Nermin Yıldırım’ın son kitabı Misafir bir akıl hastanesinde geçiyormuş. Benim gibi psikolojik türde kitap tutkunu biri için sadece bu bilgi bile yetti ve üç yüz küsur sayfalık kitabın içine daldım. Derine girdikçe neler çıktı neler… Okuduğum sadece bir bireysel delirme hikayesi değil. Toplumumuzun ruh sağlığından, geçmiş gelecek gelgitlerimize, doğru bildiklerimizden yanlış gördüklerimize kadar çeşit çeşit konulara değinilmiş. Kapağın ürkütücü hatta biraz itici olmasına aldanmayın, içinde mizah bile var.
Hikaye aynı mekandaki farklı iki kadın karakter üzerinden anlatılıyor. İlaç içmekten şaşkın Esin ile geçmişinden bitkin Rikkat garip bir “Ev’in” içindeler. İkisinin de fiziksel özelliklerini hiç öğrenemiyoruz. Biri hasta diğeri bakıcı. Hastalar normal olanı kaybetmiş olduğu iddia edilen kişiler. Onların “misafir” diye adlandırıldığı, bakıcıların “abla” diye çağırıldıkları bu akıl hastanesi ve Rikkat’in kendi evi haricinde başka fiziksel mekân yok. Yan karakterler ise Esin’in orada karşılaştığı Canan ve Adalı Yakup.
Günümüz Türkiye’sinde geçen roman geriye dönüşlerle bize 40-50 senelik bir dönemi anlatıyor. Geçmişine asılı kalmış altmışındaki Rikkat’in bugününe tanık olurken zaman zaman hüzünleniyor bazen de gülüyoruz. Esin’in ise bütün geçmişi on dokuz sene. O, bugününe ve geleceğe daha çok odaklı. Bu kitapta mizah adeta bir direniş biçimi olarak kullanılmış, karakterler kendileriyle sık sık dalga geçiyorlar.
Satırların arasında bireysel olma hali, toplumsal bellek, aile, çocukluk travmaları, hafızanın unutmayla kavgası, geçmişin geleceğe baskısı; hepsinin kokusunu alıyorsunuz. Acı ve ironiyle harmanlanmış bir aşk ve umut romanı bile denebilir. Anlatıcının dünya tarifi ise müthiş:
“Garip bir yer dünya. İçine düşen herkes, ellerinde yağlı urganlar, yardım ettiğini sanırken bile, birbirinin celladı kesilir. Acı, dirayeti emmeye başlayınca, herkes her şeyden vazgeçer bir noktada. Kendinden evvela. Bütün ipler kopar, hem de bütün ipler. Onlara tutunanlar, palas pandıras yuvarlanıp düşer. Geriye tek kalan, üst üste atılmış beyhude düğümler. Kalplerdeki düğümler, akıllardaki düğümler, boğazlardaki düğümler, ellerdeki düğümler.”
Diğer taraftan bu kitabı sisteme bir başkaldırı olarak da değerlendirebiliriz. Bu “Evde” gerçekleşen olayların ucunun kobaylık şüphesine kadar dayanması, derman dağıtması gereken bir yerde bile toplumun nasıl çürümüş olduğuna dair ince bir eleştiri.
Olayları içerde Esin dışarda ise Rikkat’ten öğreniyoruz. Anlatı öyle zengin ki Dostoyevski’den Jung’a, Camus’den Foucault’ya kadar birçok yazarın bakış açışlarını hissediyorsunuz. Ana karakterlerin biri ötekileştirilmekten, diğeri benleşememekten muzdaripler. Rikkat’in geçmişe dönüşlerinde bazı detaylar bana gereksiz geldi. Alıntıların bazıları ise işlevini tam yerine getiriyor mu emin değilim. Ama bir akıl hastanesi ekseninde insanın/toplumun ruh sağlığının nerede/nasıl/niçin bozulabildiğinin altının çizilmesini çok değerli buluyorum.
İnsan insana hem yara hem şifa olabilir mi sizce? Aslında hepimiz bir yerde hapis değil miyiz? Geçmiş veya geleceğe, söylediklerimize ya da sustuklarımıza, kim bilir belki yalnızlığa…
Pınar Alpay