Bir Kapadokya Gezisi: Zamanda Yolculuk

Kitapların izinden gitmek büyük keyif verir biz “Martı Kitap Kulübü” üyelerine. Bu yolculuklarda kahramanların yaşadığı, konunun örüldüğü coğrafyayı gezerken bir kez daha yaşarız okurken hayal ettiklerimizi. Romanların kurgu olduğunu biliriz hepimiz. Yine de sürükleniriz ilerleyen sayfalar arasında heyecanla, hüzünle, mutlulukla hatta kızgınlıkla. Anlatılan tarihten izler taşıyorsa, zamanda bir yolculuktur o roman. Meraklıyızdır. Araştırır, tartışır, dönemi ve kahramanları kendi zamanlarında değerlendirir, yazarın kurduğu dünyada yaşarız.

Bu sene  sevgili Yasemin Sungur’un önerisi ile Kapadokya’ya gitmeye karar verdik. Gürsel Korat ile sürecektik Kapadokya’yı mekan alan romanlarının izlerini. Çoğumuz bölgeyi görmüştük ama bir yazarın gözünden gezmek ayrı bir heyecandı. Bu duygularla başladık yeni yolculuğumuza.

Zaman Yeli, Güvercin’e Ağıt ve Kalenderiye üçlemesinin geçtiği coğrafya  Yazarın tarihinde de önemli izlere sahipti. Dünyayı bu coğrafyada tanımıştı ilk olarak. Belki de hayatını şekillendirmişti arkadaşlarıyla gittiği Göreme’de kayalara oyulmuş manastırları görmek. Merak etmişti; kimler oydu milyonlarca yıl önce Erciyes, Göllü Dağ, Melendiz ve Hasan Dağı’nın püskürttüğü küllerden, lavlardan oluşan bu kayaları, hangi nedenler getirmişti insanları buraya ve neden, kimden saklanmışlardı yeraltında kurdukları şehirlerde. Bu romanlar Gürsel Korat’ın aradığı cevapların izinde, araştıran,  sorgulayan ve yorumlayan tarih yolculuğuna çıkmasıyla ulaştı bizlere. Yazarımız, on yıllık süreçte hazırladığı “KapadokyaTaşkapıdan Taçkapıya” inceleme-araştırma kitabında heyecanını şu sözlerle anlatır: 

“Kitabın basıldıktan sonrası değil, yazılma süreci çok mutlu ediyordu beni. Kapadokya kiliselerinin tavanlarına bakmaktan boynum ağrısa bile yerlere uzanarak çalışmamı sürdürüyor, böyle bir “sürünme halindeyken” bile resimlerin konularını sınıflamak zoruma gitmiyordu. Vadilerde dolaşıyor, yaşlı kadınlarla eski zamanları konuşuyor, unutulmaz müze bekçileri tanıyordum.” (Taşkapıdan Taçkapıya, s. 18)

İstanbul’dan Kayseri’ye çoğunluğunu turist gruplarının oluşturduğu bir uçuş ile geldik. Bölgenin tarihdeki önemi ve dünyadaki en ilginç coğrafyalardan birine sahip olması uçaktaki yolcu profiline de yansımıştı. Avanos’da yerleştiğimiz Sofa Otel, Kapadokyalı Rumların beş yüz yıl yaşadığı mağaraların üzerine inşa edilen yüzyıllık kerpiç on beş Türk evinin restorasyonu ile kurulmuş. İki mahalleyi kapsayan bu evlere geçişler mağaralar ve tüneller ile sağlanıyor. Akşam uyuduğumuz yüz yıllık evlerden kahvaltı için beş yüz yıl önce oyulmuş mağaraya iniyorduk. Zamanda boyut atlamak değil miydi bu?

