“Yörük köyünün girişinde, sonsuzluğa göçen canlar karşılar sizi. Önce onlara koşar, hasretle kavuşursunuz. Bir anne, bir baba, bir evlat veya bir kardeştir doğanın kucağına teslim ettiğiniz canınız. Çok büyüktür özlem… Çok acıdır; sıcak yanağını öpmek yerine taşına sarılmak…Sesini duymak yerine, rüzgârın uğultusu ile konuşmak… Onlar sizi bekler orada sessiz, sitemsiz… Ama bilirler ki var oldukları yer bir annenin kalbi, bir ablanın en güzel çocukluk anılarıdır. Ve onlar varoldukça hep yaşayacaklardır. Köyden çıkışta veda edilirken, sizi hayata yolcu ederken, kalbinizde onları da götürdüğünüzü bilirler. Onlar her yerde, her zaman bizimledir; bir parçamız olarak yaşayacaklardır. Ve bizler onları yaşatmak için daha çok sarılmayız birbirimize ve hayata.”
Bir Safranbolu Masalı’nda 3. gün Yörük Köyü’ne işte bu duygularla girdik. Köyün girişindeki dar yolun iki tarafında sıralanmışlardı bizi karşılamak için. Köyün tek giriş çıkışı idi bu yol ve herşey onların tanıklığında oluyordu. Yaşama sarılmamız, en büyük hediyemiz olan “yaşam” ın değerini anlamamız için oradaydılar adeta. Rüzgârın sesi bu hayatta fani olduğumuzu fısıldarken, her taşın üzerindeki isim; bir zamanlar onlarında bu yoldan geçtiğini ve tek gerçeğin bir gün buluşacağımız olduğunu sessizce haykırıyordu.
Söylemiştim size gezimizin en duygu yüklü anlarını yaşayaktık bugün. Çok sevdiğimiz iki arkadaşımız Hatice evladını, İdil kardeşini emanet etmişti bu ata topraklarına. Biz yıllardır onların acısını paylaşmaya, anlamaya çalıştık. Tesellisi yoktu, farkındaydık. Ama bugün sözün bittiği yerdeydik…
Bugün rehberimiz Hatice idi. Ailesinin köklerini, dostlarını, yaşadıkları evi, köyünün sokaklarını hatıralarının yolculuğunda gezdirecekti bize. Önce oğluyla kucaklaşmış, acısını yüreğine saklayarak dönmüştü aramıza.
Köyün içine doğru yürümeye başladığımızda tarihleri ikiyüzelli yıl geriye giden, sekiz nesle yuva olmuş yörük evleri karşıladı bizi. Yörük ve ev kelimelerinin birarada kullanılması tezattır. Göçer hayatın temsilcisi yörükler kurdukları obalarda yaşar, özgürlüğün timsali olarak bir yere kök salmazlar, mevsimine göre hayvanlarıyla birlikte konar göçerlerdi. Bu bölgeye gelen Yörük aşireti Orta Asya’dan dağılan Oğuz Türklerinin Karakeçili aşiret kollarından biri. Kars, Sarıkamış ve Karadeniz üzerinden eski Safranbolu topraklarının ondört kilometre yakınına kadar gelmiş ve üç kardeş Hacı-Hüseyin-Davut’un önderliğinde bugünkü Yörük Köyü’nün orta mahallesindeki Hafız Pınar’ı olarak bilinen, halk arasında “Çökön” ismiyle anılan alana çadırlarını kurup yerleşmişler. Zamanla oba halkına meralar yetmez olunca; kardeşlerden ikincisi Hacı grubuyla “Hacılar Obası Köyü”nü, üçüncü kardeş Davut da “Davutlar Obası Köyü”nü kurmuş. Hüseyin ise halkıyla birlikte Çökön’de kalmış. Zaman içinde Osmanlı devletinin yerleşik düzeni zorlamasıyla Safranbolu evleri mimarisinin aynısı olan evler yaparak, daimi konmuşlardı bu kez.
