“…gizli ve açık, yerde ve gökte, batıni ve zahiri, madde ve ruh, ve dahi ölümlüler ve dahi ölümsüzler, dervişler, evliyalar, erenler, kıyamet kuşları, ateş cümbüşleri, çakıl taşları, köşe başları, harama tenezzül edenler, helalden başkasına el sürmeyenler, sütü kesikler, kanı bozuklar, ecinniler, ecinniler, ecinniler, alemlerin anahtarı bilcümle mahlukatlar bilsin ki bu karga gözü, kuzu kulağı, fare sidiği, tavşan kanı, kıyametül alamet karışsın karışsın ve pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.”
Hep bir ağızdan.
“Amiiin…”
“Pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.”
“Amiin”
“Pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.”
“Amiiin”
“Üç kulhüvallah bir elham okuyun hanımlar, cenabet olan varsa çarpar haa…”
Allahım sen koru yarabbim, Bismillahirrahmanirrahim diye başladı annemle Firuze teyze mırıldanmaya.
Bu, pencereleri ağır kalın kadife perdelerle çevrilmiş, duvarlarında, köşedeki uyduruk televizyonun üzerinde duran ve ancak dibini aydınlatan mumdan yansıyan gölgelerin oynaştığı kasvetli odada, kendinden büyük sesi olan bu kadından iyice korkmaya başlamış ve dua okumayı bırakmıştım. Düşüncelerimi toplamam, dua okumaya odaklanmam olanaksızdı. Buna karşın annemle Firuze teyze bambaşka, hiç bilmedikleri bir âleme dalmış olmanın da heyecanıyla bir sağa bir sola, sallana sallana bitirmişlerdi dualarını. Üstüne bir Ettehiyyatü, bir de Amenerrasulü okuyarak büyünün tutmasını iyiden iyiye sağlama almışlardı.
Şaşkınlıktan donmuş halde anneme bakıyordum. Bu faldan, büyüden kâtiyyen haz etmeyen kadın duruma öyle iyi adapte olmuştu ki inanamıyordum. Bense bu olayın bu kadar ortasında ve bu kadar dışında olmayı nasıl becerebildiğimi bilmesem de kurulu bir bebek gibi ne denirse yapıyordum.
Bu kadit kadın, çapak çapak gözlerini pörtlete pörtlete büyük bir tahta kasede neredeyse bir saattir bitmez, tükenmez, anlamlı, anlamsız dualar okuyarak tahta bir tokmakla dövdüğü sıvıyı bana uzattı. Ne yapacağımı bilemez halde bozamsı şeye bakarken Firuze teyzenin bir omuz dürtmesiyle ikisinin de gözlerindeki anlamı kavradım.
Hayır, bunu içmemi bekliyor olmazlardı. Evlenememenin böyle bir bedeli olamazdı. Kocaman kap yavaş yavaş ağzıma yaklaştırılırken içimden kabaran aynı renkte başka bir şeye engel olamamıştım. Bu şey, giderek büyüyen, kabaran, kaynayan, köpüren ve sonunda taşan bir yanardağ gibi ağzımdan fokur fokur taşarak olduğu gibi kabın içine boşalmış, iki sıvı birbirine karışırken gözlerimin önünde engin bir denize dönüşmüştü. Kabaran dalgaların içinde daha fazla çırpınamadan yüzüme yansıyan son mum ışığının ardından derin sulara doğru çekilmiştim.
Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm şey Firuze teyzenin üzerime eğilmiş kocaman burnu oldu. Kendimi bildim bileli nereye sokulacağı belli olmayan bu burun beni hep korkuturdu. Kimi odamın kapısının aralığından, kimi anne babamın yatak odasından, kimi balkon duvarının diğer tarafından, kimi babamın koltuğunun arkasından fırlayıp kendini bilmez halde sağa sola çarpar ama her defasında hedefini bulurdu. Anneme de, bana da, daha kötüsü babama da bu burundan kaçış yoktu.
