Bir Distopya Roman Veganlar: Et Yememizin Nedeni Kabuller ve Alışkanlık

Yarasa tüketimiyle ilişkilendirilen koronavirüs pandemisi hepimizin yaşamını etkiledi, ancak sonrasında normal hayatlarımıza geri dönebildik. Peki hayvan kaynaklı büyük bir salgınla kaosa sürüklenen dünyada et yemek yasaklansaydı nasıl bir hayatımız olurdu sizce? Yazar Mehmet Mollaosmanoğlu, son distopik romanı “Veganlar”da et yemenin cezalandırıldığı çevreci ama yasakçı bir sistemi odağına alıyor. Yazarla gizem dozu hayli yüksek olan bu yeni eserini konuştuk.
Sayım Çınar: Yeni kitabınız “Veganlar” okurla buluştu. Hayırlı olsun diyelim. Her ne kadar kitabınızın sonunda yanıtını vermiş olsanız da henüz okumamış olanlar için soralım; siz de vegan mısınız?

Mehmet Mollaosmanoğlu: Veganlığı onaylayan biri değilim. Vejetaryenlik evet, gönülden evet hem de. Ben ikisi de değilim ama vejetaryenliğe yakın bir beslenme düzenim var. Örneğin 25 yıldır ağzıma büyükbaş ve küçükbaş hayvan eti koymadım. Paul McCartney, “Mezbaha duvarları camdan olsaydı herkes vejetaryen olurdu” demiş. Benim böyle bir deneyimim var, zaten ondan sonra kırmızı et yemeyi bıraktım. Bu hikâyeyi merak eden kitabın sonundaki sonsözü okusun, burada uzun uzun anlatmayayım. Ne var ki arzularını, heveslerini, özentilerini sulandırıp bulanıklaştırarak istediği kaba sokan insan için ne fark eder! McCartney’in bu sözü kabullerden, geleneklerden sıyrılmış gerçekten özgür bir beyne sahip bireyler için geçerli.

Et ve hayvan ürünleri tüketiminin yasak olduğu bir gelecekte geçiyor romanınız. Günümüzde, dünyanın geleceği için et tüketiminin yasaklanması gerektiği görüşüne sahip olanlar kadar, eti yasaklamanın iyilikten çok kötülükle sonuçlanacağı kanısında olanlar da var. Siz neler söylemek istersiniz bu konuda? Et yemek, dünyaya ve doğaya karşı işlenen bir suç mu?

Neden et yiyoruz, niçin etin tadını çok lezzetli buluyoruz? Bu sorudan başlamak lazım… Yanıtı kolay aslında; kabuller ve alışkanlık. Ben iddia edildiği gibi eti asla lezzetli bulmuyorum hatta kırmızı et benim için kötü kokan iğrenç bir besin kaynağı. Bir et lokantasının önünden geçerken burnumu tıkamak zorunda kalıyorum. Neden? Alışkanlıklarımdan ve kabullerimden sıyrıldığım için. Bu işin logaritmasına bakacak olursak, özgür iradeyle algılama biçimi, kabullerle algılama biçiminden farklıdır. Kabuller manipülasyonların atasıdır. Siz manipüle edilmiş bir beyne mi inanırsınız, var oluş özelliğini koruyan ya da fabrika ayarlarına dönmüş bir beyne mi? Özetle, et yemek sadece bir kabul ve hiç gereği yok. Beslenme düzeni içinde etin yerini tutacak bir sürü tohum, baklagil ve mantar çeşidi var. Üstelik bazıları aminoasit türevleri ve protein bakımından etten daha üstün. Kaldı ki bir eziyet, sömürü düzeni kurulmadan da insanlar süt, yumurta gibi hayvansal ürünler tüketebilir, bence mümkün.

NE YAPARSANIZ YAPIN ET TÜKETİMİNİN ÖNÜNE GEÇEMEZSİNİZ

Tıpkı insanlar gibi sevebilen, korkan, üzülen, bilinçli bir canlı, ilkel ve vahşi yöntemlerle kesilip insanların besin maddesi haline dönüştürülüyor. Bu açıdan bakınca dehşet verici bir tablo tabii. Et tüketiminin iklim değişikliği üzerindeki payı da büyük. Öte yandan uzmanlardan duyduğumuz bir gerçek de var; et önemli protein kaynaklarından biri. Acaba sorunun çözümü; et tüketiminin kademeli olarak sınırlandırılması olabilir mi?