İlk sabah, Kızılırmak kenarında kurulan,  altı  eski yeraltı şehirleriyle kaplı Avanos’un eski mahallesini gezip, sallanan asma köprüsünde yürüyerek, nehir kenarında sabah kahvemizi içtik. Çömlek yapmayana kız verilmeyen Avanos’da, M.Ö 2000 li yıllarda Hitit medeniyeti ile  başlayan çömlek yapımı Kızılırmak’ın getirdiği kızıl tüflü toprakla halen devam etmekte. Kayaların içine oyulmuş 4500 metrekarelik bir alanda kurulu bir seramik-çömlek atölyesinde yapım aşamaları hakkında hem bilgi aldık, hem de çömlek yapımını izledik.

Paşabağ Vadisine geldiğimizde kendimizi başka bir zaman boyutunda hissettik. Bu duyguyu Kapadokya’da çok sık yaşayacaktık anlaşılan. Mantar formunda yükselen zamanın tanıklığını yapmış yaşlı peribacaları, erozyonla yok olduklarında yerlerine geçecek genç oluşumlarla yan yana yükseliyordu şimdiki zamanda. Vadinin ara yollarında yürüdüğümüzde kayaların iç ve üst kesimlerinin ibadet ve yaşam alanı olarak oyulduğunu gördük. İlk dönem Hristiyan keşişlerin ibadet ve inzivaya çekilmek için sığındıkları vadi  “Rahipler  Vadisi” olarak da anılıyor. Gürsel Korat’ın sözcüklerinde sessiz vadinin büyüsünü hissettik:

Her adımda sarıdan kırmızıya, beyazdan kül rengine dönüşen topraklara bakarken tanrının burayı özenerek yarattığını düşünüyordu. Mantar gibi şapkalı kayalar, tanrının istediği zaman insanı taş haline getireceğinin kanıtı gibiydi. Bu taşlaşmış insanlar, gelen gideni sanki büyük bir acıyla izliyor, gelen gidene örnek oluyor, belki de canları sıkıldığında yer değiştirip biraz da yeni yerlerinde çile dolduruyorlardı.(Zaman Yeli, s. 13) 

Bir sonraki durağımız Sinasos  şimdiki adıyla Mustafapaşa oldu. Zengin Rum konakları, kiliseleri, manastırı, medresesi ve camileri ile Rum ve Osmanlı kültürlerinin sentezi olan bu çok iyi korunmuş beldeyi gezerken kültürler arası etkileşimi de görüyorsunuz. Öğle yemeğimizi 1800’li yıllarda yapılmış eski bir Rum evi olan, TV dizisiyle ünlenen Asmalı Konak’da aldık. 1938 yılından beri evin sahibi olan ailenin işlettiği restoran yöresel tadları deneyeceğiniz en iyi restoranlardan biri. Kostantin ve Helena Kilisesi ve manastır ziyaretinden sonra otelimize döndük.

Yazarımız Gürsel Korat, Ankara’dan gelmiş, bize vereceği sunumun teknik hazırlıklarını tamamlamakla meşguldü. Grubumuz, heyecanla zamanda yolculuğa, bölgenin tarih duayeni ile çıkmaya hazırdı. Yüz yıl önce inşa edilmiş otelimizin salonunda  geçmişin sorularına cevap ararken, aklımız   M.Ö. 3000 yıllarına doğru bir yolculuğa çıkmış, Asurlar, Hititler, Persler, Bizans-Roma İmparatorluğu, Sasaniler, Selçuklular, Moğollar ve Osmanlı İmparatorluğu ile devam eden medeniyetlerin izlerine odaklanmıştı. Bu topraklarda gördüklerimiz tüm bu kültürlerin kesişimiydi. Gürsel Korat’ın deyimiyle “Kapadokya’da tarih ve coğrafya dünyada benzeri olmaz bir şekilde bir araya gelmişti.” Aynı zamanda dinler mozaiği; Hıristiyanlık, Müslümanlık, Alevi- Bektaşi öğretisi, Heterodoksluk, mezhepler… Ertesi gün gezeceğimiz kilise ve manastırlarda resmedilmiş İncil’e ait sahnelerin konularını (ikonografya) anlattı bizlere yazarımız. O zaman gördüklerimiz bir bütünlük oluşturdu.

