The Beast in Me: Canavar Kim, Kötülük Kime Ait?

Bazı diziler bittiğinde ekran kararır, odada düşünceler kalır. The Beast in Me benim için böyle bir dizi oldu. Suç, yas, manipülasyon ve yazmak üzerine kurulu görünen hikâye, final sahnesinde bambaşka bir soruya dönüştü. Nina bebeği kucağına aldı, üst ses karma ve tohumlardan söz etti. O anda, bütün ağırlık yetişkinlerin seçimlerinden kopup masum bir bebeğin bedenine aktı. Tam burada ben çok rahatsız oldum.

Önce Diziye Kısaca Bakalım

The Beast in Me, Netflix’te yayınlanan, sekiz bölümlük bir psikolojik gerilim mini dizi. Long Island’da, orman içindeki bir ev ve yan parseldeki görkemli malikâne etrafında dönen hikâye, klasik “seri katil gizemi” gibi başlar. Aslında yas, suçluluk, sınıf, medya ve “hikâye anlatma” üzerine kurulu sert bir metin.

Merkezde Aggie Wiggs var. Pulitzer ödüllü, ancak oğlunu bir trafik kazasında kaybettikten sonra yazamaz hâle gelmiş bir yazar. O kazada direksiyonun başında, yerel bir genç olan Teddy vardır. Aggie, yıllarca öfkesini Teddy’ye yöneltir. Bu donmuş yas hâlinin ortasında, kapı komşusu olarak milyarder emlak varisi Nile Jarvis ve ikinci eşi Nina taşınır. Nile, ilk eşinin ortadan kaybolması nedeniyle yıllardır gizli açık “katil” şüphesiyle anılan biridir.

Aggie, Nile’in hikâyesini yazma teklifini kabul eder. Böylece yazar ile olası katil arasında, romantik olmayan, ama son derece tehlikeli bir yakınlaşma başlar. Giderek ortaya çıkar ki Nile yalnızca söylentiden ibaret bir karanlık değildir; ilk eşi Madison’ın kayboluşu, FBI ajanı Abbott’ın akıbeti ve Teddy’nin ölümü aynı zincirin halkalarıdır. Dizi, finalde tüm kartları açarken “canavar kim?” sorusunu yalnız Nile üzerinden değil, herkesin verdiği kararlardan yola çıkarak sorar.

Yapımcı Howard Gordon, dizinin merkezindeki duygu için şöyle der: “Life is loss, and loss as a theme is something that is catnip to a writer.” Yani, “Hayat kayıptır ve kayıp teması yazar için dayanılmaz bir mıknatıs gibidir.”

Ana Karakterler: Kısa Portreler

Yazamayan yazar, yasın içinde sıkışmış bir anne. Oğlunun ölümünde tüm suçu Teddy’ye yüklediği için yıllarca nefes alabilmiş biridir. Nile’in biyografisini yazmaya başladığında, aslında kendi içindeki “canavarla” yüzleşir. “I spent the last four years telling myself Teddy Fenig murdered my son,” dediğinde, yalnızca bir genci değil, kendi masalını da ifşa eder.

Gayrimenkul imparatoru bir ailenin oğlu, karizması yüksek, tehlikesi daha yüksek bir adam. İlk eşinin kayboluşu, iş çevresindeki baskınlığı, ailesiyle kurduğu güç oyunu ile tam bir “modern canavar profili” çiziyor. Dizinin, gerçek hayattaki Robert Durst benzerliğiyle anılması boşuna değil. Nile, kötülüğün bireysel tercih, sınıfsal güç ve cezasızlıkla nasıl beslendiğini gösteren figür.

  • Nina Jarvis (Brittany Snow)

Nile’in ikinci eşi ve bir sanat galerisi yöneticisi. Başlangıçta “zengin kocanın güzel eşi” klişesine sıkışmış gibi görünür. Hikâye ilerledikçe hem kurban hem tanık hem de kritik bir özne hâline gelir. Nile’in itirafını gizlice kaydeden, yani adaletin düğümünü çözen odur. Netflix’in kendi röportajında da altı çizildiği gibi, dizinin adı “The Beast in Me” yalnız Nile için değil; Nina’nın içindeki öfke, korku ve cesaret karışımı için de geçerlidir.

  • Shelley Morris (Natalie Morales)

Aggie’nin eski eşi. Yasın sessiz tanığı, Aggie’nin sınırlarını hatırlatan gerçeklik sesi. Aggie kendi öfkesine ve takıntısına kapıldığında, onu mezarlıkta bile geri çekebilen tek kişi Shelley’dir. Bu karakter, dizinin queer boyutunu da sıradanlaştıran, “etik merkez” işlevi gören figür.

