Kısa bir süre önce whatsapp’ıma bir dostumdan mesaj geldi. Uzun zamandır görüşmesek de görüşmek istediğimizde zaman mevhumunu ortadan kaldırıp kaldığımız yerden devam ettiğimiz bir dostluğumuz var. “Bana alan açar mısın, anlatmak istediğim şeyler var” diye başlıyordu mesaj. Bu mesaj ile başladı farkındalığım. Alan açmak… Konuşmak, anlatmak ve dinlemek; gerçek bir sohbetin yollarını tertemiz yapıp, karşındaki kişinin ruhunu incitebilecek her şeyi ortadan kaldırmak demek. En mühimi de zihin seslerini bile kısarak, o anın içine kuş gibi hafif bir şekilde konabilmesini sağlamak demek. Konuşmak kelimesinin ‘kon’ kökünden geldiğini, “komşu olmak”, “ikamet etmek” (1) anlamında kullanıldığını öğrendiğim andan itibaren konuşmak kavramına başka bir özenle bakıyorum. Konuş-mak… Birbirinin yüreğine ikamet eden ruhların birbirleriyle aynı an içine konuşup, deneyim, ilgi, bilgi, anı, duygu aktardığı, o anı özenle paylaşmak. An’ı paylaştığın kişinin ruhuna konmak… Sezen Aksu’nun sesinin Mevlana’nın sözüyle birleştiği bir şarkının huzurunda buluşmak… ‘Yeniliğe doğru’ bir yerde bulanmadan akmak…
Sadece içimizi döktüğümüz değil, akarken birbirimizi beslediğimiz bir kanalı da açmış olduk. Aynı suyun içinde yıkanmak, arınmak gibi güzel, eğlenceli ve keyifli bir sohbetin içinde olmak ılık banyo etkisi yaratıyor. O anlatıyor ben dinliyorum, ben anlatıyorum o dinliyor. Paylaşımlarımızın üzerine düşünüyor, bilincimizin altını üstüne getiriyor sonra o dağınıklığı farkındalıklarla bir güzel topluyoruz. Eğer karşınızdaki kişiye güven ve anlayış bağıyla bağlanıyorsanız, elinde fener tutan bilge gibi geliyor an. Sözler ise bir şifacı gibi dokunuyor yaralarınıza. İçinizde fark etmediğiniz, isim veremediğiniz, yüzleşmeye cesaret edemediğiniz ne varsa gün yüzüne çıkıyor sohbetle. “Dost, sen sarhoşken ayık kalabilen kişidir.” O an anlıyorum bunu. Bazen olayların, hayatın içinde kaybolur insan. Çok iyi bildiği yolları bile bulamayacak kadar düşük bir enerjinin, insanı nasıl da sarhoş ettiğini, alkolden de etkili bir kendinden geçme hali yaşattığını da fark ediyorum bu buluşmanın içinde. Kelimelerle birbirimizin koluna giriyor, karanlıkların içinden birbirimize destek olarak çıkıyoruz. Aktif konuşma ve susarak konuşma deneyimini yaşadığım dostlarım olduğu için şanslıyım. Karşılıklı etkin sohbetlerin tadı çok daha başka ancak eğer arada mesafe varsa yazışmak da sevdaya dahil diyebilirim. Eğer dostlarınız sizden uzaktaysa, bir arada olduğunuzdan çok daha derin sohbetler yaşayabileceğiniz bir yöntem olabilir, karşılıklı yazışmak. Böyle bir sohbete başladığınızda, arada bir heyecanlanıp ses kaydı bırakırken de bulursanız kendinizi sakın şaşırmayın. Bu etkili ve etkin bir sohbete başladığınızın ve konuşmayla şifa frekansına girdiğinizin bir belirtisidir, birlikte arınacağınız o engin yolculuğa kendinizi bırakabilirsiniz…
Etkin bir sohbet yaşayamamak hele son dönemde yaşadığımız ortak sorunlarımızdan biri. İçimizdeki sıkıntıları, dertleri kovayla birbirimizin alanına dökmenin dostluk olduğunu düşünüyoruz çünkü. Üstü açık – kapalı yargı ve eleştirilerle karşıdaki kişiye suçluluk ve pişmanlık yüklemeyi samimiyet olarak gördüğümüz gibi. Ya da herhangi bir konuda bilgi alırken, bildiğin ne varsa ortaya döküp bilgi verenin önünü kapatmayı paylaşmak sandığımız gibi… Hepsinin içinde dinleyen ve konuşan olarak her hali deneyimlemiş ve bu alışkanlığı kırmaya çalışan bir insan olmaya çalıştığımın da altını çizmek isterim. Alışkanlıklarımız ve ezberlerimizle hareket ediyoruz ve bunu fark etmek en büyük adım.
Sohbet ettikten sonra bir başınıza kaldığınızda söylenmemiş kelimelerinizle kalakaldığınız, Nazan Öncel’in Nereye Böyle adlı şarkı sözünü yaşadığınız, “halimi anlattım birilerine, anlatmasa mıydım acaba?” diyerek kendinizi içinizden konuşurken bulduğunuz, eve dönüş yolunda “ama” ve “acaba”larınızın kafanızda birbirlerini çekiştirerek yürümelerini gözlemlediğiniz, sohbet sonrası vurgun yemiş gibi enerjinizin çekildiğine şahit olduğunuz anlarınız oldu mu hiç?
