklar, mitingler, açılışlar, toplantılar… hayatı hep hızlı bir tempoda yaşıyorsunuz. Mola sizin için nasıl bir anlam taşıyor ve mola’yı hakkıyla yaşadığınız, huzur bulduğunuz yer neresi oluyor?
İstanbul’da deniz kıyısında bir kahvede oturabiliyorsam engin bir huzur bulurum.
Müsaade ederseniz size özel bir soru sormak istiyorum. Güzel ve çekici bir kadınsınız aynı zamanda da zeki ve yetenekli. Kadınların erkeklerin bir adım arkada olması gerektiğini düşünen bir toplumuz. Adımlarınızın önde olması, size yaklaşımları etkiliyor mu? “Erkekler güçlü kadından çekinir “ sözüne nasıl bakıyorsunuz?
Hiç etkilediğini görmedim bugüne kadar. Mesela bir mitingde tanıştığım bir seçmenimiz bana “Elleri üşüyen adam” diye e mail atmıştı. Öyle devam ediyor yazışmamız. Ben de çekinme yerine sanırım daha da fazla yakınlaşmaya dönüşüyor güçlü olmam. Pek çok zaman siz sözcüğü yerine doğrudan sen olarak konuşurlar benimle. Çok rahat hissediyorlar sanırım.
“Temel olarak bir toplumsal huzur sorunumuz var.”
Türk halkının psikolojisi hakkında bir araştırma yapıyor musunuz? Siyaset dünyasında halkın psikolojisi ve sosyal hayatı hakkında konunun uzmanlarıyla işbirliği içinde olabiliyor ve onlardan fikir alıyor musunuz?
Ben siyasetçi olarak en çok halkın mutluluğuna değer veririm. Bu nedenle de pek çok konuşmamda; dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı, Pasifik Okyanusunun güneyindeki küçücük ve yoksul ada devleti Vanuatu’yu örnek veririm. New Economics Foundation adlı kuruluşun yaptığı araştırma insanların yeryüzünün kaynaklarını har vurup harman savurmadan da, ellerindeki kısıtlı imkânlarla da mutlu olabileceğini gösteriyor. Biz o yoksul ülkenin birinci olduğu listede 98. sıradayız. O halde temel olarak bir toplumsal huzur sorunumuz var. Siyasetçi halkın huzurundan sorumlu olduğuna göre bu konunun gündemin ilk sırasında yer alması gerekiyor ama ne yazık ki ideolojik savaşlar liste başı. Ben bu durumu anlamaya, nasıl çözeceğim üstüne kafa yormaya çok önem verdiğim için sürekli olarak sosyolog arkadaşlarımla konuşuyorum ve daha da önemlisi insanlara mutsuzlukları üstüne sorular soruyorum. Aldığım sonuçları iyi modellerle karşılaştırıp nasıl çözdüklerini anlamaya çalışıyorum.
Sosyal siteleri çok iyi ve aktif kullanan siyasetçilerden birisiniz. Twitter sayfanızı 548 bin kişi Facebook sayfanızı ise 298 bin kişi takip ediyor. Yorumları kendiniz mi yazıyorsunuz yoksa sayfanızı kullanan bir ekibiniz var mı?
Twitter sadece bana ait ama facebook’u gönüllü genç ekibimiz üstlendi. Gül ve Doğuş sağ olsunlar. Kimseye söylemeyin ama daha facebook hakkında en küçük fikrim yok. Aslında sosyal medyayı daha aktif kullanmam gerekiyor, bu konudaki eleştirileri kabul ediyorum ama her gün o kadar ağır insani dramlarla karşılaşıyoruz ki, sanal olana yetişmekte zorlanıyorum.
5 Şubat tarihinde İnternet Sansür Yasası ile ilgili esprili bir paylaşımınız oldu.