İnsanın yaşadığı her yerde hayvan da yaşıyor ama insanın yaşadığı her yerde bitki türleri yaşamıyor, beslenme tarzındaki sorunlar burada başlıyor işte. Suudi Arabistan’da, Moğolistan’da, Afrika’nın kuzeyindeki ülkelerde ve Sibirya, Patagonya, Alaska gibi bölgelerde insanlar hayvan türleriyle beslenmek mecburiyetinde. Bu noktada Dünya gezegeni belirli coğrafyalar dışında insanlara bitkisel beslenme imkânı vermiyor. Daha doğrusu yaşam bu şartlarda başlamış. Ne var ki günümüzde insanlar Mars’ı kolonileştirme planları yaparken, çöle, kutuplara ve benzer zorlu coğrafyalara neden çok büyük seralar kurmasın, bu seralarda insanın ihtiyacı olan sebzeler, meyveler, baklagiller ve mantarlar yetiştirilmesin? Zor değil.

Ama hayır, ne yaparsanız yapın et tüketiminin önüne geçemezsiniz. Sigarayı kapalı mekânlarda yasakladılar, paketlerin üzerine insan psikolojisini alt üst edecek iğrenç resimler koyar oldular, peki ne oldu; hiçbir şey. İnsanlar kendi sağlıklarını tehdit eden bir ürünün zararlarına olabildiğince duyarsızken, tüketmekten zevk aldığı ürünlerin kaynağı olan başka canlıların çektiği ıstırabı ve acıyı mı önemseyecek? Maalesef yaşam dediğimiz kavram insanlar için büyük ölçüde bir kabuller ve alışkanlıklar dalgası.

YASAKLARDAN NEFRET ETMEYENİN DEMOKRASİ BİLİNCİ YOKTUR

Çevreci ama yasakçı bir sistemin hâkim olduğu bir distopya kurgulamışsınız. Herhangi bir konuda yasaklar çözüm olabilir mi? Kitleler üzerinde otorite sağlamanın yolu yasaklar mıdır?

Bana göre bütün sorunların kaynağı insanın kendisidir. Hoşuna gitmeyen her kavramın yasaklanmasını isteyen insanlardan bahsediyorum. Öyle kısır bir düşünce biçimi ki, kendi hoşlandığı sosyal unsurlardan bir başkasının hoşlanmadığını ve onun da bunun yasaklanmasını isteyeceğini düşünemeyecek kadar kısır. Özellikle gelişmişlik düzeyi düşük toplumlarda bu kutuplaşma can sıkıcı boyutlarda ortaya çıkıyor. Böyle topluluklarda da halkın içinden çıkmış o kafadaki iktidarlar kendi görüşleri lehine otoriter ve yasakçı oluyor. Yasaklardan nefret etmeyenin demokrasi bilinci yoktur ve fikren az gelişmiştir, çünkü yasaklar suçun çoğalmasından başka hiçbir işe yaramaz.

Kitapta, et ve et ürünlerinin yasaklanmasına 50 yıl önce yaşanmış bir salgın yol açıyor. Kitabı kaleme alırken ilham kaynaklarınız arasında, yarasa tüketimiyle ilişkilendirilen koronavirüs pandemisi de var mıydı?

Geçirdiğimiz pandemi döneminden ilham alarak bu kurguya başlamadım, fakat o dönemin bilinçaltımıza yerleştiğini ve bundan sonraki yaşamımızda alacağımız bazı kararlarda etkisi olacağını inkâr edemeyiz. Kuşkusuz pandeminin hayatımıza kattığı bazı alışkanlıklar da olmadı değil. Mesela genelde seyahatlerim uzak rotalardır. Pandemiden önce özellikle Uzak Doğu, Güney Amerika gibi 10 saati aşan, hatta çoğu zaman 3-4 saatlik yolculuklarım bile nezle-grip türevi rahatsızlıklarla sonuçlanırdı. Bunu da iklim değişikliğiyle ilişkilendirirdik. Pandemide maske alışkanlığı başladı. Diğer pek çok insanın aksine ben pandemiden sonra da uçak yolculuklarımda maske takmaya devam ettim. 3-4 yıldır yolculuk ertesi sağlık sorunları yaşamaz oldum. Kaç kişi bunun farkında, merak ediyorum!

