Annie Ernaux, 1 Eylül 1940 doğumlu Normandiyalı Fransız yazar, 2022 yılında Nobel Edebiyat ödülünü alıyor.
Seneler isimli kitabı bireyin tarihi ile toplumsal tarihi katmanlı bir anlatımla romana dönüştürdüğü için oldukça ilgi çekici. Yazar 1940’lardan 2000’lere günlerin dökümünü hem kişisel yaşantılarından hem de Fransa’nın ve Fransız halkının yaşantısından ilmek ilmek örmüş.
Alışılagelmiş roman tarzlarından farklı olduğu için roman olup olmadığı da tartışma konusu ediliyor. Ernaux, hayatımı öyle bir anlatsam ki hem benim hem bizim romanımız olsa yani içinden geçtiği kuşağın birlikte dönüştükleri Fransa’nın romanı olsa kaygısıyla yazar. Bir Fransız vatandaşı ve kadın ve bu dünyadan biri olarak tüm katmanları içinde yaşam deneyimini bir yazın deneyimi olarak işler. Ortaya çıkan iş ise oldukça evrensel ve hepimize ayna tutan bir yapıta dönüşmüş.
Ernaux’a göre de bir romandır kitabı.
Klasik kurgusal romanlardan farklı olmakla birlikte Seneler’ de kurgusal bir yapıttır. Roman, yazarın aile albümünden kendi çocukluk fotoğrafını, oradaki çocuğun görüntüsünü anlatmasıyla ‘açılıyor’. Seneler romanı için açmak yüklemini bilerek kullanıyorum. Okur, kitabın ilk sayfalarını açıp kendini karşılayacak anlatıya yöneldiğinde, yazar da albümü açmıştır. Yazar ve okurun eylemi arasında oluşan simetriye daha sonra başka açılışların görüntüleri de karışacaktır. Sanki okurla yazar arasında, romanla albüm arasında, yazarın içsel yaşantıları ile okurun düş gücü arasında oluşan varlık alanında toplumsal kolektif tarihin takvim yaprakları da bir bir açılmaktadır.
Seneler’in edebi başarısının bir sanat yapıtı olarak bu estetik düzeyle ilgili olduğunu düşünüyorum. İşte bu kâh senkronize kâh asimetrik açılışların beraberinde görüntülerin dökümünü dairesel bir harekete dönüştürmesi ve bu diyalektik süreç romanın kurgusunu oluşturur: Anlatıdaki kadının elinde albümden bir yaprak daha çevriliyor, okurun elindeki kitaptan bir sayfa daha çevriliyor, tarihin takvim yapraklarından bir yaprak daha çevriliyor…Yazar, okuru bu yolculukta peşine takarak adeta turistik bir gezideymiş gibi bir başka görüntüye, bir başka tarihe ve döneme konuk ediyor. Senelerin üst üste devrilmesi gibi görüntüler, anlar, zamanlar, aşklar, olaylar, acılar, savaşlar, siyasi figürler bir bir geçiyor okurun gözü önünden.
Yazarın sorunsalını, romanın içinden yaptığım şu alıntı oldukça iyi ifade ediyor:
“Kendisinin birbirinden kopuk, apayrı bir sürü görüntüsünü bir anlatı akışı içinde, İkinci Dünya Savaşı yıllarında doğumundan bugüne kadarki varoluşunun anlatısında, yeniden bir araya getirebilmeyi arzu ediyordu. Dolayısıyla tekil bir varoluş, ama aynı zamanda bir kuşağın hareketi içinde erimiş bir yaşam. Tam başlayacağı zaman, hep aynı sorunlara gelip takılıyor: Aynı anda hem tarihsel zamanın geçişini, şeylerin, nesnelerin, düşüncelerin, adetlerin, kadının özel hayatının değişimlerini tasvir etmek ve hem de bu kırk beş yılın freskini Tarih’in dışındaki bir ben arayışıyla, örneğin yirmi beş yaşında şiir yazdığı (Yalnızlık, vb.) askıdaki anlarla çakıştırmak nasıl mümkün olabilirdi?” (166)
Bu roman bize Ernaux’nun iyi bir sosyal bilimci yanı olduğunu da söylüyor.
Ernaux’un romanı hem bir sosyal bilimci hem de bir edebiyatçı nasıl olunurdu sorusuna verilmiş bir yanıt gibidir de. Sosyal bilimlerin zorluğu nesnesinin zamana karşı dayanıksızlığıdır, değişim halinde oluşudur. Siz çalışırken de zaman akmaya devam etmektedir, siz çalışırken de dönüşüm yasası işlemektedir. İşte Ernaux, tam da bu hat üzerinde yazıyor: Hem sürekli değişen bir özne olarak kendini yazıyor, hem içinde karşılıklı biçimlendikleri toplumu yazıyor. Dolayısıyla üzerinde bulunduğu zemin zaten son derece kaygan bir zemin. Hatırlama ve unutmanın, oluş ve yok oluşun, varlık ve yokluğun kaygan zemini.
Ernaux, Fransız sosyolojisinin önemli isimlerinden Bourdieu’nun da öğrencisi olmuş.
