İstekleriniz, hayalleriniz neler? Bunları gerçekleştirmek için ne yapıyorsunuz? Peki, gerçekleştirmek istiyor musunuz? Gerçek olması için, sahip olmak gereken en önemli üç şey: Mücadele, emek ve inanmak… Gerisi kendiliğinden geliyor.
Bütün bir yıl bir hayal için uğraşmak başkadır. Her gün, her saat hatta ilk uyandığın anda, o an için yaşarsın: Başarma isteği. Ona duyulan ihtiyaç. İstenilen sevince açlık… Ben bir yıl DGS (Dikey Geçiş Sınavı) için çalıştım. Gayet klasik bir hikaye aslında bu. Ve ne yazık ki bu ülkede üniversite kazanmak isteyen, bir yerlere gelmek isteyen her Türk genci, bu süreci yaşıyor ve başarısız olduğu zamansa, zaman onu bir yıl geri atıyor. Daha doğrusu elinin tersiyle itiyor tüm acımasızlığıyla…
Ben bir yılımı, bu istek için kısacık ömrüme sığdırdım. Hep söylerim kendime, “Dünya için küçük, kendim için büyük bir istek bu” diye. Gerçekten öyleydi.
Kasım ayıydı. Evden dershane aramak için çıkmıştım. Mecidiyeköy’de ne kadar dikey geçiş sınavı için kurs veren yer varsa gezdim. Eve gelip gün boyu topladığım broşürleri bir daha inceledim. Hangisi bana daha yararlı olur diye düşündüm. Birine kadar verdim ve hemen başladım. İlk gün, bütün bir yıl aksatmadan o dershaneye gideceğim demiştim ve sözümde durdum, hep gittim. Bir kişi ile işlenen dersler oldu. Ben hep vardım. Bir başkası için değildi bu yaptığım. Elbette kendim içindi. Ama bu dershaneye başlamadan önce beni kararsızlığa itecek bir sürü neden ve bir sürü kişi vardı. Evet, kişiler de vardı. “İki yıl daha okuyup ne yapacaksın ya, boşver. Açık öğretimden devam et işte… Şimdi bir yıl dershaneye gideceksin, çalışacaksın, çabalayacaksın, zaten meslek lisesi çıkışlısın. Matematiği zor kurtarırsın. Bir de kazanamamak var işin ucunda. Kazanamazsan bütün yılın ve paran boşa gider. Bir daha düşün bence.” diyen bir dolu insan. Çok kez bu hikayeyi farklı insanlardan dinlemişimdir. Ama sadece dinlemiş oldum ben. Sınıfımdaki birçok insanın matematik seviyesi benden iyiydi. En kötü düzeyde olan bile benden iyiydi çünkü ben tamamen ‘sıfırdım’. Toparlanması zor bir haldeydim ama bunu pek düşünmüyordum. İçimde iki kişi vardı ve sürekli bir savaş halinde “Olmuyor işte, yapamayacaksın” diyordu biri. Diğeri ise sürekli üniversite sıralarına tekrar döneceğimi söylüyordu. Ve biri daha vardı: Elbette rüyalarım. Onlar beni hiç yanıltmadılar. En başından beri söylüyordu ve biliyordu yaşayacaklarımı onlar sanki.
Bütün bir yılım çabalayarak geçti. Yapamadım, sinirlendim, ağladım, zaman zaman dengesizleştim. Yalnız başıma çok gezdim. Kendimle gittiğim bir yer vardı. Oraya gidip çay kahve birşeyler içip, kitaplar okudum, bir şeyler yazdım. Şehirde gizlice yaşıyormuş hissi uyandırırdı nedense orası bende. Ve bu hissi çok severdim. Ayrıca sanki oraya gidince beni kimse görmeyecek ve bilmeyecek, ben de zaten şehrin en ücra köşesindeymişim gibi olurdu. Oysa çok merkezi bir yerdeydim. His işte…
Seni en iyi anlayan, yine seninle aynı şeyleri yaşayan olur ya, benim de öyleydi. Dershaneden arkadaşımla sürekli birbirimize “başaracağız, yapacağız” derdik. Buna gerçekten inanarak söylerdik. “Bak şimdi saat on bir mi, şimdi başlasan iki saat son işlediğimiz konuyu çalışsan, birkaç da soru çözmeye başlasan, sonra kolayca yaparsın. Bir de şu sitede videolar var. Onları da izle kolaylık olur. Dershaneye gelince de çalışırız seninle hem. Hadi bakalım başlayalım. Ben de başlıyorum şimdi” deyip başlardık. Dershanede bir araya gelince de, “Ya birileri yapıyorsa biz de yaparız. Biz salak mıyız sanki” derdik. Bir yandan da birşeyler yiyerek devam ederdik. Hava güzelse camdan şöyle bir bakar “Millet de geziyor hee” derdik. Sonra ikimizden biri “Ya bırak gezsinler, biz kazanınca güneş daha bir güzel açacak. Biz de gezeceğiz.” derdik. Akşam olup eve giderken artık başımız ağrımış olurdu. İkimiz ayrı otobüslerde uyuyarak giderdik. Bazen uyarı amaçlı mesajlar atar ya da arardık. “Uyuyakalma sakın” diye.