Osmanlı kayıtlarında “Devlethanı Be Kazaı Yörükanı Taraklı Borlu” olarak geçen yedi yüz elli yıllık Yörük köyünün en eski evi ünvanını 450 yıldır ayakta olan “Odabaşılıgil” evi taşıyor. Muratoğlu Konağı, Sipahioğlu Konağı, Cebecioğlu Konağı, Kaymakçıoğlu Konağı, Sucu Hafiz Evi, İbrahim Çağlayan Evi, çamaşırhane, Ahşap Camii görülmesi gereken yerlerden. Aslında bir açık hava müzesi olan Yörük Köyü, Arnavut kaldırımı yollarının etrafına bitişik nizam dizilmiş bahçeli evleri, tarihi kahvesi, çamaşırhanesi, camii ile sizi geçmişe götürüyor. Bu yollarda koşan çocukları, kollarında sepetleri ile çamaşır yıkamaya giden gelinleri, bahçelerde pekmez kaynatan anneleri, akşamları sürüsüyle meradan dönen delikanlıları hayal etmek size kalıyor. Biz şanslıydık; Hatice’nin hatıralarını dinlerken bir film gibi aktı buradaki yaşam gözlerimizin önünden.
Yol boyunca bazıları restore edilmiş bakımlı, bazıları ise harap durumdaki evlerin arasından, kapı önlerinde oturan teyzelerin “hoşgeldiniz” seslenişleri, Hatice ve İdil’in onlarla kucaklaşmaları ve bizlere anlatımlarıyla ilerledik. Evler iki, üç hatta bazan dört katlı, aşı boyalı, sıvalı ya da çıplak bırakılmış cepheli, ahşap panjurlu, parmaklıklı pencereli, alt katları kagir üst katları ahşap ağırlıklı binalardı. Bildiğimiz köy evi tarzının dışında kalan bu evlerin çoğu adeta birer konak niteliğindeydi. Evlerin büyüklüğü köy sakinlerinin ekonomik gücünün de yüksek olduğunun göstergesiydi.
İlk durağımız, Muratoğlu ailesinin vakfa bağışladığı, köydeki en görkemli yapılardan olan Muratoğlu konağı oldu.” Yörük Köyü Kültür Mirasını Tanıtma ve Dayanışma Vakfı tarafından köyden yetişmiş aydın kişilerin bağışları yoluyla restore edilen konak, bugün köydeki tek otel. Konağın her odası adları kapılarda belirtilen bir bağışçı tarafından aslına uygun düzenlenmiş. Yörüklerin geçmişlerine sahip çıkışlarını, duydukları gururu köyün her köşesini gezerken, sohbet ederken hissediyorsunuz.
Taş duvarlarla, tahta çitlerle çevrili bahçelerden yükselen ağaçlar, dallarına salıncakların kurulduğu, çocukların oynadığı, annelerin salça kazanları için ateş yaktıkları günleri özler, geleceklerini umar gibi gökyüzüne doğru uzanmışlardı. Ama yollar boştu, sokaklar sessizdi, yaşayanlar gitmiş, yaşadıkları evler direnmişti. Yörükler büyük şehirlere göçmüşlerdi bu sefer de. Bilgiyi, bilimi, sanatı yakalamak, okumak, meslek ve iş sahibi olmak için göçmüşlerdi. Boş sokakların hüznü, başarılı olmuş, dünya çapında isimler yetiştirmiş nesillerin adları ile harmanlanıyordu. Çökön meydanındaki evinde Hasanzade İbrahim Bey kızı Ayşe Leyla Çeyrekligil (Leyla Gencer)‘i yetiştirmenin gururunu yaşamıştı. Yirminci yüzyılın en ünlü sopranalarından “La Diva Turca” olarak ün yapmış kızının anıtı Yörüklerin gururu olacaktı, ilk çadırların kurulduğu bu meydanda. Uygarlık sadece süslü binalar yaratmaktan değil insan yetiştirmekten geçiyordu.
Meydanda küçük küçük tezgahlar, üstlerinde yetiştirdikleri ürünleri, yaptıkları reçelleri, el işlemelerini satan köyün insanları, aydınlık gülüşleri, yürekten gelen merhabaları ile buyur ettiler bizi köylerine. Hatice’den hepsinin hikayelerini dinledik. Köyün muhtarı karşıladı bizi yol başında, davet etti bir kahvesini içmeye tarihi Yörük kahvesinde.
Kurşun taşının başında buluştuk Nuri Bey’le. Önce taşın öyküsünü anlatayım sizlere derken Hatice, Nuri Bey’in idealist köy öğretmeni kayınbabası Metin Bey’den açtı sözü ve onun öğrencileri ile diktiği fidanların bugün göğe erdiğini gösterdi. Hayal ile çalışarak yapılan işler ölümsüzdü.