Bourdieu’nun öğrencisi olmak demek toplumsal alanlar arasındaki mesafeyi görebilmek demektir. Ekonomik ve kültürel sermayelerin belirleyiciliğine göre ayrışan toplumsal sathın farkında olmak demektir. Bu toplumsal alanlar bu sermaye biçimlerine göre öyle ayrışmışlardır ki bazı alanların özneleri bir ömür birbirleriyle asla karşılaşmazlar. Şehrin başka bölgelerinde yaşarlar, bambaşka yaşam biçimleri ve bambaşka alışkanlıkları vardır: Zamanın örgütlenişi onlar için bambaşkadır. Cezayirli göçmenlerin yaşamı ile Fransızların yaşamı bambaşkadır örneğin ve toplumsal alanı kullanış biçimleri apayrıdır. Ya da toplumun hem ekonomik sermayesi hem de kültürel sermayesi güçlü olan kesiminin merkezde yaşamasına karşın, her iki sermayeden de yoksun olanların periferide, merkeze uzak yaşamaları ve bu iki sınıfın neredeyse hiç karşılaşmamaları örneğinde olduğu gibi. Romanda sınıfsallık önemli temalardan biri olduğu için Ernaux’yu besleyen kanalların ve hatta takipçisi olduğu geleneğin 68 kuşağını da besleyen sol eğilimli Fransız felsefesi ve sosyolojisi olduğunu söyleyebiliriz.
Bu kurgusal yapı üçüncü tekil şahıs ile anlatılıyor.
Rimbaud’un “Ben, bir başkasıdır” demesi akla geliyor. Böylelikle “ben” ile “biz” arasındaki ikiliğe sıkışmadan o mesafeyi aşmaya çalışır yazar. Geçmişine, bir zamanlar olduğu benlerine bir gözlemci, bir tanık olarak bakmak için bir imkandır üçüncü tekil şahısta yazmak. Böylece duygularıyla da özdeşleşmez ve hem kendine hem topluma mesafelenerek gözlemci yanını, tanık bilinci devreye sokmasına yardımcı olur. Sosyal bilimci yanına katkı sunan noktalardan biri de budur.
Bireyin toplum içinde diyalektik olarak benden bize gidiş gelişlerini şarkılar, belgeseller, filmler, dergiler, günlük yaşam ve siyaset ile ilişkileri içinde izleriz.
Fransa düşün dünyasının dünya düşün tarihine de mal olmuş isimleri ile karşılaşırız: Simone de Beauvoir, Sartre, Camus gibi filozoflar. Ayrıca kulaklarımıza aşina şansonlar; 70 ve 80’lerin haberlerinde sık sık kulaklarımıza çalınan de Gaulle, sonra Mitterand; ve adeta Fransız toplumunun çimentosu olmuş gibi herkesi sokaklara döken Fransa Bisiklet Turu…Savaş sonrasının kıtlık, açlık, tutumluluk dönemine eşlik eden katı ahlak bilinci, kürtajın yasaklanması ve kadınların cinsellikle acı imtihanı. Bu durum kadınları merdiven altı yollarla ve koca karı ilaçları ile düşük yapma yöntemlerine zorlar. Yazar aynı zamanda feminizmin önemli ismi Simone de Beauvoir ile de kadın cinselliğini ve kadın oluşu son derece şeffaf bir şekilde kendi deneyimleri üzerinden dile getirir.
Sınıfsal farklılıkların dile, toplumsal yaşama yansımalarından 68 gençliğinin cinsel devrim ve özgürlük savaşımına, kuşaklar arası farklara eşlik eden teknolojik dönüşümlerin günlük yaşamı sömürgeleştirilmesinin izleri ve daha neler neler. Ancak okurun elinde okunarak tadına varılacak bir kitap.
Seneler
Sözü edilen tarihsel sürece biraz şahitlik etmiş olan kuşak açısından daha keyifli bir okuma olabilir. Ayrıca Fransa’nın toplumsal, ahlaki ve siyasi tarihi ile Türkiye tarihi arasında birtakım benzerlikleri görmek Türkiyeli okur açısından son derece ilginç olacaktır diye düşünüyorum. Öyle ki günlük yaşantıların benzerliği ve bu yaşantıların zamana direnemeyerek zorunlu dönüşümünü görmek açısından ilginç benzerlikler görüyoruz bu iki toplum arasında. Ne var ki bu benzerliklerin bir kısmı Fransa toplumunda daha önce yaşanmış.
Kadının kendini keşfi, aşkı ve cinselliği deneyimi, anne ve evlilik deneyimleri ve toplumda kadın oluşun anlamı ile ilgilenenler için güzel bir okuma olacaktır. Diğer yandan kişisel tarih ile kolektif tarihin farklı bir yazım tekniğiyle anlatılmış olması ayrıca ilgi çekici. Sosyoloji okurları ve akademisyen içinde verimli bir kaynak elimizdeki kitap. Farklı katmanlarıyla okura üzerinde düşünüp çalışabileceği pek çok konu, tema sunan bu kitabı hem bu bağlamda hem de sadece kendi içinde bir okuma deneyimi olarak görülüp okunmasını tavsiye ederim.