“Resimlerin okuma yazma bilmeyenlere İncil’i öğretecek şekilde, bir resimli roman gibi, İncil’deki anlatım sırasına uyularak yapıldığını yeniden anımsatalım.” (Taş kapıdan-Taç Kapıya, s. 98) 

Nisan ayı için oldukça soğuk olan havada sabahın erken saatinde düştük yollara. İlk durağımız Göreme Açık Hava Müzesi oldu. Erken gelmemize rağmen oldukça kalabalık turist gurupları vardı. Sarı renkli, görkemli  kaya grubuna oyulmuş, bazısına tırmanılan, bazısına inilen onlarca kapının açıldığı gizemli dünya önümüzdeydi, zamanın dışında. Geniş bir alana yayılmış olan müzenin merkezini oluşturan kiliseler topluluğuna  bilet alarak giriliyor. Kiliselere zarar verilmemesi ve kalabalık kuyrukları önlemek amacıyla rehberlerin içeride açıklama yapması yasaklanmış. Kilise içindeki resimleri değerlendirirken akşam aldığımız sunumun çok faydasını gördük. Kiliselerin küçük, girişlerinin dar olması gezmeyi daha da zorlaştırıyordu ama elbette bir nedeni vardı.

“Kilisenin kapıları burada küçük; çünkü içine girerken eğilmek zorunda kalırsın.Tanrının huzuruna giriyorsun, tarlaya değil.Kilise niye küçük yapılmış olabilir, bir düşün, burada mı, yoksa senin o katedralinde mi tanrıya daha yakınsın?” (Zaman Yeli, s. 43)

Buradaki kiliseler içinde resimleriyle en etkileyici olan Karanlık Kilise koruma amacıyla bir süreliğine kapatılmış. Aynı ressamların elinden çıktığı düşünülen Elmalı ve Çarıklı Kiliselerini gezdik. Yürüyüş yolunda bir çok kilise ve yaşam alanlarına levhalarla yönlendirme ve kapı girişlerinde açıklamalar mevcut. Böyle bir hazinenin korunması için yeterli olmasa da eski dönemlere göre daha kontrollü ve düzenli.  Resimlerin  ve sembollerin tarzındaki farklılıklar yapılış dönemleri hakkında fikir verir mi sorumuza Yazarımız’dan “Kiliselerdeki resimlerin tam olarak hangi dönemde yapıldığını bilmek zordur. Çünkü 726 ile 843 yılları arasına tarihlenen ikonakırıcı hareket nedeniyle mevcut resimler kazınmış, bazı semboller ise kalmış. Bu dönemin bitmesiyle üstlerine yeni resimler yapılmış”  yanıtını aldık.

Kimler, hangi koşullarda yapmıştı bu resimleri yüzyıllar önce? Hayal ettiklerini bize ulaştırabilmişler miydi? Neler hissetmişlerdi eserleri silindiğinde?

“Resim ve günah arasında kurulan o eski ilişkinin hala geçerliliğini koruduğu bu zamanlarda, ressam olmak zor işti. “Elkitabı’na uygun bir çizim olmadı mı ya da papazlar resmi beğenmedi mi, başına bela alırdın. Silmekle yetinseler iyi; ne din kalırdı suçlanmadık ne de iman.” (Zaman Yeli, s. 17)

Sanatçı, yöneten güçlere muhalif olduğunda her dönem baskı altındaydı. Sanatın yaratıcı gücü özgür olmayı gerektirirken, iktidarlar bu güçten her zaman korkmuşlardı. Zamanla değişmeyen bir olguydu bu.

Açık hava müzesinin hemen dışında bulunan Tokalı Kilise iki katlı, çok güzel resimlerin bulunduğu karmaşık bir yapı.

“Bu bölüm gerçekten de Kapadokya dünyasında rastlayabileceğimiz en yüksek nitelikteki “akademik” resimlerle doludur.” (Taş kapıdan_ Taç yapıya, s. 205)

Sonraki durağımız, içine girdiğimizde görkemine hayran kaldığımız Durmuş Kadir Bazilikası oldu.