İşte yine en özel konularımızdan birinde, herşeyin tam ortasında duruyordu. Gözlerimi açmamla birlikte geri geri çekilmeye başladı ve ben artık acı gerçekle yüzyüze kaldım. Hala büyücü Bedriye’nin evinde, tanımadığım ve benim beceriksizliğim yüzünden sonuçlanmayan boşuna beklenmiş bir saate mi kızsalar, yoksa anlayışla karşılayıp bayılmama mı üzülseler bilemeyen bir sürü başörtülü kadının önünde sereserpe yatıyordum.
Kadınların arasından zar zor görebildiğim annem, kendime geldiğime emin oluktan sonra beni hemen ayağa kaldırdı. Çantamı elime, eşarbımı başıma, mantomu sırtıma verdiği gibi apar topar dışarı çıkarttı. Bir koluma annem girmişti ki Firuze Teyze’de koşup diğer koluma girmekte gecikmedi. Sanki ben kocaman bir çuvalmışım ya da çekiştirilmeden götürülmeye yanaşmayan küçük bir çocukmuşum gibi sürüklemeye başladılar.
“Ben sana dedim Firuze, bizim kız yapamaz dedim.”
“Yok anam yok, o da büyüdenmiş, Bedriye dedi ya…İçin rahat olsun senin.”
“Ne büyüsü be, kızın midesi kaldırmadı, sen hala büyüden diyorsun.”
“Yok, anlamadın sen komşum, büyüdenmiş. İçmese de kuvvetinin, tutmasının ibaresiymiş. Allahıma bin şükürler olsun.”
“Valla içemedi kör olasıca, boşuna gitti yüz elli lira. Ah ben o parayı kaç pazardan arttırdığımla biriktirdim. Ah dağlara taşlara gelesice… Rezil etti beni bu kız ah…”
“Ay yok öyle demek komşum, tutmuştur tutmuş, içini ferah tut sen.”
“Ayol hala aynı şeyi söylüyorsun, kızın midesi kaldırmadı diyorum içemedi, sen hala tuttu diyorsun. Firuze sen git de o büyüyü… fesubanallaaah…”
“Aaa ne kızıyorsun be, iyilik de yaramıyor sana. Ama ne lazım uğraşmayacaksın, İyilikten maraz doğar demişler. Hem sen ne demek istiyorsun bakayım öyle kendine yap falan. Bunca yıllık komşuyuz şurada. Ben evlenmediysem senin kız gibi senede bir talibim çıktığından değil, ben beğenmedim kimseleri, beeen…”
“Aaa yettin ama Firuze, nesi var gül gibi kızımın, hiç böyle demiyordun şimdiye kadar, seni terbiyesiz. Ahın gitmiş vahın kalmış. Kendisiyle karşılaştırıyor gül gibi kızımı utanmadan.”
“Asıl sen ne diyorsun öyle, gençliğimizde de hep kıskanırdın güzelliğimi zaten nasıl unuttun. Cümle âlem biliyordu senin ne zilli olduğunu. Hulusi’yi elde etmek için ne aşüftelikler yaptığını. Hey gidi günler heey…”
“Ne! Ne diyorsun sen Allah aşkına. Münasebetsiz kadın… Ne kıskanması. Senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu? Asıl kim kıskançmış gördük işte. O hokka gibi burnunla kim alırdı seni hem?”
“Yoook, yok! Hep kıskandın beni zaten. Hulusi’nin peşinden koşman da hep bu yüzdendi zaten. Beni alacaktı o beni. Hem sen burnuma nasıl kulp bulurmuşsun bakayım. Hiç mi utanman arlanman yok. Beğenen beğendi de zamanında ben elimin tersiyle ittim herkesi. Sanki bilmiyor!”
“Ay ne beğenmesi ayol! Hulusi gece seni görünce, korkudan saklanacak delik arıyormuş” diyerek şuh bir kahkaha attı annem.
“ Hulusi mi? Koynuma girerken öyle demiyor ama!”
