Yıl 1968’di.
On üç yaşında bir çocuktum ve gitarımla Beatles’ın parçalarını çalmaya çalışıyordum.
Dünyanın her yerinde, gençler birer çiçek gibi açmışlardı.
Bu nedenle onlara Çiçek Çocukları denildi.
Sadece kendi ülkelerinin değil, dünyanın tüm meseleleri ile ilgileniyorlardı.
Bütün coğrafyalarda süre giden sıcak ve soğuk savaşlara karşı çıkıyor, adaletsiz gelir dağılımını ve anti demokratik yasaları protesto ediyorlardı.
Sanayileşmenin doğayı bitireceğini taaa o zaman, yani bugünden elli küsur yıl önce keşfetmişlerdi.
Basit bir yaşamın savunuculuğunu yapıyorlardı.
Her rengi kullanıyor, neredeyse hepsi farklı şekilde giyinip süsleniyor, saçlarını özgürlüğün bir simgesi olarak uzatıyorlardı.
Ülkelerini ve dünyayı yönetenlere, özgürlüklerini kısıtlatmayacaklarını, kendi yaşamlarına dair kuralları kendilerinin koyacaklarını en yüksek perdeden ve yaşam biçimleriyle göstererek ifade ediyorlardı.
(Vietnam’a savaşmaya gönderilen bir gencin hikâyesini anlatan Hair filmini, özellikle de filmin final sahnesinde söylenen Let the sunshine in (Bırak, güneş içeriye girsin) isimli şarkıyı da hatırlayalım…)
***
Gitarımla Beatles’ın parçalarını çalmaya çalışıyordum, dedim ya hani, işte o şarkılardan biri de Yellow Submarine’di.
Benim yaşımda olanlar Beatles’ın ünlü parçası Yellow Submarine’i çok iyi hatırlarlar.
Ünlü grup bu şarkıyı, aynı ismi taşıyan bir film için yapmıştı.
Film neşe içinde, çiçekli bir Londra atmosferinde, müziklerle başlıyor ama sonra olanlar oluyordu…
Maviler gelip bir çiçek ülkesi olan Pepperland’i işgal ediyor, hayattan rengi alıyor, bütün ülkeyi griye mahkûm ediyorlardı…
Tıpkı, bugünün Türkiye’sinde olduğu gibi.
Bu arada, sakın yirmi yıl öncesinin Türkiye’sinden çok memnun olduğum, o zamanlar her şeyin yolunda gittiğini düşündüğüm zannedilmesin.
Tabii ki o dönemde de hiçbir şey yolunda gitmiyordu…
Muhakkak ki her yanı arızalı, her açıdan düzeltilmesi gereken bir ülkede yaşıyorduk!
Yine de rengi olan bir ülkeydi Türkiye.
Yapılması gereken, ülkenin rengini almak değildi…
Tersine…
***
Müsaade edin, birkaç örnekle ne demeye çalıştığımı açayım.
Eskiden, sabahleyin evlerimizden çıktığımızda, komşularımıza “Günaydın” derdik, hatırlıyor musunuz?
Soruyorum şimdi size, kötü bir kelime midir “günaydın”?
Şimdi biz, karşımızdakilere günaydın desek de, her seferinde, çıkıntılık yaptığımızdan emin bakışlı komşularımız tarafından cezalandırılıyoruz.
Sanki onlara “Selamün aleyküm” demişiz gibi “Aleyküm selam” diyerek dersimizi veriyorlar.
İşte tam da bu, hayattan rengin alınması ve geriye bir tek grinin kalmasıdır…
Çünkü, grinin selamlama şekli, tam olarak budur.
Dediğim gibi, günümüz Türkiye’sinde günaydın, unutuldu gitti…
Doktoru, kebapçısı, avukatı, mezarcısı, hâkimi, muhtarı, mühendisi, pazarcısı, kapıcısı, fırıncısı, balıkçısı, öğrencisi, öğretmeni, çocuğu, büyüğü herkes bir “Selamün aleyküm” tutturmuş gidiyor.
***
68’de Yellow Submarine nasıl girdiyse hayatıma ve hayatımıza, 72’de Martı Jonathan’da öyle girdi.
Beyaz Martı “özgürlüğe özlem” misali yükseliyordu yükseklere, yükseklere…
Richard Bach’ın giderek ünlenecek eserini dilimize Üner Eyüboğlu çevirmişti. Sayfa sayısı yetmiş civarındaydı ve şahane fotoğraflarla bezenmişti.