“Bir mimarın şöyle belirsiz bir tepeye bakıp da bunun altından bu denli keskin hatlardan oluşan olağanüstü bir yapıyı “çıkarmasına” gerçekten şaşırmak gerekir. Kapadokya ölçüleri esas alınırsa burası bir Ayasofya’dır; ancak sadeliği, hiçbir resim veya ikon bezemesi bulundurmaması, onu Ayasofya’dan ayırır.” (Taş Kapı’dan –Taç Kapıya, s. 181-182)

Öğle yemeğini Göreme’de kadınların kurduğu, Kadın Emeği Tık Tık Restoranda aldık. Bölgeyi gezmek yüksek kondisyon  gerektiriyor, acıkmak da doğal sonucu oluyor.  Yöresel yemekler; mantı, yaprak sarma, Ürgüp köftesi, Piruhi (peynirli mantı), içli köfte, kayısı tatlısı ve köftür tatlısı çok lezzetliydi. Keyfimiz ve sohbetimiz yediğimiz ,yaşadığımız her ana daha bir tat katıyordu. Kuru mantı, erişte, salça gibi el emeği ürünlerini de evde yemek üzere aldık. Turizm yöre kadınlarının emeklerini değerlendirmeleri için fırsat olmuş.

Yeni rotamız Cemil (Calela) Köyü oldu. Burada bizi Cabir Bey karşıladı. Yazarımız daha önceden anlattığı için kendisini tanıyorduk adeta. Adı ise Zaman Yeli’ndeki derviş Cabiri’yi çağrıştırıyordu. Büyük bir kompleks olan Keşlik Manastırını gezdiren, kendi imkanlarıyla öğrendiği yabancı dillerde anlatım yapan, bölgenin tarihine hakim bir kişiydi. Arkhangelos Kilisesine girdiğimizde ateş yakıldığı için kararmış duvarlar çıktı karşımıza. Ancak Cabir Bey fenerini duvara tutunca çok iyi korunmuş resimleri gördük, detaylı bir şekilde konularını anlattı. Alttaki zenginliği görmek için karanlığa ışık tutmak gerekiyor bazen… Yemekhane bölümündeki uzun taş masaya bakarken “Zaman Yeli” romanında Vasili, Dimitri ve Leon’un katıldıkları manastırdaki akşam yemeği canlandı gözümde. Masanın başında oturan mavi giysileri iki beyaz haçla bezenmiş ak sakallı başpiskopos, karşılıklı sıralarda papazlar, Dimitri’nin heyecanla yaptığı konuşma,  yemekleri servis eden genç papaz adayları…Yaşayanlar ve yaşadıklarıyla anlam kazanıyor mekanlar. Yüzlerce yıl öncesinden sesleri Leon’un kulaklarıyla duyuyor, masayı çevreleyen kalabalığı Dimitri’nin gözlerinden görüyordum. Gürsel Korat, tarihi yaşatıyordu romanlarıyla.

Kiliseden çıktığımızda kar yağmaya başladı. Manastırın mutfak kısmında çay hazırlamıştı Ayşe Hanım. Bizi çevreleyen isli duvarların ortasında küçük bir masa etrafında toplandık, dumanı tüten çayları içerken “zaman”dı konumuz. Kapı olmadığı için içerisi de çok soğuktu, kayalar üşütüyordu. Girişte ufak teneke bir soba vardı ama ateş yanmıyordu. Yandığını iddia ettik, en çok üşüyen arkadaşımızı yanına oturttuk. Biraz sonra ısındığını söyledi. Ateşin yandığını hayal etmişti. Belki de ocağı yakmıştı genç papazlar Dimitri ve Leon’un akşam yemeğini hazırlamak için…

Son durağımız olan Çavuşin’e geldiğimizde bizi çok heybetli bir kaya kütlesi karşıladı. Heyelan nedeniyle kayan ön cephe yaşam alanının bıçakla kesilmiş gibi bir kesitini sunuyordu. Karşı yamaçtaki kayalık ise tamamen güvercinliklerle doluydu. İsa’nın sembolu, Hacı Bektaş’ın simgesi olan güvercinler vadide süzülüyordu zamanın tanıkları gibi. Günün sonunda tepeye tırmanmak arkadaşlara yorucu geldiği için biz küçük bir gurup çıktık. Çıktığımıza değmişti, tepenin arka tarafında Kapadokya yeryüzü şekillerinin harika bir özeti uzanıyordu. Sonsuzluk hissi veren ova, güneşin son dem ışığıyla yer yer kırmızıya boyanan kayalar, zaman durmuştu. Dimitri ile aynı güzelliği görüyor, aynı coşkuyu hissediyordum.