“İnternete Sansür Yasası geçerse yakında dumanla haberleşeceğiz. Tedbir olsun diye güvercin de yetiştirmeye başladık:))”
Türkiye’de yaklaşık 35 milyon internet kullanıcısı var ve bu sayı her geçen gün artıyor. Bu iletişim ağını kesmek insan haklarına da müdahale değil mi? Avrupa Birliği İnsan Hakları İzleme Örgütü’nden veto çağrısı oldu. Sizce bu çağırı, süreci nasıl etkileyecek? Güvercinleri ne yapalım?
BM daha yeni uyarı da bulundu. “İnternetle ilgili yasal düzenlemenin ifade özgürlüğü, özel hayatın gizliliği hakkı gibi ihlallere yol açabileceği kaygısını taşıyoruz.” New York Times daha yeni yazdı: “ İnternet yasasını onaylayan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ifade hürriyetine yönelik saldırısına iştirak etti.” İnternet yasası, Türk demokrasisine yönelik son darbedir. Medyayı yargıyı, MİT’i, eğitimi, iletişimi yüzde yüz kontrol eden bir siyasi yapıyla karşı karşıyayız. Denetim sıfır, itiraz baskı altında, kala kala eski usullere kaldık, dumana ve güvercinlere…
Hayatta öncelikleriniz var, önce çocuklar, kadınlar ve engelliler… Çocuklarla ilgili belgeselleriniz de var. Almadovar’ın çöl çiçeği filmini izlediniz mi? Sudan’lı manken Waris Dirie’nin hayatını anlatıyor. Sünnet edilen kız çocuklarının hayatını izlediğimde kız çocuğu olmanın sadece Türkiye değil bir dünya sorunu olduğunu görüyoruz. Siz de, Cezayir, Sahra, Mısır, Yemen, Lübnan, Suriye, Irak, İran, Afganistan, Cenevre gibi ülkelerde insan hakları konusunda çalışmalar yaptınız. Filmde beni çok etkileyen bir sahneden yola çıkarak bir soru sormak istiyorum.
Waris, şiddetli ağrı sebebiyle hastaneye gittiğinde doktoru : “Senden alınanı geri veremem ama daha az acı çekmeni sağlayabilirim” diyor.
Bir kız çocuğunun cesaretle yaptığı bir eylem, istemediği o dünyadan kaçışı ile değişen yaşamı ve Sudan’da kız çocuklarının sünnet edilmesinin yasaklanmasına sebep olan yaşam hikayesi… Bu hikaye, sanki tek vücut olunursa, birçok şeyin değiştirilebileceğine inancımı arttırdı. Bu ütopik bir düşünce mi?
Ütopya olmasa, insanın rüyası olmasa, gelişme olmaz. İnsan haklarını kabul etmek, toplumların kendilerine benzemeyenlerin hakları konusunda ikna olması uzun bir yolculuk… Biz bu konuda gerilerde kalan bir kültürüz. İnsan haklarının bir bütün paket olduğunu, birbirlerine bağlı değerler olarak işlerlik kazandığını anlamak hayli yoğun bir empati gücü gerektiriyor. Hayvanlara özen gösterince doğaya da özen göstereceğimizi, kadınımızın canını yakmayınca çocuğumuzun da canını yakmayacağımızı anlamak için hayli yol kat etmek gerekiyor. Ben insan hakları bütününün toplumlara göre değişiklik göstereceğini kabul edenlerden değilim. Eğer gelenek ve kültür bu haklara karşı direnç gösteriyorsa değişmesi gereken onlardır hakların içeriği değil.
Bizde yasalar, modern toplumlarda olduğu gibi toplumsal değerlerden ve mutabakattan süzülerek oluşmuyor. Pek çok üst baskı ile yasa oluşuyor ve bu kültürle çarpışınca ortaya şiddetli bir direnç çıkıyor. Yasayı doğru eğitimle, doğru dini rehberlikle, doğru aile değerleri ile desteklemeden hayata uyarlamanız mümkün olmaz. Bu doğru tanımından kastım evrensel değer anlamındadır. Evrensel değer çıtanızsa her şeyi değiştirebilirsiniz. Yavaş olur, geç olur ama sonunda mutlaka olur.
Türkiye’de ve dünyada küçük yaşta evlendirilen, yok sayılan kız çocuklarının acı çekmemelerini sağlayabilmek ve hatta onlara ait olanın canice ellerinden alınmamasını sağlamak mümkün mü? Bunun için nasıl bir çalışma yapılması ve nasıl bir yöntem izlenmesi gerekiyor?
Ben bu konuda BM İnsan Hakları Konseyinde bu konuyla ilgili bir konuşma yapmıştım:
“Temel hak ve özgürlüklere ait gelişmeler derin bir kültürün altında gömülü… Karşı karşıya olduğumuz bu büyük engeli; ancak Özgürlüklerle Gelenekleri uzlaştırmak için bir yol bulduğumuzda aşabileceğimize inanıyorum.
Örneğin, kadınlara karşı asit saldırılarıyla devam eden fenomene bakalım; Kadınların cinsel taciz ya da aile anlaşmazlıklarına karşı direnen, zorla evliliği reddetmesi sonrasında yüzlerine asit dökerek cezalandıranlara karşı cezalar oldukça yüksek. Ama caydırıcı olmuyor. Kurbanların sayısı sürekli artıyor. Bu durumda asayiş güçleri veya hukuki irade güçlü davransa bile kültürel direnç iradesini aşıp engel olamıyor.
Başka bir kültürde, çocuk askerler veya çocuk gelinler ailelerinden satın alınarak, bütün tarafların rızası içinde istismar ediliyorlar.
Aileler, alıcılar ve çocuklar anlaşmış görünüyorlar. Hiçbir zorlama izine rastlanmıyor. O halde bununla nasıl mücadele edeceğiz. Benim cevabım bu ortak rızayı meydana getiren “derin kültür” ile mücadele etmek zorunda olduğumuzdur.
Kültürel kampanyalar üzerinde daha fazla odaklanmak gerekiyor. Katılımcı demokrasi için bunu bir kıstas haline getirmeliyiz. Belki de parlamenterler ve hükümetler; mevzuatları ve insan haklarını birlikte planlayıp, kapsamlı kültürel kampanyalardan da sorumlu olmalıdırlar. Ben hükümetlerin, genel olarak davranış standartları için semantik insan haklarını bir referans gibi kullanabileceklerini düşünüyorum.
Bundan böyle daha fazla hukuksal gelişmeyle değil, ancak kültürel önyargıları temizleyecek eğitim çalışması ve hesap verebilirlikle yol alabiliriz.
Bize geçmişten yoğun önyargılar ve ayrımcılık miras kaldı. Şimdi her türlü ayrımcılık ve nefret suçları ile çok yüksek seviyede mücadele ediyoruz. Çünkü bize bırakılmış bu yükleri gelecek nesillerin omuzlarından kaldırmak asıl görevimizdir.”
Televizyon programı editörlüğü yaptığım dönemde taciz ve tecavüz konusunu işlediğimizde çok ciddi telefonlar aldık. Babası tarafından tacize uğrayan erkek ve kız çocukları aradılar programı. Orada bir şeyi çok net gördüm ki, anneler ( kadınlar ) hep çocuklarının başına gelenlere sessiz kalmışlar. En büyük neden ise, toplum tarafından yargılanmak.
Bu konuyla ilgili halkı bilinçlendirecek çalışmalar yapılıyor mu? Son dönemlerde haberlere düşen tecavüz ve taciz zanlılarının serbest kaldığına, hafif cezalarla kurtulduklarına şahit oluyoruz. Bu nedenler, gelecekte bu vakaların artmasında ne kadar etkili olur? Çözüm ne olmalı?
Adalet ve hukuk kültürün içinden süzülüp gelmezse, kültürel kodlar hukuk kurallarına direnç gösteriyorsa bir anlamı yoktur. Hukukla sokak arasında devasa bir uçurum olduğu için bu konuyu çözemiyoruz.
