Bugünlerde Dostoyevski’nin bir kitabını okuyorum. Öncelikle belirtmeliyim ki, bahsedeceğim konuların yayınevi ve çevirmeni işaret etmemesi için kitabın ismini baştan paylaşmıyorum. Kitabı okurken ilk yirmi sayfasında anlatım diline alışmak için biraz zorlandığımı söylemeliyim. Belki günün yoğunluğuna bağlı olarak adapte olamadığımı düşünerek kitabı bir iki gün rafa kaldırdım ve araya başka bir okuma aldım. Onca farklı yazım ve anlatım üslubunu okumaya hevesli olan bir okuyucu olarak bu okuma tıkanıklığını yaşamak inanın çok zor oldu. Elimde artık klasikleşmiş değerli bir eser var ve içinde anlatılan harika bir hikâye ve kurgu saklı, gelgelelim ben konuya bir türlü adapte olamıyorum.
Derken kitabı beraber takip ettiğim gruptan bir arkadaşım kitabın sesli kitap halini benimle paylaştı. Bunun harika bir fikir olduğunu düşünerek, dinlerken okumanın dikkatimi toplamama önemli bir destek olacağı için tekrar heveslenerek kitabı tekrar elime aldım. Başladım dinlemeye. İlk satırdan itibaren bambaşka kelimeler ve cümleler duymaya başladım. Herhalde farkı bir kitabın sesini açtım diye düşünerek kontrol ettim baktım ki kitap aynı kitap. Klasik eserlerin çok farklı yayınevlerinden yayınlandığını bilen ben akıllı okur hemen seslendirilen kitabın yayınevine bakmayı akıl ettim. Evet kitap aynı kitaptı yazar da aynı yazar, yayınevi ve dolayısıyla çevirmen farklıydı.
Biz okurlar, yazarlarımız tarafından yazılıp önümüze konduğu kadarıyla edebi eserleri okuyarak takip edebiliyoruz. Ve bu zavallı okur dünyamızda bildiğimiz şudur ki klasik eserler edebiyat dünyasının mihenk taşlarıdır. Klasik olsun günümüzden olsun dünya edebiyatını takip etmeyi de severiz çoğumuz. Bir yabancı dili iyi bilmek iyi bir çevirinin en önemli temelidir onun da farkındayız. Elimize bir yabancı edebiyattan kitap aldığımızda, işte tam da burada çevirmenin ellerine emanetiz. Düşünürüz okur aklımızca mesela çevirmen ne kadar edebiyata yakın? Çevirmen çevirdiği dile teknik olarak hâkim olduğu kadar, ana diline çevirdiği eserin yazarın ruhuna ne kadar hakim? işte bunlar hepimiz için koca bir soru işareti. Çeviri yapacak kadar muazzam bir ikinci dilim olsaydı sanırım çevireceğim eserin yazarıyla türüyle epeyce bir mesai harcardım. Dostoyevski’ye ofisimde kocaman bir yer açar mekanımın baş konuğu yapar, elimdeki eseri incelemeden önce farklı eserlerini de okur inceler, onunla yemeğe çıkar, belki onun dilindenmiş gibi kendime bir iki deneme yazar böylece yazarın edebiyat ruhunun içine dalardım. Böylece çevirdiğim cümle ‘Ali topu at! ’ değil de ‘Ali, haydi düşünme artık topu bana at’ olurdu.
Benim adım ‘okur’. Yani bana verileni okurum, yazarın çevirenin sınırları kadarıyla bir eseri okuyabilenim. Çevirmen olmuş olsaydım diyorum ya hayal işte. Bir eser çevirirken eseri yazanın ruhunu okura yansıtmak ne önemli ne değerli bir çalışma olsa gerek değil mi? Okur O ruhu yakalayamadığı zaman Dostoyevski’nin eserini rafa kaldırmakla ne önemli bir kayıp yaşıyor değil mi?
Ben gibi tüm okurlara tavsiyem, bir klasik eser çok farklı yayınevleri ve çevirmenlerden olması seçimlerimiz konusunda sorumluluk almaya bize davet ediyor. Almaya karar verdiğiniz eser için kitapçılarda kendinize belli bir süre ayırıp karşılaştırmalı birkaç sayfasına zaman ayırarak okuyup öyle kitabınızı almanızı öneririm. Okurluk değerli bir şeydir. Çünkü birileri bir şeyler yazar ve biz onların yazılarına değerli bir süre ayırarak okuruz. İşte bu değerler karşılaşmasında iyi eser okurdaki karşılığını hemen bulur. Okumalarımız bol olsun.