“Çağrı, hoş geldin!” dedi Asena Hanım güler yüzle. Sanatçıyı masanın önündeki fıstık yeşili deri koltuğa buyur etti.
“Herkes gitti bile. Gelmeyeceksin diye korktum. Nasılsın?” derken bir yandan masanın diğer tarafına yerleşiyordu. Küçük, özensizce döşenmiş bir odadalardı. Akşam güneşinin turuncu ışığının içinde yüzen toz zerreciklerine gözü takılan misafir “İyiyim,” dedi çekinerek. Hayatında ilk defa jürinin karşısına çıkıyordu. Yaşadığı gerginliği adlandıramayacak kadar küçüktü oysa. Kısa bir sessizliğin ardından “Sen?” diye sordu.
“Ben de iyiyim, teşekkürler.”
Kadın biraz daha güleçleşirse zorlanan suratı infilak edecekmiş gibi göründü bir an minik ressamın gözüne.
Kadın resmi giyimliydi. Bej kazağının üstüne kırmızı, örgü bir ceket giymişti. Uzun eteğinin koyu gri rengi hoşuna gitmedi Çağrı’nın. Cıvıl cıvıl bir çocuktu o. Annesiyle konuşurken görmüştü Asena’yı daha önce. Kıyafetleri spor ve rahattı o gün. Resim yaparken hayal edemedi başkan yardımcısını bu kılığıyla. Resim yarışması düzenlediğine göre resim yapıyor olmalıydı. Belki müdürü onu böyle giydirmiştir, diye düşündü.
“Resmini gördüm daha önce ve emin ol çok beğendim. Ama bazı şeyleri anlamadım, bana yardımcı olur musun?”
Evet diyen baş hareketini gören kadın resmi ikisinin de görebileceği şekilde çevirdi masanın üstünde. “Biraz anlatmanı istiyorum. Mesela,” işaret parmağını resimdeki bir figüre uzattı. “bu nedir?”
Eser sahibi oturduğu yerden koyu kahverengi, zevksiz masaya doğru eğildi hevesle: “O bir sincap. Yanındakiler de arkadaşları kirpi ve tavşan.”
“Burası da onların vatanı mı?” diye sordu tek kişilik jüri, elini resim kağıdının mavili yeşilli pastel dokusu üzerinde gezdirirken.
“Orası orman. Yazın gitmiştik.”
“Harika!” dedi kadın, hecelerine ayırarak. “Güzel ülkemiz ormanlarıyla, dereleriyle, taşıyla toprağıyla gerçekten de bir cennet Çağrıcım.“
Onun bu yaklaşımı Çağrı’ya, ülkenin akarsuları için ölmek isteyen tuhaf bıyıklı amcaları çağrıştırdı. Kadına kanı ısınmamıştı. Sincapları, yırtınarak vatan şiiri ya da cuma akşamları İstiklal Marşı okurken hayal edip belli belirsiz gülümsedi.
“Peki… gökyüzündeki bu mavi şey ne, halı gibi? Uçuyor mu o yoksa?”
“Bayrak işte.” dedi çocuk çekinerek.
Asena Hanım zor bir haberi açıklamaya hazırlanıyor gibi dikeldi oturduğu koltukta. Yüz ifadesi ciddileşti. Şefkatli bir ses tonuyla başladı:
“Çağrıcım bizim ülkemizin bayrağı mavi değil canım, bunu sen de biliyorsundur. Nasıldı? Kırmızı arka plan üzerine beyaz hilal ve beş köşeli yıldız, değil mi? Neymiş?”
“Mavi!” diye diretti Çağrı.
Anaokulu öğrencileri için, “Vatan ve bayrak” temalı resim yarışmasını düzenleyen vakfın başkan yardımcısıydı Asena Tuncer. On beş yıldır sivil toplum çalışmalarında yöneticilik yapıyordu. “Tamam,” dedi, “mavi bayrak çok güzel, o kalsın. Peki…” işaret parmağını çözüm düşünüyor gibi alt dudağına birkaç kez pıt pıt dokundurdu. “…şu ağacın dalına da kendi bayrağımızı assak?”
Çağrı, yere değmeyen ayaklarını hızlıca sallamaya başladı. “Var işte bayrak!” diye ısrar etti, titrek sesle.
Başkan yardımcısı korktu çocuk ağlayacak diye. “Canım benim, tamam üzülme mavi de olur bayrak. Sen nasıl istersen öyle olur. Sanatçı sensin sonuçta.”
Biraz sessizce oturdular. Asena çocuktan annesini çağırmasını istedi. Birlikte gelmişlerdi. Vakıf yöneticisi, küçük sanatçıya saygısını hissettirmek için annesini dışarıda bırakmıştı görüşme sırasında.
Çağrı koltuktan atladı, minicik ayaklarını yere vura vura kapıya ilerledi. Kapıyı açmadan önce tüm cesaretini toplayıp jüriye döndü ve öfkeyle hayatının en önemli savunmasını yaptı: “Sincapların bayrağı mavi olur!” Ardından, kendi çıkardığı isyanın dehşetine kapılıp, kapının kulbuna asıldı ve gözyaşları içinde kendini dışarı attı.
Çocuğun annesi, daha ne olduğunu anlayamadan, arkadaşının kendisini çağırdığını duydu.
“Ay ne oldu Asena, olmadı mı?” diye sordu açık kalan kapıdan içeriye bakıp. Oğlu için üzülmüştü. Asena, gel gel yaptı eliyle. Annesi makam odasının kapısını içeriden örterken, Çağrı dışarıda kaldı. O odaya tekrar girmeyi istemiyordu.
Doğukan Özdil