“Acaba orada mıydılar? O tarifi imkansız devasa ve ilkel makineleriyle sepya harikalar yaratan Abdullah Şükrü Efendi ve biraderindendir sözüm, hani şu sararıp solmuş fotoğrafların altındaki kunt imzalarıyla Abdullah Freres.” diye başlıyor Jack Deleon’un Remzi Kitabevi’nden çıkan Eski İstanbul’un (Yaşayan) Tadı isimli kitabının Orient Express isimli ilk bölümünün giriş paragrafı ve devam ediyor “Abdülaziz’den aldıkları irade-i seniye ile Ressam-ı Hazret-i Şehriyari Abdullah Efendi ve adı sanı yalnızca kardeşlikte saklı biraderi. Vakit Haziran 1876’dır ve bu kez İkinci Abdülhamit cülus eylemiştir. Unvanları ibka edilen biraderler, çıkardıkları suretlerin kartonlarında padişahın tuğrasını bulundurmaya başlarlar. Devlet ricali ve kibarlar bu zarif ve hünerli ikilinin Beyoğlu’ndaki alacakaranlık, merdivenleri tırmanmakla tükenmez stüdyolarına giderek aile fotoğrafları çektirirler. Sonradan Hünkar Fotoğrafçısı unvanını alacak olan Phebus Efendi ve fabrika gibi çalışan Apollon Fotoğrafhanesi henüz piyasada yoktur… İsveçli fotoğrafçı Guillaume Berggren, 1866’dan beri 414 Rue de Pera adresinde hizmet vermektedir gerçi, Beyrut’ta 1876’da dükkan açan Felix Bonfils sağlam bir İstanbul fotoğrafçısı olarak anılır ama Abdullah Efendi ve Biraderi’nin popülaritesine erişmek ne mümkün? Çok geçmedi, pıtrak gibi fotoğrafhane bitiverdi Beyoğlu’nda; floresan öncesi, sac üstüne yağlıboya tabelalarıyla 20. yüzyılın ilk demlerine kadar Taksim-Tünel güzergahını işgal altında tuttular.” Jack Deleon Beyoğlu’nda iş yapan fotoğrafçılar da tanıtmasının ardından Orient Express’in yani Şark Ekspresi’nin hikayesini anlatmaya başlıyor. 1883 yılında seferlerine başlayan Şark Ekspresi 5 yıl boyunca son durağı olan İstanbul’a ulaşamadan yolculuğunu tamamlıyor ve 1888 yılında ilk defa İstanbul ile kucaklaşıyor. Yolcuları, yolcuların ağzından yazılanları, hakkındaki romanları ile Şark Ekspresi’nin hikayesini detaylandıran Jack Deleon, 1888 yılında trenin İstanbul’a ilk varışı ile ilgili serzenişte bulunuyor yazının bitiminde: “Ve hep merak etmişimdir, acaba orada mıydılar diye, şu bizim Abdullah Efendi ve biraderi… Neredeyse sigara sarılacak denli incelmiş, sarısıyla siyahıyla elyaf elyaf dökülen eski fotoğrafları karıştırıyorum, ilaç için tek Orient Express yok! Ama belki 1888’de ki o tarihi gün Sirkecideydiler, bol bol fotoğraf çekmişlerdi ve hatıra olsun diye eşe dosta dağıtmışlardı; ya da (nedense) Sirkeciye hiç uğramayıp Hasan Efendi’nin idaresindeki Hayalhane-i Osmani Kumpanyası’nda birinci aktris Perviz Hanım’ın menfaatine sahnelenen ‘La Dam O Kamelya‘yı resmetmeyi yeğlemişlerdi. Ola ki Abdullah Şükrü’nün dişi ağrımıştır ve kendisini Diş Tabibi Mösyö Bari’nin Beyoğlu’nda Fransız Sefarethanesi’nin karşısındaki 374 numaralı ‘daire-i mahsusa‘sına zor atmıştır… Belki de biraderler gözlerini yüz yıl sonrasına çevirip, İstanbul’u içten kuşatan ‘entel bar‘larda ‘bulut kıvamında, mavi damarlı ve hafif hazin‘ rakılarını yudumlayan ‘aydın‘ların Orient Express’i yalnızca Agatha Christie nam hatunun polisiyesinden ya da Osman Şengezer’in İstanbul Devlet Operası’ndaki Paris dekorundan bileceklerini (ve gerisini pek umursamayacaklarını) öngörerek bu işten tümden caymışlardır… Kim bilir!”