Kurşun taşı deyince, atış talimi yapılan taş zannetim önce. Çok yanıldığımı Nuri Bey konuştukça anladım. Üç yol ağzında üzerinde delik bulunan büyük bir taşın etrafında toplandık hepimiz. Şaman geleneklerinden gelen nazara ve kötülüklere karşı okunan dualar eşliğinde dökülen kurşunun suyu dökülürmüş buraya. Okunmuş su olmadık bir yere dökülmesin diye bu taş görevli kılınmış. Sabah çok erken saatte, köyde kimse uyanmadan evin hanımı kurşunlu suyu bu delikten döker, su yolunu bulurken kötülükler peşi sıra gelmesin diye arkasına bakmadan evine dönermiş. Keşke bu kadar kolay olsaydı kötülükleri yok etmek…
Kurşun taşının hemen çaprazında Hatice’nin baba evi vardı. Yüzelli haneli Yörük köyünde 120 numarayı taşıyan “İbrahim Çağlayan” hanesi 1883 yılında yapılmış, çocukları tarafından restore edilerek baba ocağının kapısı bugüne kadar açık tutulmuş. Çift kanatlı ahşap kapı bu kez bizler için açılacaktı. Kapıyı açmadan önce Nuri Bey kapılardaki bağların dilini anlattı. Kapı tokmakları demirciliğin en güzel örneklerinden özenle işlenmiş ve her evin kapı tokmağı ayrı biçimde. Üç kademeli kilitleme sistemi bana karışık geldi ve herkesin tanış olduğu köyde neden gerek duyulduğunu da pek anlayamadım. Kapı tokmaklarına bağlanan ip gevşek tek düğümlü ise hemen geleceğim, yakındayım demek, eğer iki boğumlu ise gölün oradaki tarlalardayım, çok boğumlu ise köydışında uzaktayım demek oluyormuş. Bu evsahibinin gelen kişiye bıraktığı mesajı. Misafir ise yerden aldığı çöpü bağın arasına bırakarak gelip bulamadığını haber verirmiş. Evsahibi o çöpün sahibi gelene kadar evden ayrılmaz bekler, aksi durumda gelene büyük saygısızlık olurmuş. Haberleşmek telefonsuz da olabiliyor diye gülümserken, çoklu ilmikler çözüldü ve 134 yıldır açık olan İbrahim Çağlayan’ın kapısından hiç tanımadığı biz yeni konukları girdik içeriye saygıyla.
Yerleri taşla döşeli olduğu için taşlık diye adlandırılan zemin kattaydık. Eskiden bütün günlük işlerin yapıldığı alandı burası. Ahır, depo olarak kullanılan bu alan evin bütün taban alanını kaplıyor. Bahçeye de buradan çıkılıyor. Bahçede; eskiden “ekmek evi “denilen; kıyma, salça, pekmez, ekmek, reçel yapılan küçük bir oda var. Aile kışın geldiğinde şömineyi yakıp, geçmişi yad ediyor burada. Taşlığın dip tarafında bulunan mutfak zamana uygun olarak yeni yapılmış, ortada kuzine karşında sedirler var. Kardeşler geldiğinde bunun etrafında oturup, yemek yaparken sohbet ediyorlar. Anne Aliye hanımın yemek pişirdiği sahanlar, tencereler, kazanlar kalaylanmış, pırıl pırıl bir köşede duruyor. Merdivenden çıkışta merdiven sahanlığında erzak depolama amaçlı dolaplar var. Ara katın taşlığa bakan kısmı kafesli bir çerçeve ile kapatılmış. Üzerinde ufak bir pencere var. Evin kadınları kapıdan gireni önce buradan görür, gelen kişiye göre hareket edermiş. Bir nevi haremlik-selamlık gibi. Eskiden bu katta olan mutfak odaya dönüştürülmüş. Üçüncü kat ailenin yaşam alanı. Odaların açıldığı “çardak” denilen sofada cam önünde sedirler ayrıca çardağın bir kısmı yükseltilerek tam merdivenin üst kısmında yapılmış özel oturma bölümü var. Tam merdivenin karşısında, gelen kişileri gören stratejik sedir de sevgili Aliye annenin oturduğu yer.
Sipahioğlu Konağını bize gezdiren, Hatice’nin arkadaşı Filiz hanımın evlerin yapımı ile ilgili espirili sözlerini burada anmadan geçemeyeceğim.