Annem kan beynine çıkmış tam bir şey söyleyecekken, ağzına birden tıpa kapanmış gibi kıpkırmızı suratıyla kalakaldı. Aklından ışık hızında geçenler mi, aldanmak mı, görmemezlikten gelmiş olmak mı, utanmak mı, kızmak mı ya da bunlardan her birinin üstünden her adım yuvarlanmaktan mı bilinmez yavaş yavaş önüne döndü. Fakat adımlarını hızlandırdı.
Yan gözle baktığım annem, renkten renge giriyordu, her duygu yanaklarında bir tokat gibi patlatıyor, tombul yüzü kanlandıkça kanlanıyordu. Vasat bir dizi oyuncusu gibi abartılı ve gülünç bir şaşkınlık yapışmıştı suratına. Alnının ortasından çaprazlamasına geçen kalın damar tıp tıp atıyordu. Yılların şüphesi su yüzüne mi çıkmıştı, yoksa bana mı öyle geldi bilinmez asker adımlarıyla pür telaş eve doğru koşturuyorduk
Firuze teyze, bakakaldı. Yüzü ve annemle aynı tempoda hızlanan bacakları iki ayrı insana ait gibiydi ve toplandığında artık bir Firuze Teyze etmesi inanılmazdı.
Bu kadının ilk defa diyecek bir şeyinin olmadığı bir durumla karşılaşmıştım. Bu benim için olduğu kadar onun için de yeni bir durumdu ve belli ki o da bu yeni durumla nasıl başa çıkacağını bilemiyordu. Ağzından çıkan tek bir cümleyle dağılan bu üçlü dayanışma grubundan koparsa bütün hayatı dağılacakmış gibi sıkı sıkı tutuyordu kolumu. Bu nedenle anneme ayak uydurmakta güçlük çekmiyordu. Burun ise küçülüyordu sanki giderek Firuze teyzeyle birlikte.
Annemin başı öne eğilmişti. Yere bakıyor ve aslında yere bakmıyordu. Onu tanıyorsam, otuz beş senesini verdiği bu yerden bitme gavurdan dönme koca müsvettesinin defterini dürmeye gidiyordu. Kıpır kıpır kıpırdayan gözleriyle eğik başını kaldırdığı anda babamın muhakemesi tamamlanmış ve cezası kesilmiş olmalıydı ki aynı anda kendimizi evin kapsında bulduk.
Babam ayak seslerimizi duymuş, dışarı çıkmıştı. Şaşkın gözlerle bize şöyle bir göz attı ve hiç bir şey demeden anneme biraz yanaşıp,
“Neredesiniz yahu, içerisi misafir dolu”. dedi.
Annem ne dese, babamı hangi ara boğsa diye düşünüyor olmalıydı ki tam o kocaman ağzını açacakken babam atıldı. Bana ve Firuze teyzeye de bir bakış fırlatarak, suratında zevkten dört köşe bir ifadeyle sırıttı. Firuze teyze ve burnu suskun, akıbetine razı olmuş bekliyordu. Tek kelime etmiyordu.
“Görücü geldi hanım, görücü. Hani şu Firuze’nin uzak dayısının oğlumuymuş neymiş, onlar geldi işte. Uzak yoldan gelmişler, sizi evde bulamayınca da haber edememişler. Oğlan kuyumcu, pek yakışıklı, aslan gibi, pehlivan gibi.” Babam bir an durdu, çatılmış gür kaşları, kısılmış çipil gözleriyle bizi taradı.
“Hem ne bu haliniz toplanın, kendinize gelin hadi, yalnız bırakmayalım görücüleri.”
Sonra bana son bir çapkın bakış fırlatıp içeri daldı.
Biz de gizli ve açık, yerde ve gökte, batıni ve zahiri, madde ve ruh, ve dahi ölümlüler ve dahi ölümsüzlerle beraber dışarıda kaldık. Pirimiz şehr-ü evliya Takiyediin Şahidim olsun.
Annemden bir Amin duyuldu.
Betül Dursun