YAPIMCILAR RİSKSİZ KONULARI TERCİH EDİYOR

“Veganlar”ın baş kahramanı; Siyasi Bilim ve Sosyal İlişkiler öğrencisi Tarhan. İktidar bürokrasisinde önemli noktalara yükselecek potansiyele sahip bir genç. Acaba Tarhan’ın, yaşadığı ülkeye ‘başkan’ olduğu bir devam kitabı gelir mi? “Veganlar”, ikinci kitabı yazmaya müsait bir finalle sona eriyor çünkü…

Henüz aklımda böyle bir fikir yok ama kitap ilgi görür, okurlar da Tarhan’ın ve ülkenin geleceğini merak ederlerse bunu bir talep olarak algılar ve yazmayı düşünürüm. Şimdilik tadında kalsın kafasındayım.

Tarhan’ın yaşadığı, heyecanı yüksek bir macera. Filmi ya da dizisi gelir mi kitabın?

Zaman zaman diğer kitaplarım için yapımcılardan istek geldiği oldu ama sonuca ulaşmadı. Bu görüşmelerden şunu anladım; yapımcılar genellikle daha düz ve risksiz konuları tercih ediyor.

Bunun yanında platformlardaki diziler ile filmlerdeki kötü ve karışık kurgulara, yaratılamamış atmosferlere, merak unsuru noksanlığına, rolle uyumsuz oyunculara fazlaca maruz kaldıktan sonra kitaplarımın dizi olması konusunda hevesim de pek yok açıkçası. Sanki senaristlerin beynine bir virüs girmiş ve sürekli kesik-kesik, kopuk-kopuk eserler yazıp sektöre sürüyorlar. Örneğin “Sıcak Kafa” gibi çok sevdiğim bir romanı, ki okurken etkilenmiştim, berbat eden yapımcı-senarist ekibini gördükten sonra bu konuda bir çaba göstermeme kararı adım.

Televizyon kanallarındaki dizilere gelince; platformdakiler nasıl kopuk kopuksa bunlarda da lastik gibi sündürülüyor. Yine de televizyon dizilerinin pek çoğu platformdakilerden daha iyi. En azından kurgular karmaşık değil, çarpıcı sahnelerle merak duygusu ön planda tutuluyor. Fakat orada da az gelişmiş ülkelerin belası sansür mekanizması var, o kısmı çok can sıkıcı.

DÜNYANIN PEK ÇOK YERİNDE İKTİDARLAR GELECEKLERİNİ CEHALETTE GÖRÜYOR

Mezbahaların olmadığı, insanlarla hayvanların birlikte yaşadığı bir gelecek hayali kuruyor Tarhan. Böyle bir dünya mümkün mü?

Nietzsche bir ‘üst insan’ modelinden bahseder; bilgiyi ve erdemi arayan, iyi-kötü kavramlarını yargılamayan, empati yönü güçlü üst insandan… “İnsan aşılması gereken bir şeydir” der ilaveten. Kuşkusuz gelişmiş toplumlarda, demokrat olmanın gerçek anlamını idrak etmiş iktidarların da desteğiyle bu söylediğiniz başarılabilir ama büyük ölçekte değil. Dünyanın pek çok yerinde iktidarlar geleceklerini cehalette ve farklı inanç biçimleriyle sömürülmüş halkların sürekliliğinde görüyor. Böyle yerlerde egemen olanlar insanları, insanlar da hayvanları sömürmeye devam edecek.