Dimitri ise gördüklerinden ötürü hayretler içindeydi: Bu taşlar, bu tuhaf kumlu toprak, yer yer sararan, beyazlaşan, kırmızılaşan arazi, tanrının bir resim yaptığını akla getirecek cinstendi.” (Zaman Yeli, s. 30)

Çavuşin kayalığının tepe noktasında  ufak bir kapıdan girilen, tepesindeki delikten ışık alan, eskiden keşiş hücresi olan küçük kare bir kaya odası vardı. Burası Vasili’nin çile odasıydı. Gürsel Korat’ın hayali burada buluşturmuştu Vasili ile Haydar’ı!

“Vasili odanın tam ortasında, tek başına, sırtı kapıya dönük oturuyordu. Omuzlarına kadar inen saçıyla sakalı birbirine girmişti. Kirden eli yüzü görünmüyordu. Odanın tavanına baktım, bir insanın başının rahatça geçeceği, bir çocuğun rahatça çıkabileceği daire şeklinde bir delik gördüm. Bu delikten giren yoğun ışığın altında Vasili bağdaş kurmuştu, yere bakıyordu, arada sırada birşeyler mırıldanıp sallanıyordu. Delikten içeri giren ışık, güneşin hareketiyle biraz yer değiştirince Vasili de yer değiştiriyordu.” (Zaman Yeli, s. 86)

Beni çok etkileyen anlardan biriydi. Sırtımı duvara dayadım, oturdum. Haydar’ın gözüyle delikten süzülen akşam güneşinin vurduğu Vasili’yi gördüm. Çocukluklar gibi  güle oynaya inerlerken ben de onlarla indim, tepeden düzlüğe. Zaman durmuştu…

Son akşam yemeğimizde, tüm sorularımızı yönelttik yazarımıza. Sesinden Kalenderiye romanında yarattığı dili dinledik. Romanlarındaki kahramanları kurgularken, tarihin, coğrafyanın ve mekanların içinde hikayeyi ilmik ilmik örerken hangisinin önceliği olduğunu sorduk. Yanıt, insanın halleriydi; ölüm, aşk, hırs, güç, zaaflar… “Bugünden anladığım dünü, dün yoluyla gösterdiğim bugünü yazdım” dedi.

Son sabah uyandığımızda doğanın bir sürprizi vardı bize. Peri bacalarına, vadilere, çiçek açmış badem ağaçlarının üzerine kar yağıyordu. Beyaz bir gizeme bürünmüştü Kapadokya bizi yolcu ederken. Daha gezilecek çok yer, dinlenecek çok hikaye vardı. Buradaki zamanımız dolmuş, dün olmuştu yaşadıklarımız. Ama gelecekte yeni hikayelerim olacağı kesindi, geriye çağırıyordu Kapadokya beni. “Evvel zaman içinde” diye başlıyordu hikaye, yenileriyle devam ediyordu. Zaman mı geçiyordu yoksa insanlar mı değişiyordu?

Teşekürler Gürsel Korat, kurguladığınız tarih ile bizleri zamanda yolculuğa çıkardığınız için.

Teşekkürler Yasemin Sungur, zamanda çıktığımız bu yolculuğu yaşattığınız için.

Teşekkürler sevgili arkadaşlarım, zamanda yolculukta anılarımın kahramanları olduğunuz için.

İlknur Karapolat

Nisan 2019, istanbul

Önceki İçerik21 Sanatçı Tarabya Kültür Akademisi’nde Konuk Olacak
Sonraki İçerikÇocuk ve Öğrenme