“Evde kullanılan tahtalar ne kadar uzun ve enli ise evsahibi o kadar zengin. Döşemelerin altı tahta, üstü tahta. Tahtaların arası çamur, keçi kılı, saman, yumurta akı. Her evin altında ahır var. Saman ile çamur tahtaya sıkışır, rutubeti kokuyu önler. Hayvan pisler koku çıkmaz, insan yürür ses yapmaz. Keçi kılı örümceği böceği kırar. Sedirlerin içine doldurulan otlar da yorgunluğu alır. Hiçbir ev diğerinin manzarasına engel olmaz.”
Bu katta yatak odaları, konukların kabul edildiği dekorasyonu çok özenli olan “baş oda”, Hatice’nin tabiriyle “çiçekli oda” var. Kapı açıldığında bir rüya odasına girdiğimi sandım. Beyaz duvarların üzerine doğal toprak ya da kök boya kullanılarak fırça ile yapılmış resimler, ahşap nişler ve dolaplar, özenle yapılmış ocak ve üzerinde eski gaz lambaları, saat, duvarda asılmış atalara ait kılıçlar, fişeklik, aile büyüklerinin fotoğrafları, Hatice’nin gençliğinde işlediği kırlantler, çok güzel bir işçilik ile kaplanmış ahşap tavan, sakız gibi beyaz dantelle süslenmiş perdelerin örttüğü pencerelerin önünde kırmızı kadife kumaşla kaplanmış sedirler, beyaz dantelli örtülerle kaplı yastıklar, bunlara uygun halı, ortasında pirinç mangal, yüklük içindeki banyo rüya hissimi doğruluyordu adeta. Duvarlardaki bitkisel desenler dışarıdaki doğanın bütün güzelliğini evin içine taşıyordu. Süslemelerde Bektaşiliğin somut yansımaları görülmekteydi. Göçebe yaşam tarzının “altta toprak, üstte gök” felsefesi odada halı ve tavan ile temsil ediliyordu.
Hatice’nin anlatımıyla, tüm süslemelerin orijinal olduğunu, kardeşi Asuman’ın sadece beyaz kısımları büyük bir emek ile boyayarak tüm renklerin canlılığını ortaya çıkardığını öğrendik. Tavanın dört köşesinde bulunan kancalara neler asıldığını, kimlerin salıncaklarının kurulduğunu hayal ettik. Bir köşede asılı duran başak demeti evin bereketi içindi. Kimler gelmiş kimler geçmişti bu odalardan, acı tatlı ne günler, sevinçli kavuşmalar, hüzünlü ayrılıklar yaşanmıştı. Merdivenlerde ayak izleri, duvarlarda sesleri ve çocuklarında anıları kalmıştı geriye. Duvardaki fotoğraflarından biz yeni misafirlerini görüyor gibiydiler. Ben onları hayal ettim, oradaydılar. Çocuklarında, torunlarında yaşıyorlardı artık.
Yüzyirmi numaralı hanenin kapısını bir kez daha kapadık. Bol düğümlü bağladık ipi. Evsahibi çok uzaklara gidiyordu…
Hatice’nin İstanbul’dan beri söylediği köyün meşhur gözlemeleri ve baklavasını tatma zamanı gelmiş, öğle olmuştu. Nuri bey kendi mekânı olan Tarihi Kurşun Taşı Gözleme ve Baklava Evi’nde misafir etti bizleri. Eşinin hazırladığı peynirli, ıspanaklı, patatesli, etli gözlemeler meşhur ayranları ile çok keyifli yendi, ellerine sağlık. Önce tokuz diye nazlandık ama tel tel açılmış halen ılık olan şerbet ile tadlandırılmış gevrek baklavayı tadınca tabaklar gelip gitmeye başladı. Yetmedi; sevdiklerimize de tattırmak için yanımıza da aldık.