Kitabın ilgi çekici yanlarından biri de işlediğiniz kuşak çatışması. Devrimden sonra doğan nesil için yasakçı sisteme uymak daha kolay haliyle ve onlara göre ‘özgürlük’ başıboşluk demek. Et yenilen zamanları yaşamış olanlar içinse özgürlüklerin her geçen gün biraz daha fazla kısıtlanması, suyun yavaş yavaş ısındığını anlamayarak haşlanan kurbağalar misali insanların sonunu hazırlıyor. Durumu iki farklı bakış açısından da öyle güzel anlatmışsınız ki, haklı olan, kime kulak verdiğine göre değişiyor…

“Veganlar”da kurgulanmış sosyal hayata genç bir bireyin gözü ve aklıyla tanık oluyoruz ve onun bakış açısı siyasal yapının dayattıklarıyla biçimlendiği için sistemle uyumludur. Bunun yanında yaş almış insanların gençlere göre hayata çok geniş bir açıdan bakabildiğini düşünecekken onların da zihinlerinin kendi gençliklerindeki siyasal-sosyal düzenle biçimlendiğini fark ediyoruz. O zaman doğruyu bulmak zorlaşıyor ya da farklı doğrular ortaya çıkıyor. Belki de aslında doğru denen salt bir kavram yok, zihinlerin doğrusu var ve tam burada işin içine ‘erdem’ giriyor. “Veganlar”daki kuşak çatışmasına bu noktadan bakmak ve Tarhan’ın doğrulukla değil, erdemle sürdürdüğü mücadelesini anlamak gerekiyor.

HER İNSAN BENZERSİZ DOĞAR, DOĞDUĞU YERE BENZER SONRA

“Veganlar”da sistem eleştirisi de var: “Suçlu olan, bireylerden ziyade sistemdir. Egemenlerin yasalarla bir suçu cezalandırdıklarını zannederken, başka suçlara yol açtıklarının farkında olmadıklarını mı zannediyorsun? Mükemmel sistem kurmak zordur tabii, işlerine gelmez, ortada egemen kalmaz çünkü.” Tüm yönetim sistemleri için geçerli bir tespit, öyle değil mi?

Dönüp dolaşıp hep aynı yere geliyoruz, hoşlanmadığı her kavramın yasaklanmasını isteyen topluluklara. İktidarlar, politikacılar, egemenler, şeyhler, şıhlar hep buradan beslenmiyor mu? Neden demokrat, aydın ve evrensel olsunlar, böyle olup neden kaybetsinler, kuşkusuz nasıl idare edileceği gayet okunabilir ve tahmin edilebilir bir halk var önlerinde.

Kitabı okuduğum dönemde, sosyal medyada tesadüfen küçük bir kızın videosuna denk geldim. Tabağında hindi olduğunu görünce gözyaşlarına boğulan çocuk, annesiyle babasına “Gerçekten hayvanları yemek istemiyorum. Kesilmelerini istemiyorum. Hayvanlar çok iyiler” diyordu. Hayvan sevgisi aşılamak istediğimiz çocukların birçoğu, et yerken bu sorgulamayı yapıyor aslında. Kuzu pirzolanın küçük, sevimli bir kuzunun kesilmesiyle elde edildiğini öğrenen bir çocuk, yemeyi reddedebiliyor örneğin. Ebeveynlerin bu durumda çocuğa yaklaşımı nasıl olmalı sizce?

Yıllar önce yaşadığımız apartmandaki yan daireye bir Alman aile taşınmıştı. Bir Kurban Bayramı sabahı çığlık ve patırtılarla uyandık. Balkona koşup baktığımızda Alman ailenin 15 yaşındaki kızının arka bahçede kurban kesen apartman sakinlerinin üzerine bağırıp ağlayarak terlik, tava, tencere fırlattığına şahit olduk. Çok trajik bir sahneydi. Peki, fışkıran kanları, koparılan başları, çırpınan bedenleri gören o kız sonra vejetaryen oldu mu? Hayır. Keza birkaç yıl sonra aynı apartmanda yaşayan bir Türk ailenin oğluyla evlendi ve Kurban Bayramlarında kayınvalidesiyle beraber kurbanlık etleri parçalamaya ve ayırmaya başladı. İnsan etrafında ne varsa ona dönüşür, varoluşsal özelliğini kaybetmeyenler yani uymayanlardır gerçek insanlar. “Veganlar”ın alt başlığı da bu zaten: “Her insan benzersiz doğar, doğduğu yere benzer sonra. Benzemeyenlerdir dünyayı değiştirecek olanlar.” Sorunuzun belli başlı tek bir yanıtı yok bu yüzden.