Biri bize bir şey anlattığında anında bir çözüm, onay ya da yargılı bir iç çekişle eşlik etmek isteriz karşımızdaki kişiye. Aslında niyetimiz iyidir. O an dinlediğimiz kişiyi rahatlatmak, iyi hissetmesini sağlamak, yanında olduğumuzu bir şekilde göstermektir amacımız. Anlatanın amacı da aldığı tüm onay, destek ve dokunuşla kendini bir başına hissetmeyecek, anlatmanın, içini bir insana dökmenin, arınıp, boşalmanın, paylaşmanın, elindekini, kalbindekini aktarmanın huzuru içinde olmaktır o an belki de. Birbirimizi hissedip, yaşananlara bir şeyler katmak iken amacımız, susmamız, dinlememiz gereken yerde konuşarak akıp gitmesi gereken bir sohbetin önünü kelimelerle kesivermişizdir istemeden. “Bir beraberlik alanında insanlar birlikte bütünleşerek var olurlar ya da kendilerini, dolayısıyla birbirlerini topluca yok ederler” der Engin Geçtan Varoluş ve Psikiyatri kitabında. Aynı anda konuştuğumuz, daha hikayeyi anlatmadan hikayemizi karşıdaki kişinin yerine anlattığımız, lafı ağızdan alıp ağlara attığımız ve yanımızdakinin sahadaki varlığını unuttuğumuz ya da bunlara maruz kaldığımız nice sohbetlerimiz geliyor aklıma.
“Oysa ben hikayesini ilk kez anlatırken dikkate alınmayan insanların aniden ölebileceğinden korkarım” der Ece Temel Kuran Düğümlere Üfleyen Kadınlar kitabında. Konuşma anında hiç ölecek gibi olduğunuz anlarınız oldu mu bilmiyorum ancak anlatırken başka yere bakıldığında ve dinlenmediğimi hissettiğim anlarda sohbet hevesimin kaçtığını söyleyebilirim. Bu çok sık yapılıyorsa dinleyici olarak kalır ve bir daha hiçbir şey anlatmam. Çünkü beraberlik alanı bir nevi varlık sahasıdır. Varlık sahasında karşılıklı oluş, o anın, o insanın, anlatılan bilgi, dert, hikaye, özlem her ne ise onun içinde olma hali. Konuşmak sadece konuşmak değildir bu nedenle, “bir oluş” halidir.
Bugünlerde hem kendimi hem de etrafımda olan herkese, konuşmalarımıza, konuşamadıklarımıza, anlattıklarımıza, anlatamadıklarımıza dalıyor aklım. Birlikte var oluyor muyuz yoksa birbirimizi yok mu ediyoruz? Sessizce, yargılamadan ve hatta susarak dinleyebilmek için nasıl bir yol izleyelim? Bunun bize katacağı deneyim ne olur? Sorularının cevabını Engin Geçtan’ın Varoluş ve Psikiyatri kitabında buluyorum. Kitabı hala okumaya devam ediyorum. Bir psikoterapist değiliz belki ancak “dost dostun zehrini alır” sözünü de unutmamak gerekir. Sadece özel ilişkilerde değil, konuşma ihtiyacı duyulan her ilişkide boşlukları doldurmak için konuşmak yerine aynı anda nefes almayı deneyebiliriz.
Yorgun, durgun, üzgün, umutsuz ya da çok neşeli bir sohbete yürek daldırmayı ve ruhunun yelkenlerini açıp özgürce ve güvenle en bilinmezlere yol almayı ve geldiği yere geri dönerken şiir gibi bir hisse bağlı kalmayı kim istemez ki…
Murathan Mungan der k; “başımı dayayacak bir omuz olsun. Bir fincan kahve… Bir de konuşmadan bile anlaşacak kadar güçlü bir bağ.”
Sanırım yeniliğe doğru adım attığımız, beslendiğimiz, büyüdüğümüz, küçülsek de destek bulduğumuz ve “bu anı senin için kapattım” zenginliğiyle birbirimizle hemhal olduğumuz böyle konuş-malara, böyle bir ana ve bağa hepimizin ihtiyacı var.
“Sığınacak bir köşe bulayım oraya kıvrılıp yatayım ya da başımı bir omuza dayayayım. Biri saçlarımı okşasın ben mayışayım, sabahlara kadar da sohbet edelim. Ben konuşayım yanımdaki dinlesin. Sanki dünyanın son günüymüş ya da birbirimizi bir daha göremeyecekmişiz gibi durmadan konuşalım. Başımı dayadığım omuz hep yanımda olsun, ona güveneyim, gitmeyeceğini hissedeyim. Bazen de tam tersi sadece susalım ama gene de çok şey anlatalım birbirimize. Başımı dayayacak bir omuz olsun. Bir fincan kahve… Bir de konuşmadan bile anlaşacak kadar güçlü bir bağ.”
Murathan Mungan
Sevilay Acar
Dipnot:
- Konuşmak, etimoloji Kon-fiilinden +iş- işteşlik ekiyle “karşılıklı veya birlikte ikamet etmek” anlamındayken sadece Türkiye Türkçesinin Batı lehçesinde 16. yy’dan sonra danışmak fiilinin yerini almıştır. “komşu olmak” [ Ebu Hayyan, Kitabu’l-İdrak, 1312]
ḳonuşdu: cāwara [komşu idi]