  • Jarvis Ailesi: Martin ve Rick “Wrecking Ball”

Martin Jarvis, acımasız bir emlak patronu. Oğlunun suçlarını örtmek için sistemi, parayı ve gücü sonuna kadar kullanır. Amca Rick ise görünürde “güvenlikçi”, aslında ailenin kirli işlerini temizleyen el. Finalde Nile’in cezaevindeki ölümünü organize eden de odur. Bu iki figür, bireysel kötülüğün arkasında duran kurumsal, ailevi ve ataerkil yapıyı temsil eder.

Final sahnesinde ise sahne ışığı Nina ve kucağındaki bebeğe döner. Çocuğa sevgiyle bakarken yüzüne düşen gölge çok belirgin. Seyircinin kafasında şu soru kalıyor:
“Bu çocuk babasının günahlarının karmasını mı taşıyor, yoksa annesinin suçluluk duygusunu mu?”

Nina, Aggie’nin yazdığı The Beast in Me kitabını okurken bebeği kımıldar, yüzüne dikkatle bakar. “You’re okay,” der, “İyisin.” Bu cümle, hem çocuğa hem kendine söylenen iki satırlık bir dua gibidir.

Bu çerçeveyi çizdikten sonra, yazının başındaki asıl soruya geri dönebiliriz: Karma, tohum ve masum bir bebek üzerinden nasıl bir anlatı kuruluyor?

Karma: Hesap Defteri mi, Yaşam İklimi mi?

Bazı diziler bittiğinde ekran kararır, odada düşünceler kalır. The Beast in Me benim için böyle bir dizi oldu. Suç, yas, manipülasyon ve yazmak üzerine kurulu görünen hikâye, final sahnesinde bambaşka bir soruya dönüştü. Nina bebeği kucağına aldı, üst ses karma ve tohumlardan söz etti. O anda, bütün ağırlık yetişkinlerin seçimlerinden kopup masum bir bebeğin bedenine aktı. Asıl rahatsızlık burada başladı.

Popüler kültürde karma çoğu zaman basit bir muhasebe defteri gibi anlatılıyor. İyilik yaparsın, sana döner; kötülük yaparsın, o da gelir seni bulur. Dizinin finali bu ezberi bir adım ileri taşıyor. Ektiğin tohumların yalnız sana değil, çocuğuna da döneceği ima ediliyor. Sanki kötülük, kanla taşınan bir mirasmış gibi.

Tam burada itiraz ediyorum.

Masum bir bebeği, yetişkinlerin işlediği suçların sahnesine yerleştirmek ciddi bir etik kayma yaratıyor. “Tohum” metaforu, bu haliyle, günahın nesilden nesile aktarıldığı karanlık bir kader tablosuna dönüşüyor. Karma bu biçimde yorumlandığında, sorumluluğu netleştirmiyor, aksine bulanıklaştırıyor. Suçu seçimden çok soy meselesi gibi gösteriyor, çocuğu özne olmadan önce risk olarak kodluyor.

Karma kavramını kozmik bir ceza sistemi gibi değil, ilişkisel sonuçlar ağı olarak düşündüğümüzde tablo değişiyor. Yaptığımız her şeyin bir iklim yarattığını kabul etmek daha gerçekçi. Seçimlerimizin dalgaları var, evet. Yine de bu dalgalar bir bebeği “doğuştan kötü” yapmıyor. Sadece onun içine doğduğu atmosferi, evin dilini, susuş biçimini, öfkenin nasıl ifade edildiğini, paranın ve gücün evde nasıl konuşulduğunu tanımlıyor.

Tohumu Nereye Ekiyoruz?

Final sahnesine bakarken asıl soru bence şu: Bu bebek “karmanın taşıyıcısı” mı, yoksa yetişkinlerin yüzleşme cesaretine muhtaç bir başlangıç mı? Nina yalnızca “ya babasına benzerse” korkusuyla bakıyorsa hâlâ yolun başında duruyor. “Ben ona hangi hikâyeyi anlatacağım?” sorusuna döndüğü anda ise tohum metaforu anlam kazanıyor.

Tohum, çocuğun duyduğu cümleler aslında. Evde normal kabul edilen davranış kalıpları, anne babanın birbirine ve dünyaya bakışı, şiddetin nasıl saklandığı ya da görünür kılındığı… Bunların hiçbiri çocuğun kaderi değil. Yetişkin için açık bir sorumluluk alanı. Fark ettiğimiz anda değiştirebileceğimiz, dönüştürebileceğimiz bir zemin.

Bizim için mesele tam da burada düğümleniyor.

Karma kelimesi ne kadar moda olursa olsun, sorumluluğu göğe havale eden her anlatıya mesafeyle bakmak zorundayız. Kötülüğü yalnızca “canavar” erkek figürlere yükleyen, masumiyeti ise kırılgan çocuk bedenine kilitleyen hikâyeler kısa süreli bir rahatlama sağlayabilir. O rahatlık, sahici bir yüzleşme anlamına gelmiyor.