“VEGANLAR” BENİM EN BAHTSIZ KİTABIM

“Et ve et ürünleri tüketimi çılgınca devam ediyor. Bu konudaki bireysel mücadelemin bu kitabı yazmak olduğunu söyleyip vicdanımı da rahatlatamıyorum, ‘Veganlar’ı okuyan kaç etçil et yemekten vazgeçecek ki?” diyorsunuz. Dünyaya Tarhan’ın bakış açısıyla bakmayı deneyen okurlarınız arasında et yemekten vazgeçenler olmaz mı sizce?

Et - Ne Yiyorsan O'sun

Agustina Bazterrica’nın “Leziz Kadavralar” ve Joseph D’Lacey’nin “Et” adlı romanlarında gelecek dünyasında farklı salgınlar ve hastalıklar sonucunda hayvanların yenmeyecek duruma gelmesinin peşinden et elde etmek için insan çiftlikleri kurulur ve orada üretilen etlik insanların zekâlarının fazla gelişimine izin verilmez, zaten doğumdan sonraki birkaç yıl içinde de kesilip ürün haline getirileceklerdir. İki roman da benzer konuyu farklı biçimlerde ele alır ve okuyanı dehşet içinde bırakacak bir alt yapıya sahiptirler. Bu iki kitabı okuyup empati yapan olmuş mudur, bunun sonucunda et yemekten vazgeçmiş midir acaba? Sanmıyorum. Kaldı ki “Veganlar” bu iki romanın yanında romantik komedi gibi kalır.

“Veganlar” ne kadar sürede tamamlandı? Ve kitabınızı yazarken hangi kaynaklardan faydalandınız?

“Veganlar” benim en bahtsız kitabım. Yazıldıktan sonra 2 sene resmen ortalıkta süründü. Daha önce kitaplarımı basan yayınevi bunu basmak istemedi. Sonra iki ayrı yayınevinden onay alamadı. Hatta biri “Bu konu satmaz” gerekçesiyle reddetti. Belki de etçillerin gazabına uğramak istememiştir! (Gülüyor) Sonra bir yayınevi basmaya çok hevesli göründü, fakat kâğıt piyasasındaki tutarsızlık, ekonomik dengesizlik nedeniyle pek acele etmedi. Üzerime bu kitapla ilgili bıkkınlık gelmişti. Sözleşme yapmış olmamıza rağmen araya bir dostu koyarak feshettim. 3 yıl boyunca (1 yılı yazma-2 yılı bekleme) hayatımın merkezinde olan bu kitabımın neredeyse lanetli olduğuna inanacaktım ki, İnkılap Yayınları’yla çok hızlı bir görüşme sonucu beklemediğim kadar çabuk bir sürede baskıya girmiş oldu.

Kuşkusuz “Veganlar”ı yazma sürecinde faydalandığım kaynaklar oldu ama nelermiş merak edenler, kitabımın sonundaki ‘sonsöz’ bölümünü açıp okusun, orada detaylarıyla anlattım.

Kitap henüz çok yeni ama yine de soralım; bundan sonra ne gelecek? Masanızda ne var?

Bir yıla yakındır üzerinde çalıştığım bir roman var. Geçen yıl haziranda bu romanın ön çalışması için Güney Afrika Cumhuriyeti ve Madagaskar’a gitmiştim. Özellikle Madagaskar’da geçirdiğim günlerden sonra sosyal hayatın ve coğrafyanın aklımdaki konu için tam isabet olduğunu gördüm. “Ölümcül Baobab” adlı bu eserimde Türkiye’deki sığınmacı sorununu hiç kimsenin üzerinde durmadığı farklı bir boyutta ele aldım ve “Veganlar” öncesinde olduğu gibi bir seyahat/gerilim romanı kurguladım.

Röportaj: Sayım ÇINAR

Önceki İçerik21 Aralık Nardugan: Kış Gündönümünden Doğan Gelenek
Sonraki İçerik2024 Biterken Sevdiğim Kitaplar