Okurun Gözünden: 2015’de En Sevdiği 10 Kitap

Bu senenin edebi açıdan çok verimli geçtiğini düşünüyorum. En azından bana öyle geldi. Hemen hemen okuduğum tüm kitaplar beklentimi karşıladı. Bunlar arasında çok sevdiklerim, bir kez daha okurum dediklerim, iyi ki okumuşum dediklerim oldu. Zaten beğenmediğim bir kitap için bile zaman kaybı olduğunu düşünmem. Kötü bir kitap nasılmış onu görmüş olurum.

2015 İyi Kitaplar

Bu yılın bana göre en önemli yayıncılık olayı, Saramago’nun yayın haklarını Kırmızı Kedi’ye kaptıran Can Yayınları sahibi Can Öz’ün “Kutluyorum kendilerini ama kıskançlıktan da çatlıyorum” demesiydi. Bu tür yaklaşımları öyle özlemişiz ki, okuduğumda gözlerimden yaş geldi. Hakan Günday‘ın “Daha” ile aldığı ödül çok gurur vericiydi. Mülteci dramını en üst perdeden yaşadığımız bugünlerde gözden kaçırılmaması gereken bir kitaptı. Kitabı okurken çok sert bulmuştum ama sonra gördüm ki gerçek çok daha sert…

Bu sene, basılmış kitaplar kadar e-kitaplar da okudum. E-kitaplar konusundaki düşüncelerim olumlu yönde değişti. Ev dışındaki okumalarımda ve gece yatakta yaptığım okumalarda e-kitap okumanın kolaylığından yararlandım. Cümle yanına hemen not alabilmek, hoşa giden yerleri hemen çizebilmek açısından çok kullanışlı oldu. Bir de hiç kitap çizmeyi sevmediğim için, bu konuda da rahat oldum. Kitaplarım kitapçıdan yeni alınmış gibi durur; kız kardeşimin buna yorumu “Senin kitapların yaşamıyor” olur ama ben onları böyle seviyorum, yepyeni gibi…

Yeni yayınlar kadar geçmişte okuyamadığım kitapları da okudum bu yıl.  Pastoral Senfoni/ Andre Gide, Dublinliler/ James Joyce ve Kira Kiralina/Panait İsrati gibi…

2015 in iyi kitapları

Bu yılın en sevdiğim kitaplarına gelirsek şu kitapları söyleyebilirim.

1- Kara Hindiba Şarabı: Ülke gündeminin herkes gibi beni de çok üzdüğü çok yorduğu günlerde okudum. Bu günler ne yazık ki hala devam etmekte…  İşte bu yüzden, kendime kaçtığım bugünlerde okuduğum bir kitap ruhuma ilaç gibi geldi. Bir şarkı gibi, bir çocukluk senfonisi gibiydi… Karahindiba Şarabı sanırım uzun yıllar hep hatırlayacağım bir kitap olacak. Bir çocuğun gözünden 1928 yazını okumak bana hangi yıl olursa olsun tüm çocukların gözünde yaz aynı duygusunu verdi. Yaza veda ederken okumak hele de tabiri yerindeyse cuk oturdu. Araba korna çalmaz, o denizatının kükreme sesidir. Yaşlı kadının elleri kelebeklerin pudralaşması gibidir ve yerinden kalkamayan yaşlı bir adam binlerce kilometre uzaktaki Meksika’daki arkadaşını arar. O pencereyi açar ve telefondan ona sokağın sesini dinletir. Ve çocuk kardeşine  der ki: “Şimdi seni sevmiyor olabilirim ama sen yine de buralarda ol. Etrafımda ol… Bir gün yaşlanınca altın bir altın madenimiz olabilir ve biz sakallarımızı uzatır, verandada mısır püskülü şarabı içeriz.” “Vay be” der diğer kardeş, “sakal uzatmak ha, bunu çok sevdim.” Seksenli yaşlarını çoktan devirmiş bir kadın ve he üz otuzlu yaşlarını sürmekte olan bir adam. Hayat onları çok uygunsuz bir zaman diliminde karşılaştırır. Kadın, adama “Ben çok geçmeden öleceğim ama sen de benden sonra çok yaşama” der. “Ne zaman bilmiyorum ama bir daha dünyaya gelişimizde bir sıcak yaz günü dondurmacıda limonlu, vanilyalı dondurma alırken karşılaşır ve birbirimizi bir yerden tanıyor olduğumuzu düşünürüz, bir şekilde buluşuruz.” Çünkü onları bir limonlu, vanilyalı dondurma buluşturmuştu. Kurgunun içine serpilmiş böyle nice güzel hikâyeler var. Büyükanne dokunuşları var. İşte böyle şırıl şırıl insanın içini çiçek çiçek açtıran bir yaz şarkısı gibiydi.