Derken bütün bir yıl böylece geçti. Şimdi düşünüyorum da, zaman baya hızlı akmış… Sona yaklaşmıştık artık. Son konular, son denemeler derken girdik sınava: 15 Temmuz 2012. İstanbul Üniversitesi’nde giriyorum bir de. İstediğim üniversite. Heyecan elbet vardı. Stres falan derken çıktım. Üniversite kapısına şöyle bir baktım. Hayal oldun dedim. Harika geçmemişti sınav.
Beklemeye başladım tabii sonuçları. O arada ilk bulduğum işe girdim. İlk başvurduğum yer de zaten beni aldı: Artık garsondum. İyi ki çalışmışım o ara, yoksa onun stresini başka bir şekilde yok edemezdim. O arada tercihler açıklandı, ben kazanamadım. Artık ümidi kesmiştim zaten. Yani ilk tercihlerde kazanamadıysam ikincisinde kazanmam çok zor olurdu. Kontenjan çok azdı çünkü. Ama ben yine de yaptım; hem de tercihlerin bitmesine üç saat kala. O arada da işimi değiştirdim, kitapçıda çalışmaya başladım. Orada olursam hem kitap okur, hem de ders çalışırım diyordum ve yeni ders kitapları siparişi bile vermiştim.
Neyse… Bir gün, hava epey sıcak, Kocaeli’den dönüyorum. Gelirken yaşadığım birkaç pürüz dışında her şey sıradan ilerliyor. Ben de açık öğretimin son gününe kalmamak için yapılacakları tamamlıyordum. Son aşamaya geldim. Saat 15:30’dan sonra parayı ATM’den yatırmamız gerekiyordu ve ben de diğerleri gibi sıraya girdim.
Önümdekilerin işi epey sürdü. Benim de canım sıkıldı. Derken bir facebook’a bakayım dedim. Arkadaşım Özlem, mesaj atmıştı. Mesajda yazan DGS’nin sonuçlarının açıklandığıydı: “İstersen bir bak da, harcını öyle yatırırsın” dedi. Ben de açtım ve baktım. Hala sıradaydım. Açtım sayfayı, Anadolu Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü’nü kazandığım yazıyordu. Başımı kaldırdım, etrafıma baktım. Sayfadan çıktım, sonra bir daha girdim. Yine aynı sonucu gösteriyordu. Harç sırasından çıktım önce. Bir iş merkezinin köşesinde bir kadın sigarasını yaktı. Ona şaşkınca baktığımı hatırlıyorum. Sonrası hep telefon konuşmaları… Önce annemi aradım. Yolda biri beni elinde broşürlerle yolumu çevirdi. Ben hala şaşkındım. Bir şeyler anlattı. Normalde işim varsa ilgilenemezdim. O gün onun da mutlu olmasını istedim. Eğer onun birkaç sorusuna cevap verirsem para kazanacaktı. O şaşkınlıkla cevapladım. Telefonum sussa ona da yardımcı olacaktım elbet. İşim bitti, oradan da ayrıldım, dershaneme gittim, haber verdim. Bütün bir yıl bana hiç aralıksız inandığını söyleyen Yasemin Hanım’a bunu söylemezsem çok haksızlık etmiş olurdum. Çok sevindi tabii o da. Bir arkadaşımla buluştum ve eve gittim.
Aslında hiçbirimiz beklemiyorduk. Ben iş arayışlarına çoktan girmiştim bile. Bütün bankalara başvuruyordum hem de bankacı olmak istemediğim halde!
Ve artık Eskişehir’deyim. Geldim, yerleştim. Bu yazıyı da okulumun kütüphanesinde yazıyorum. Sevdim buraları. Capcanlı bir yer burası. Her yer öğrenci. Okulum, kütüphanem… Hepsi çok güzel. Bu küçük hikâyemi yazdım, çünkü bir şeyleri başarmak isteyenlerin yanında onun başarmasını istemeyenler ya da istemeden bile bir umuda balta vuranlar olabilir. Bana, “Kazan da yüzüm kızarsın” diyenler bile oldu. Umursamadım. Çünkü ben bu yazıyı yazmayı bile hayal ettim.
Hepsinin olması için uğraştım. Şunu hepimiz biliyoruz ki, insan istedikten sonra imkansız diye bir şey yok! İnsanoğlu yeter ki istesin.
Ben kendime yapabileceğim kadarını söz verdim ve yaptım. İç sesimi dinledim. Pişman değilim. Kazanamadığım zaman da pişman olmayacaktım. Çünkü bu benim kararımdı.
Şimdi yazımı Mark Twain’in bu sözleriyle bitirmek istiyorum.
Sonsuz sevgilerimle…
“Bundan 20 yıl sonra yaptıkların değil, yapamadıkların için üzüleceksin. Bu yüzden halatları çöz. Güvenli limandan uzaklara yelken aç. Rüzgârı yakala, araştır, düşle, keşfet.”
Cemile Sönmez