Siyaset dünyasında çocuk istismarlarının altındaki nedenleri araştıran bir sistem mevcut mu? İstismarda bulunanın ceza alması için neler yapılması gerekiyor?
Ben ceza yerine, imkan tanıma sistemine inananlardanım. Toplumun çoğunluğunu ikna ettiğinizde, bazı kural bozuculara verilen münferit bir yaptırım haline gelir ki bu iyi bir sonuçtur. Toplumun çoğunluğu çocuğu korumak üzere hazırdır. Çocuk istismarı yukarda da anlattığım üzere esas olarak çocuk yoksulluğuna dayanır. Bu diğer yoksulluklara benzemez. Yoksulluğun pençeleri, bir aileye uzandığında, bundan en çok zarar görenler; ailenin küçük üyeleridir. Yaşama, gelişme ve büyüme hakları riske atılmıştır.
Çocuk: yeryüzünün maliyeti en pahalı servetidir. Kadına çok çocuk tavsiye ettiğinizde, onlara nasıl bakılacağını, geleceklerinin nasıl güvence altına alınacağını, hakkı olan refahtan: yolsuzluğa, dilenciliğe, suça bulaşmadan nasıl pay alacaklarını da sunmak zorundasınız. Sunmuyorsanız, çok çocuk, perişan çocukları için acı çeken, daha perişan kadınlar topluluğu yaratırsınız ama bununla da kalmaz, istismara çok açık çocuklar topluluğu yaratırsınız. Bundan sonra söylediğiniz popülist süslü cümlelerin gerçekte hiçbir manası yoktur.
Birçok orta yaşlı insanın Gezi’den sonra gençliğe bakışı değişti. Gençlik ve Gezi … Bu iki kelime sizin için nasıl bir anlam ifade ediyor? Gezi mağduru çocukların anne ve babalarının gözlerinin yaşı diner mi sizce?
Gezi bir ayaklanmadır ama ayaklanmaların her zaman kolay ve hazır bir tanımı vardır; Kentlerin yoksul kesimlerinde, sosyal yabancılaşma, genç işsizliği, polis ve/veya ebeveynden nefrete dayanan kültür normları tetikleyicidir. Ayaklanmalara karışan gençlerin kendilerini bulundukları topluma ait hissetmemeleri belirleyici oluyor. Benim de bir parçası olduğum Gezi’de böyle olmadı; Ayaklanmamızda yoksul mahallelerin derinliklerinden gelen bir çığlıktan çok, bize dikte ettirilen hayatı reddeden bir itiraz vardı. Gezi gençleri; sosyal yabancılaşma duygusu ile incinmiş değillerdi. Ebeveynleri ile ilişkileri annelerin yiyecek, babaların gaz maskesi taşımasıyla görüleceği üzere oldukça yakındı. Sürüldükleri uçurumun kıyısından var olabilme azmi doğmuştu. Sokak; ırk, din, hayat tarzı gibi konulara bakmadan kendi gerçeğine sadıktır. Gezi bu sadakatin patlamasıydı. Sanırım, herkes, güven içinde olmak; iyi eğitim almak, onurlu çalışmak; özgürce öpüşebilmek ve eğlenerek yaşamak istiyor.
Otoriterliğe itaati, insan doğası sanan iktidar için Gezi protestosu gerçek bir şaşkınlık oldu. Şaşkınlık geçtikten sonra da şiddetle terbiye edilmesi gereken bir itaatsizlik… Bizde, kültürel olarak, gençlerin büyüklerine karşı bir fikir ileri sürmesi saygısızlıktır… Bu nedenle Gezi ağaçlarını hükümete karşı korumak, gelenekçiler tarafından otoriteye karşı terbiyesizlik olarak algılandı.
Acı düştüğü yeri yakar. Burada gözyaşlarının dinmesinden ziyade kaybettiklerimizin bize canlarıyla kazandırdıkları özgürlükleri onların hatırası adına ve pahasına korumak esastır. O zaman gözyaşları dinmese de kederli hüzünlü bir huzura dönecektir.