2- Saçında Günışığı/Jhumpa Lahiri: Hindistanlı bir aile olan Subbash ve Udayan’ın hikâyesi. İlk bölümde iki kardeşin doğdukları Hindistan’ın coğrafi ve kültürel yaşamı ve hatta coğrafyası ön planda. İkinci bölümün geçtiği Amerika bölümünde yine Amerika coğrafyasına ait betimlemeler ve mevsim değişiklikleri de kitabın coğrafi yanını kuvvetlendiriyor. Hal böyleyken kitabın Lowland olan orijinal adının Türkçeye neden Saçında Günışığı olarak çevrildiğini anlamak zor. Hindistan ve Amerika’da üç nesil boyunca süren bu hikâye ikinci bölümde bir kadın hikâyesine, iki kardeşinde âşık olduğu Gauri’nin hikâyesine dönüşüyor. İki ülke, üç nesil ve kırk yıllık bir süreyi kapsayan bu kitabın Türkçe adını aldığı satırları da sizinle paylaşmadan edemedim.

“Vücudunu kıza göre konumlandırdı. Başı hafif öne eğik, kızın yüzünü güneşten korumak için aralarında bir gölgelik oluşturuyor. Nafile bir jest… Sadece sessizlik. Kızın saçında gün ışığı…”

3 – Kağıt Ev/Carlos Mario Dominguez: Başladım ve bittiğinde ancak bıraktım elimden. Kitap sevgisinin çıldırttığı bir adamın hikâyesi… Banyosuna koyduğu kitaplar rutubetlenmesin diye yaz kış soğuk duş alan, onlarla evcilik oynayan ve nihayetinde işi kendine kitaplardan ev yapmaya vardıran bir adamın hikâyesi…

4-1923 Fırtınadan Önce/ Florian IIIlies: 1. Dünya savaşı çıkmadan bir yıl öncesini anlatan bir kitap… Savaş çıkmadan bir yıl önce Kafka ne hayaller kuruyordu, Stalin neredeydi, Rilke ne yapıyordu, Hitler 24 yaşına girmektedir ve Lois Armstrong yetimhaneye düşmüştür, üstelik Mona Lisa’ da çalınmış ve Picasso bu konuda suçlanmış. Thomas Mann’ın yazdığı bir oyun hakkında bir eleştirmenin yazdığı yazı onu kuşkuya düşürür. Acaba, eşcinsel olduğuma mı gönderme yapıyor diye… Tanıdık isimlerin olduğu bölümde hayli ilginç oluyor anlayacağınız.