Jack Deleon kitabının “Orient Express” adını verdiği bu ilk bölümünü “Kim bilir!” nidasıyla bitirirken bir yandan serzenişte bulunuyor Abdullah Biraderlerin nezdinde dönemin fotoğrafçılarına bir yandan da nazik dokundurmalar yapıyor. (Ve ilave olarak da dönemimizin entel(lektüel)lerine.)
Elli yıl, yüz yıl, iki yüz yıl sonrasını düşündüğümüzde ise dünyamızda belki hayal bile edemeyeceğimiz teknolojik gelişmeler olacak; belki sınırlar kalkacak ya da kimi ülkeler tarihin sayfalarına gömülürken kimi yeni ülkeler kurulacak, kim bilir belki başka başka dünyalar ile ilişkiye girilecek. Ancak tüm bu gelişmeler olurken tarihçiler, sanat tarihçileri ya da Jack Deleon gibi kimi özel bir takım konuları araştıranlar için ulaşabildikleri yazılı belgeler ile birlikte döneminde (sanatsal amaçlı ya da değil) ortaya konmuş görsel ürünler kullanılabilir veriler olacaktır ve belki de, ilgilenilen konudaki, sanatsal kaygılı olsun ya da olmasın o görsel ürünü ortaya koyanlar içinden (eğer birden fazla ürün söz konusu ise) ürüne estetik öğeleri (?) en iyi yerleştirenler sanatçı olarak gelecekte yerlerini alacaklardır, ürünleri ise sanat eseri. (Ürün yegane ise ne olursa olsun konunun önemiyle orantılı olarak onu ortaya koyan kişinin sanatçı payesini alabilme şansı yükselecektir.)
Olayı fotoğraf açısından değerlendirdiğimizde ise yukarıda paragrafta belirtilen görsel ürün (usta fotoğrafçılarımızın fotoğrafın son noktası olarak tekrar tekrar belirttikleri) fotoğraf albüm(leri)dir. Burada amaç geleceğe ulaşmaktır, gelecekle köprü kurmak ve fotoğraf sanatçısı olabilme şansını yakalayabilmektir. Eski Galata Köprü’sünü, artık varolmayan ya da varolmayacak olduğu varsayılan meslekleri, İkinci Dünya Savaşı’nı, Brezilya’daki altın madeninde çalışanları, Hasankeyf’i, Tarlabaşı’nın eski halini, Cumartesi Anneleri’ni, Kazlıçeşme’deki deri fabrikalarını, Bombay’daki genelevleri, Tarlabaşı’ndaki Kentsel Dönüşümü fotoğraflayıp, sonra da o fotoğrafları bir albümde topladığınızda artık sanatçı olabilme şansını (nasıl fotoğraf sunarsanız sunun) yakalamışsınız demektir, artık potansiyel bir fotoğraf sanatçısısınızdır yani…
Ancak artık belgesel amaçlı hazırlanmış fotoğraf sunumları da bilgisayar ortamında kaydetmenin olanaklı olması nedeniyle, bir belgesel film gibi geleceğe ulaşabilecek görsel ürün niteliği kazanmaya başlamışlardır ve gelecekte fotoğraf albümlerinin ve diğer görsel malzemelerin yanında yerlerini almışlardır. Ve bu sayede daha az maliyetle sanal ortamda oluşturulacak (bir albüm olarak ta değerlendirilebilecek olan) fotoğraf sunumlarının yaratıcıları gelecekte sanatçı olarak değerlendirilebilme şansına sahip olmuşlardır.
Sonuç olarak günümüzde de fotoğraf albümleri, genel olarak, fotoğrafın tamamlandığı son noktadır ama seçenekler de çoğalmıştır, belki de hayal edemeyeceğimiz yeni gelişmeler ile seçenekler daha da artacaktır; ancak bir gerçek var ki zamanın herhangi bir kesitindeki bir olayı, bir mekânı, bir canlıyı belgeleyen her fotoğraf geleceğe ışık tutmaya, şu ya da bu şekilde devam edecektir, işte belge fotoğrafının gücü buradadır…