Köyün halen yaşayan, müze ev olarak misafirlerini ağırlayan Sipahioğlu konağını, Filiz hanımın tiyatral anlatımıyla gezdikten, alt kattaki dükkândan hatıralarımızı aldıktan sonra köyün çamaşırhanesine doğru yola çıktık. Yapılış tarihi kesin olarak bilinmeyen çamaşırhane 19. yüzyılda Sipahioğlu ailesi tarafından imar edilmiş, 1996 yılında Yörük Vakfı tarafından restore edilmiş. Leyla Gencer ile kuzen olan, anne tarafından Yörük olan Cemil İpekçi’nin adını taşıyan sokağın sonundaki çamaşırhane artık sanat galerisi olarak kullanılıyor. İçeri girdiğimizde Hatice bekleme taşına oturdu ve başladı anlatmaya;
“Ortada büyük yuvarlak bir çamaşır yıkama taşı, su ısıtmak için iki ocak ve dört kazan yeri var. Bektaşi kültürünün detayları burada da göze çarpıyor. Ortadaki çamaşır yıkama yeri oniki imama atfen oniki dilime bölünmüş. Oniki köşesi olan taşın bölümleri arasında olan ince kanallar sayesinde kimsenin kirli suyu birbirine karışmadan ortadaki deliğe akıp, oradanda dışarı gidiyor. Köyün gelinleri sabah erkenden gelip yer tutar, ateş yakılır, kazanlar kaynardı. Taşın her yerinde yükseklik aynı değil. Kısa boylular daha alçak olan kısma, uzun boylular da yüksek kısma geçer, manilerle, sohbetle çamaşırlar yıkanırdı. Tavan çok yüksek ve ahşap olduğu için buhar birikmesini de önlüyor. Çocukluğundan hatırladığı bazı manileri paylaşınca gülmekten koptuk. Çamaşırları gelinler yıkadığı için maniler de duruma uygun;
Gelin ; Bu kaynanamın donu
Bokludur donu
Ben yıkamam onu,
derken; can havliyle tokaçı vurup, döve döve yıkadığı için çamaşırlar daha temiz olurken, sıra kocasınınkilere geldiğinde ise;
Bu kocamın donu
Mis kokar onun donu
Yıkarım ben onu,
diyerek; nazik nazik fazla dövmeden yıkar, sonuçta kaynanasının çamaşırları kadar temiz olmazdı. Yıkanan çamaşırlar dışarıda kururken, çamaşırhanenin köşesine sonradan eklenen banyoda anneler önce çocuklarını yıkar, sonra kendileri de yıkanıp, ellerinde temiz çamaşırları yanlarında çocukları, kızarmış yanakları, yorgun kolları ile güle oynaya evlerine dönerdi.
Hatice, anlatırken bir kez daha o günleri yaşadığını hissettim. Yeşillikler üzerinde bembeyaz çamaşırlar dalgalanirken, içeriden yörük gelinlerin ve çocukların sesleri geliyordu…
Çamaşırhanenin duvarında Vakfın kuruluşundan itibaren onaltı yıldır gelenek haline getirilen Yörük ağalarının fotoğrafları var. Her sene ağustos ayında bir hafta Yörükler köyde toplanır ve davul zurna eşliğinde eğlencenin ve ikramların masrafını o sene seçilen ağa karşılar. Gönüllülük esasıyla yapılan ağalık; olan kişiyi onure eden, köyünün tarihine iz bırakmasına vesile olan bir etkinlik. Yeni nesillerin de geçmişlerini, gelenek göreneklerini tanımaları, biraraya gelerek bağlarını kuvvetlendirmeleri yönünde çok etkili. Ağa deyince sadece erkeklerin olduğunu düşünmeyin. Altı kişi kadın ağa. Hatice’nin de fotoğrafını o duvarda görmek istediğimizi söyleyip, ağa olduğu yıl kutlamalara geleceğimiz sözünü verdik.
Artık yorulmuştuk, en çok da Hatice. Geçmişe yolculuk kolay değildi. Kaybedilenlerin hüznü, özlemi, geçen yılların hızı gönülleri de yoruyordu. Yörük kızı, dar sokaklardan ağır ağır yürürken bastonuna dayanmış, sırtında yılların yorgunluğu, kalbinde bizleri mutlu etmenin sevinci, gözünde canlanan hatıralarıyla ağır ağır ilerliyordu.
Bizler de kalbini açan, hatıralarının arasında dolaşmamıza izin veren, Yörük Köylü olmakdan gurur duyan, herbirimizde özel bir yere sahip olan kitapdaşımız, dostumuz için anılarımızda çok özel bir sayfa daha açtık.
Yörük köyünün genç kuşağının temsilcisi, bu emanetlerin değerinin farkında olan ve bununla gurur duyan sevgili İdil; her zamanki kibarlığı ile sessizce ve titizce ev sahipliği yaparken, annesi Hatice’nin anlatımlarından bir kelimeyi dahi kaçırmadan daima onun yanındaydı. Artık anlatma sırası ona geliyordu.
Zaman yine akıp geçdi, içilen kahvelerden sonra dönüş vakti geldi. Şimdiden çok özel anılarımız arasına giren Yörük köyünden, sonsuzluğa göçenlere veda ederek ayrıldık…
İlknur Karapolat
Mayıs 2017