5- İza’nın Şarkısı/ Magda Szabo: Magda Szabo Macar edebiyatı denilince ilk akla gelen isimlerden benim için… Okuduğum her kitabı bir başka yanıma seslenmiş. Başka bir taraftan acıtmıştır. İza’nın Şarkısını okurken de kendimi çok sorguladım. Birini severken ya da şefkat gösterirken farkında olmadan en iyisini yaptığımızı sanırken onun canını mı yakıyoruz yoksa bilmeden. İza, babası ölünce annesini için en iyisini yaptığını düşünerek, ona en iyi hayatı hazırladığını düşünerek tüm anılarını yaşadığı yerden koparıp alıp yanında götürür. Ama bu arada unuttuğu bir şey vardır ki hayat zaten bir anılar silsilesidir. Ona her şeyin en iyisini vererek ama senin benim için yapabileceğin hiçbir şey yok hissi de vererek onu aslında kendi içinde bir kayboluşa iter. Umarım kimseleri severken bu kadar acıtmamışımdır…

6- Hayat Sil Baştan/Kate Atkinson:  Defalarca dünyaya gelme şansına sahip Ursula, bunlardan birinde Hitler’i öldürme fırsatını yakalar. Bu dünyaya gelişlerde hep aynı hayatı, kaldığı yerden yaşar. Kasabadaki eğlenceye katılıp, orada bulaşıcı ve öldürücü bir hastalığın mikrobunu alıp ölünce, yeniden dünyaya gelişinde eğlence öncesi hizmetçiyi merdivenlerden itip bacağını kırmasına neden olur ki eğlenceye gitmesin… Benim çok beğendiğim bir kitap olduğunu söyleyebilirim. Yazarın kitapları YKY den çıkmış.

7- Keşke Bugün Kendimle Karşılaşmasaydım/ Herta Müller: Yazar, 2009 Nobel Edebiyatı Ödülü almış. Faşizmin gölgesinde bir kadın her sabah tramvaya biner ve sorgulanmaya gider. Her sabah aç karnına ceviz yerse sorgu daha kısa geçer ve kolay olur gibi totemler yapıyor kendine. Yolculuk boyunca kendiyle konuşuyor. Erik rakısının etiketindeki yanak yanağa duran erik resmini kendi düğün fotoğrafına benzetiyor. Kısaca bu kitabı iyi ki okudum bana da Lale’nin Bahçesi tavsiye etmişti diyebileceğiniz bir kitap.

8- Sovyet Mutfak Sanatı/Anya von Bremzen: 1960’lar Moskova’sında yirmiye yakın ailenin tek bir mutfağı paylaştığı bir komün apartmanın mutfağından o zamanların Sovyetleri anlatılıyor kitapta. Stalin’in sofra alışkanlıkları, Kızıl Ekim Çikolataları ya da uzun ekmek kuyrukları ve Bolşevik Devriminden sonra kadınları mutfaktan kurtarma politikaları gibi ilginç şeyler var üstelik bunları bir yemek yazarı anlatıyor. Biraz çetin ceviz bir kitaptı ama bence bu yıl okuduğum en iyi kitaplar listesinde olmayı çok hak eden bir kitaptı.

9-  Kayıtsızlık Şenliği/ Milan Kundera: Milan Kundera; var oluşculuk akımının en önemli yazarlarından. Bizde daha çok “Var Olmanın Dayanılmaz Hafifliği” ile tanınır. Kitapta en etkilendiğim bölüm; intihar ermek için nehre atlayan kadının kendini kurtarmak için arkasından atlayan adamı altına alıp boğup, kendisinin de intihardan vazgeçerek dönmesiydi ki; tüylerimi ürpertti. Ben kitabı çok beğendim. Minik bir kitap zaten bence alın okuyun.

10- Delice/ Hande Altaylı: Köyün en zengin adamının deli oğlu Kazım, köyün en çirkin, evde kalmış üstelik doğduğu gün köyü sel götürmüş, ebesi kör olmuş, adı uğursuza çıkmış Meryem’e âşık olursa… Bu aşk nasıl delice olmaz?

Son söz: Edebiyat herkese iyi gelir; bol bol okuyun.

Lale Celepoğlu

http://laleninbahcesi.blogspot.com.tr/ 

Önceki İçerik“Kütüphanemize Her Ulustan Farklı Yazarlar Girmeli”: Patrick Modiano
Sonraki İçerikKitap ile Sohbet 8.Yıl, 247.Buluşma

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz