Yasemin Sungur’un hazırlayıp yönettiği Yazar ile Sohbet’in bu haftaki konuğu yazar Jale Sancak. Kendisi Belki Yarın, Fırtına Takvimi, Tanrı Kent, Uyanan Güzel, Lodosla Gelen ve İstanbul Öyküleri Antolojisi kitaplarının Duygu Asena Roman Ödüllü yazarı.
Sohbetimize yazar Jale Sancak’ın kendisi ve şu sıralar neler yaptığını hakkında bilgi almakla başlıyoruz.
Siz kendinizi nasıl anlatıyorsunuz, sizi kendinizden birkaç satır ile dinleyebilir miyiz, neler yapıyorsunuz şu anda?
Şu anda çok yoğun çalışıyorum, atölyelerim var hatta yazmaya çalıştığım bir romanım var, ancak şu sıralar Mezopotamya çalıştığım için onu askıya aldım. GAP İdaresi’nin bir projesi var. Mezopotamya’yı dünyada marka yapmaya çalışmak için yürütülen çalışmaların öykü ayağına dahilim. Bu projede Mezopotamya’nın tarihi merkezini öyküleştiriyorum. Kendimi tarif etmem gerekirse de çok çalışkan bir kadınımdır. Üretmeyi çok severim. Otuz yıl boyunca da tekstil sektöründe çalışmıştım para kazanabilmek için. Onun dışında da yaptığım her şeyi çok sevdiğim ve üretmek istediğim için yaptım. Hatta gün geldi çok çalışmaktan liken hastalığına bile yakalandım. Fırtına Takvimi’ni yazarken bu hastalığı geçirdim ama yılmadım. Herkes gibi bir hayatım var, ancak çok hayal kurarım. Belki de farkım budur.
Kitaplar hayatınıza nasıl girdi peki? İlk ne hatırlıyorsunuz kitaplar hakkında?
Klasik bir hikayem var aslında. Benim annem kitap kurdudur. Ben küçükken kendisi defterler tutardı ve sevdiği şairlerin şiirlerini o defterlere geçirir ve yazardı. Babamsa akşamları işten gelir, her akşam kitap okurdu. İşte ben böyle bir ortamda yetiştim. Zor da yemek yerdim anneciğim de ben yemek yiyeğim diye bana kitap okurdu. Ben de ancak o şekilde yemek yerdim. Olaylar böyle gelişince ben de o büyülü dünya ile daha çok erken yaşta, okul öncesinde tanışmış oldum.
Okuma yazma öğrendikten sonra da kitap okuma alışkanlığımı sürdürdüm tabii. Kitaplar talep etmeye başladım. Annem beni çocuk tiyatrolarına götürürdü, eve gelir sahnede gördüklerimi tek başıma uygulamaya kalkardım. Ben aynı zamanda bir sokak çocuğu idim. Sokakta büyüdüm. İyi ki de sokakta büyümüşüm. Hatta arkadaşlarıma korku hikayeleri anlatırdım, gece de korkardım anlattıklarımdan.
İlkokula giderken bir gün “Yaz Jale!” şeklinde bir ses duydum ve bu sesi dinledim, akabinde çocuk şiirleri yazmaya başladım.
Yazmaya başladığınız dönemlerde sizi kimler etkiledi?
Ben yazmaya ilk olarak şiirler ile başladım ve o dönemde beni ilk etkileyen şair Atilla İlhan’dı. Onun gibi şiirler yazmaya çalışıyordum. Yıllar sonra onunla tanışma fırsatı edindim, hatta onun adına ödül aldım ve bu olay benim için müthiş bir duyguydu. Atilla İlhan benle konuşurken bana çocuğum diye hitap ederdi.
Biz her sohbete bir şiirle başlar, şiirle sohbetimizi kapatırız. Bugün sizden bir şiir dinlemek isteriz.
Tabii ki. Sizler için Behçet Necatigil’den çok sevdiğim bir şiirini seçtim.
Sevgilerde
Sevgileri yarına bıraktınız
Çekingen, tutuk, saygılı.
Bütün yakınlarınız
Sizi yanlış tanıdı.
Bitmeyen işler yüzünden
(Siz böyle olsun istemezdiniz)
Bir bakış bile yeterken anlatmayı her şeyi
Kalbinizi dolduran duygular
Kalbinizde kaldı.
Siz geniş zamanlar umuyordunuz
Çirkindi dar vakitlerde bir sevgiyi söylemek.
Yılların telaşlarda bu kadar çabuk
Geçeceği aklınıza gelmezdi.
Gizli bahçenizde
Açan çiçekler vardı,
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz
Yahut vakit olmadı.
Anlatılarınıza çok uygun bir şiir seçmişsiniz. Uyanan Güzel adlı eserinizde bize hissettirmek istediklerinize çok uygun. Özellikle kadınların fedakarlığını kendilerinden yana değil de çocuklarına yahut sevdiklerine kullanmasında iyi bir tanık, izleyicisiniz ve bunu bize çok güzel bir şekilde aktarıyorsunuz. Öykülerinizdeki kahramanlarla bize hep bir dürtü vermeye çalışıyorsunuz. Bunu iyi ki de yapıyorsunuz. Eserlerinizdeki kadın meselesi ile de Duygu Asena Roman Ödülleri’ni aldığınızı biliyoruz. Peki nasıl hissediyorsunuz bu ödüle layık görüldüğünüz için?
Çok değerli bir şeydi benim için çünkü Duygu Asena çok önemli bir kadın, çok ciddi bir kadın hareketi sağladı. Bizim için bayraktar olduğunu düşünüyorum. Kadınlar için birçok yol açtı. Onun çok cesur bir kadın olduğunu düşünüyorum. Çok horlandı, hakarete uğradı ancak hiç yılmadı ve yolundan vazgeçmedi. Kendisini de tanıdım, iyi ki tanımışım diyorum. Bu yüzden onun adına bir ödül almak çok değerli benim için. Ayrıca yazar, romanındaki kadınların güçlü kadınlar olduğu ve olay örgüsü boyunca güçlendiklerinden dolayı bu ödülü almaya hak kazandığını düşünüyor. Örneğin Fırtına Takvimi romanımdaki Süreyya karakterim başlarda mızmız bir karakterken romanın sonlarında kadınların mücadelesine yardımcı olmak adına Doğu’da kaldı ve İstanbul’a dönmedi.
Evet, benim de çok etkilendiğim bir hikaye. Fırtına Takvimi romanında sizin en sevdiğiniz, ısındığınız karakter Süreyya mı?
Seçmem zor, Süreyya’nın değişimine kitaptaki en çarpıcı şey olarak bakabiliriz. Başta Süreyya karakterine çok sıcak bakmayarak başlamıştım ama sonra bambaşka biri olsun istedim. Bu yüzden Süreyya karakteri çok değişti.
Uyanan Güzel’i okurken defalarca altını çizdik romanın. Çok güzel noktalara değiniyorsunuz. Fırtına Takvimi’nde de beni çok etkileyen yerler var, bir de farklı yazarlardan seçtiğiniz alıntılar oldu. Özellikle bunlardan birini okumak istiyorum. “Savaş artık cephelerde, dış dünyada değil, insanların dış dünyasındadır. En büyük hedef insanların iç dünyalarını yıkmaktır. Bu yıkım ve cinayetler tarihin belli dönemlerinde değil artık günlük yaşamımızda yer almaktadır. İnsanın insanı manevi açıdan sevgisizlikle, türlü yaralamalarla öldürüşü gerçek cinayetleri oluşturur. Boyutları daha geniş olan sonraki tüm cinayetlerin, büyük kıyımların temeli bu günlük cinayetlerde aranmalıdır.”
Bu sözler çok sevdiğim bir yazar olan Bachmann’ın. Bu sözüyle de büyük bir gerçeği yansıtmaktadır. Fırtına Takvimi’nde de sevdiğim yazarların bazı sözlerini aldım ve romanıma ekledim. İnsanların o yazarları merak edip kitaplarını okumasını istedim. Ayrıca Bachamnn burada anlatmak istediklerimi o kadar güzel ifade etmiş ki yazısını eklememezlik yapamadım.
Alıntılamayı bütün kitaplarınızda yapıyorsunuz aslında. Uyuyan Güzel kitabınızdaki hikayelerde de bizi dünyanın çok önemli üretken insanlarının yanına götürüyorsunuz. Biz de Martı Kitap Kulübü üyeleri olarak sadece okuyup geçmiyor, kitapta geçen bilmediğimiz kelimeyi, tanımadığımız insanı merak ediyor ve araştırıyoruz. Biz aktif okuruz dememin bir sebebi de bu.
Tanrı Kent’ten Yitik Şarkıları’ı sormak istiyorum size. Çok etkilendim kitabınızdan. Şehir, İstanbul size ne ifade ediyor? İstanbul’da nasıl yaşıyorsunuz? Romanınızdaki Tanrı Kent neresi? Çünkü Tanrı Kent en çok etkilendiğim ve herkesin okumasını istediğim bir kitabınız.
Ben İstanbul’da doğup büyüdüm ve İstanbul dışında başka bir şehirde sadece bir yıl yaşadım. Çünkü ben İstanbul dışında bir yerde yaşamak istemem. Büründüğü hale rağmen İstanbul ile aramda aşk-nefret ilişkisi var. Ben gözümü Tarlabaşı Beyoğlu’nda açtım hayata. Çok renkli bir yerdi. Ben de yazma isteği taşıyan biri olarak çok farkına varmadan malzeme topluyordum yazı için. İşte bu renkli yerler yazılarımın içine girdi, onlara hayat verdi, beni çok etkiledi. Ben bir mekan öykücüsüyüm aynı zamanda. Mekanlar benim öykülerimde yer alır, kişileşir. Bütün bunların nedenini çok açıklayamam ama mekan ya da kent dokusu, tarihi ve geçmişiyle beni çok etkiliyor. İstanbul’da beni bu yüzden çok etkiliyor çünkü burası adeta bir öykü kuyusu. Bana çok malzeme veren bir şehir İstanbul. İstanbul’u, bu şehirde biribirine tokuşan, tokuşmayan ya da değen değmeyen hayat hikayelerini anlatmak istedim. İnsanı, sistemi ve bizi nasıl etkilediğini, nerelere getirdiğini, büyük kentler, gecekondular, yoksullar ve varsıllar, bir tarafta şaşaa para, öteki tarafta yoksulluk, değişimler. Tarlabaşı ve kentsel dönüşümleri de anlatmak istedim.
Tanrı Kent nedir ve nasıl bir bakış açısıdır?
Bu bir metafor. Mistik bir tarafı yok. İstanbul megapol olduğu için burada ya kaybediyorsunuz ya da kazanıyorsunuz, yukarı fırlıyorsunuz. Böylece kader biçiyor diyoruz ancak bu kaderi belirleyen, biçen de düzen. İstanbul’da bu düzenin vahşice gerçekleştiği bir kent bence. O yüzden adı Tanrı Kent oldu. Hayat yolunu belirleyen bir kent olarak kullandım Tanrı Kent’i.
İstanbul’da en çok nerede kendinizi rahat hissediyorsunuz?
Bana göre Beyoğlu hala birinci sırada. Çünkü orası benim doğup büyüdüğüm yer ve benim için çok özel bir mekan. Sonra Galata, Fener, Balat ve Ayvansaray gelir. Kısacası İstanbul’un tarihi bölgeleri benim çok hoşuma gider.
Kitapdaş sorusu: Öykü mü yazmak daha kolaydır yoksa roman mı? Bir röportajınızda “Roman çoğaltırken öykü eksiltir.” demişsiniz. Bunu biraz açar mısınız?
Jale Sancak: Bence roman yazmak çoğalttığınız için daha kolaydır. Öykü eksiltir, atar hep. Süzer. Romanda daha özgür, rahat bir şekilde anlatabilirken öyküde yoğunlatırılmış, özü iletebilecek şekilde okuyucuya aktarmak zorundasınızdır. O yüzden bence öykü yazmak daha zordur. Ben Uyanan Güzel ve Fırtına Takvimi’ni de öykü tekniği ile yazdım. Bu yüzden atılan şeyle, eksiltilen şeyle özü söylemeniz gereken şey çok daha zordur. Öykü okurunu yetiştirir, yanlış anlaşılmasın ama öykü okuyucusunu daha özel bir okur olarak kabul ediyorum.
Size neden öykücü diyorlar? Neden öykü? Ben de öykü okumayı çok severim ancak bizim Martı Kitap Kulübümüzde de öykü okumayı sevmeyen okurlar var. Bu öykü okumak-okuyamamak konusunda sizin görüşünüzü dinlemek isterim.
Tabii ki. Öykü başlayıp biten bir türdür, devamlılığı yoktur. Öyküler zamana yayarak, ara ara okunamlıdır. Öykü her şeyi söylemez, sezdirir. “Katıl bana, benimle yolculuk yap.” der. Herkes bunu yapmak istemeyebilir ancak okuyucu çözümleyici bakış açısı ile burada ne demek ne anlatılmak isteniyor diye düşünürse öykü açılmaya başlar. Öykü okuyucuyu yaratıcı kılar. Zihin açıcı ve düş dünyasını öykü kadar harekete sokan başka bir tür düşünemiyorum. Aynı zamanda okuyucusunu da geliştirir öykü. Öyküler bize lazım. Öyküleri sevin diyorum ben.
Bu sohbetin devamı için tıklayınız.
Sohbetçi: Yasemin Sungur