Kendi sınırlarımızı aşabileceğimizi, aşmamız gerektiğini anlatan bir masaldı Martı ve ben yaştakilerin elden ele dolaştırdıkları bir kitap olmuştu.
Kitabı burada uzun uzun anlatıp, henüz okumamış olanlar için sihrini bozmayacağım.
Sonraki yıllarda tanıdığım bütün çocuklara Martı’yı hediye ettim.
Oğluma önce anlattığım, sonra okuttuğum bir kitap oldu Martı.
Sevgili Jonathan Livingston beyaz rengi ve özgürlük arayışıyla, on yedi yaşımın sembolik çerçevesini oluşturacak, tıpkı Yellow Submarine ve öteki Beatles parçaları gibi geleceğimi şekillendirmemi sağlayacaktı.
***
Şimdi gerçekten bir kez daha soruyorum sevgili okurlarıma, hoşça kal, sağlıcakla, iyi uykular filan gibi tabirlerimiz var ya hani, hangisini hatırlıyorsunuz? Hâlâ kullanıyor musunuz? Yoksa siz de herkes gibi ana akıma mı kaptırdınız kendinizi?
Telefonu kaldırdığımızda “Merhaba” derdik birbirimize. Hatırlıyor musunuz?
Şimdi bunların hepsi kalktı.
Varsa yoksa, selamün aleyküm, aleyküm selam…
Bayanlar, baylar ve çocuklar,
Şimdi rica ediyorum söyleyin bana, bu hayatın renginin yok edilmesi, Yellow Submarine’e ya da Beyaz Martı’ya ihanet edilmesi değildir de nedir?
***
Böylesi durumlarda, tam da Beatles’ın filminde olduğu gibi Yellow Submarine’in geriye dönmesini gerektirir.
Veya Beyaz Martı yükselmeli de yükselmelidir!
Ülke maviler tarafından müziksiz bırakılıp, rengi de griye döndürülünce, çareyi kaçmakta bulan Sarı Denizaltı ve benim hayalimdeki Beyaz Martı, nam-ı diğer Jonathan Livingston geri dönmeye karar verir.
Beatles üyelerinden, öteki martılardan ve hepimizden yardım ister.
Onlar müzikleriyle, öteki martılar da kanat çırpışlarıyla ülkeyi uyandırıp yeniden renge boyanmasını sağlarlar…
Dikkat edin, Yellow Submarine yardım etmek için eskimiş politikacıların, Superman tarzı kahramanların, askerlerin filan yardımını istememiştir.
Martı Jonathan’da kendimizi hiçbir zaman sınırlamamamız gerektiğine örnek teşkil etmiştir.
Ülkemizde de işte ihtiyaç olan tam da budur…
Rengârenk bir düşünce!
***
Beatles’ın şöhretinin zirvesinde olduğu bir yıldı 1968.
Ve dünyanın her yerinde, genç insanlar ülkelerinin yönetimlerine karşı isyan bayrağı açmış, savaşa karşı çıkıyorlardı.
Yellow Submarine, işte bu karşıtlığın bir parçası oldu.
Önce film piyasaya sürüldü, ardından aynı adı taşıyan soundtrack albümü geldi.
Filmin konusu çok sadeydi, görüntüleri ise alabildiğine fantastik…
O zaman için avangart sayılabilecek, deneysel bir film çıkmıştı ortaya.
Halüsinasyonu andıran görüntüler tarihsel ve dönemsel giyim kuşam ile birleşmiş, izleyicilerde gerçeküstü bir izlenim uyandırmıştı.
Beatles üyeleri böylesi bir atmosferde, ülkelerini yeniden müziğe ve renge kavuşturmuşlardı.
76’de Yellow Submarine’nin yaptığını 71’de Martı Jonathan Livingston yapacaktı…
***
Bayanlar, Baylar ve Çocuklar,
Sembolizm bir yana, içinde yaşadığımız ülke rengini sahiden kaybetmiş bulunmaktadır.
Zaman, Sarı Denizaltı’na binip geri dönme ve Beyaz Martı Jonathan misali yükseklerde uçarak, güzel ülkemizde yeniden müziği ve rengi egemen kılma zamanıdır.
Osman Balcıgil