Ekranı kapattıktan sonra odada kalan şey dizi değil, bizim tavrımız. Evde, işte, sokakta, gençlerle konuşurken hangi sözleri ektiğimiz önemli. Belki de karma, gizemli bir mekanizma değil. Her gün yan yana yaşarken birbirimizin hayatına bıraktığımız küçük izlerin toplamı. Çocuklara borcumuz, bu izleri fark ederek, lanet değil, gerçek ve şefkat taşıyan yeni hikâyeler kurmak. Tohumu oraya ektiğimizde, masum bebeği tehdit değil, birlikte korunacak bir hayat başlangıcı olarak görebiliriz.

İki Güçlü Performans, Tek Kapalı Evren

Diziyi taşıyan ana eksen, Claire Danes ile Matthew Rhys’in karşılıklı sahneleri. Danes, Aggie’nin yasını bedene yedirerek oynuyor; sesinin titremesi, nefesinin hızlanması, bakışındaki dalgalanma, karakterin yaralı ve tahammülsüz hâlini inandırıcı kılıyor. Bazı anlarda “fazla” gelen o sinirli enerji bile, yazarlık tıkanmasıyla yasın iç içe geçtiği o boğucu ruh haline hizmet ediyor. Rhys ise tam tersinden, neredeyse fazla kontrollü, cilalı, her cümleyi ölçüp biçen bir Nile kuruyor. Gülümsemesiyle bile izleyicide güvensizlik duygusu uyandırmayı başarıyor; ikisinin aynı kadrajda olduğu sahneler, dizinin dramatik dozunu yukarı taşıyan anlar.

Sanat yönetimi ve mekân kullanımı, hikâyenin psikolojik tarafını destekliyor. Evlerin içi, dar koridorlar, loş ışıklar, cam yüzeyler ve yansımalar, karakterlerin sıkışmışlığını görsel olarak görünür kılıyor. Özellikle Aggie’nin evi ile Nile’in dünyası arasındaki kontrast, dekor üzerinden sınıf, güç ve kontrol farkını hissettiriyor. Bazen semboller; orman, cam, gölge biraz “göstererek” kullanılsa da genel atmosfer, izleyiciyi bu kapalı evrenin içine çekmeyi başarıyor; suçun, yası ve manipülasyonu taşıyan karanlık bir sahne tasarımı var.

Son Söz: Asıl karma, muhtemelen şöyle işliyor.

Her seçtiğimiz cümle, her görmezden geldiğimiz şiddet, her normalleştirdiğimiz haksızlık, yanımızdaki insanın dünyasında iz bırakıyor. Çocuklar, o izlerin içinden büyüyor. Kader değil bu; yetişkinlerin sorumluluğu.

The Beast in Me, bütün kusurlarına rağmen önemli bir şey yapıyor. İyi-kötü ayrımını tek bir canavara yıkmak yerine, yas tutan, yazı yazan, para kazanan, susan yetişkinlerin içine bakmaya zorluyor. Bazen bunu derinlemesine yapıyor, bazen yüzeyde kalıyor.

Yine de şu soruyu sormamıza neden oluyor: Kendi hayatımızda kimi günah keçisi ilan ediyoruz? Hangi hikâyeyi, kendimizi korumak için çarpıtıyoruz?

Keşifli seyirler dilerim.

Önceki İçerikDemet Cengiz: “Görmezden Gelinenlere Ses Olmak İstedim”
Yasemin Sungur
Yıllar önce okul dönemimin bittiğini söyleseler de ben hayatın tutkulu bir öğrencisi ve seçip aldıkları, özünden kattıkları ile sen izin verirsen ben bir rehber. Ben bir Özgür Martı. Ben bir düşleyen. Kanatlarım ile gelişime, paylaşıma ve değişime keyifle uçarım. İçimizde yaşayan gerçek Martı Jonathan’lara ulaşmak için MartiDergisi.Com’u uçurdum. Şimdi hep birlikte uçuyoruz. Kitapdaşlarımla birlikte Kitap ile Sohbet ederim ve onları İstanbul Oyuncak Müzesin de baş konuk olarak ağırlarım. Oyun oynamayı bırakmadım. Hayatı kelimeler ile anlatmayı, yazmayı ve onların büyüsüne kapılıp Yaz(ı) Kamplarımı keşfe dönüştürmeyi bilirim. Harekete Geçmeyenleri enerjimle uyandırırım. Sevgiyle nefes alıp, şiirle güne başlarım. Aşk ile, Can oğlum ve Ceren kızımla, kediler, çiçekler ve kuşlarla evrende hayat bir başka güzel. Şükür...