Ümit Ünal: ‘‘İlham Denen Şeye Pek İnanmıyorum’’

Ümit Ünal adını ilk kez, üniversitede bir derste duymuştum. Bir projem için kendisini araştırırken bir de ne göreyim! İzlediğim, aşina olduğum birçok filmin ya yönetmeni ya da senaristi imiş kendisi. Yazıp yönettiği filmlerle Yeşilçam’dan bugüne Türk sinemasına damga vurmuş yönetmenlerden Ümit Ünal. Okul yıllarımın başından itibaren beni etkileyen Ünal ile sinema dünyasına girişinden çağdaş sinemacılığa birçok konuda keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.

Sinema dünyasına girişiniz nasıl oldu? Sizi bu işi yapmaya yönlendiren, sizi etkileyen nedenler nelerdi?

Açıkçası küçükken sinemacı olmayı düşünmemiştim hiç. Bir şekilde sanatla uğraşacağımı hissediyordum ama aklımda hep ressam olmak vardı. Güzel resim çizerdim, başta annem olmak üzere, çevremdekiler de bu konuda beni cesaretlendirirdi. Sinema çok güzel ama uzak bir memleket gibiydi. Nasıl sinemacı olunur hiçbir fikrim yoktu. Sonra üniversite giriş sınavına hazırlanırken bizim okulun (İzmir Dokuz Eylül Üni, GSF Sinema-TV Bölümü) tanıtımını gördüm. Okul o zaman Ege Üniversitesi bünyesindeydi. Sinema okuma fikri çok aykırı bir fikirdi, tüm ülkede sanırım topu topu üç sinema okulu vardı. Ama orayı seçtim ve kazandım. Orada geçirdiğim dört yıl içinde de aslında sinemacı olduğumu anladım.

İlk senaryonuz çekildiğinde 21 yaşında bir gençtiniz. Kendinize bu imkânı nasıl yarattınız? Size yardımda bulunan kimse oldu mu?

Elbette senaryonun filme dönüşmesine yardım eden çok insan oldu. Özellikle Leyla Özalp ve Müjde Ar’ı anmam şart. Bir de elbette Ertem Eğilmez’i. Gerçek hayatta teyzem, filmdekine benzer bir hayat yaşayıp öldü. Onun hayat Hikâyesinden çok etkilendim ve senaryonun ilk halini yazarken onu örnek aldım. Ama elbette çok değişiklik de yaptım. Senaryoyu ilk okuyan ve tabir yerindeyse “keşfeden” Atıf Yılmaz’ın yardımcı yönetmeni Leyla Özalp oldu. Leyla beni Atıf Yılmaz’ın ekibine aldı. Onlarla Urla’da Adı Vasfiye filminde çalıştım. Orada Müjde Ar’la tanışıp senaryoyu okutma fırsatı buldum. Müjde senaryoyu çok beğendi ve çok etkili bir isim olduğu için film yapılmasında önayak oldu. Beni Ertem Eğilmez ile tanıştırdı. Ertem ağabey yapımcı şirketle ve yönetmen Halit Refiğ’le bağlantıları kurdu. Leyla, Müjde ve Ertem ağabey olmasa film çekilemezdi.

Daha çok kendi senaryolarınızı filmleştiriyorsunuz. Bunun sebebi nedir? Size gelen senaryoları yetersiz bulduğunuzdan mı, yoksa başka bir sebebi mi var?

Bence filmin tasarımı senaryoda başlıyor. Bir başkasının hikâyesi ya da senaryosu olsa bile, yönetmen olarak onu önce kendi dilinize, kendi sinema anlayışınıza göre yeniden tasarlamak yani yazmak zorundasınız. Benim kafam sürekli hikâyeler üretiyor. Onları çekmekten, başka hikâyelere sıra gelmiyor açıkçası.

Hem yazan hem de yöneten biri olarak, yazmak mı sizi daha çok zorluyor, yönetmek mi?

Bence en zor kısım yazmak. Hikâyenin doğuşu, ayrıntılarla zenginleşmesi, diyaloglar… Hepsi çok zor ve acılı aşamalar. Bir de senaryo yazarken yalnızsınız, hiç eğlencesi yok. Senaryoyu bitirmek dünyanın en büyük zevklerinden biri. Bittiği zaman sanki bütün süreç zevkliymiş gibi hatırlanıyor ama değil. Çok zor. Senaryo bittikten sonra bir de tabii bütçe bulmak gibi sıkıntılı bir kısım var ama onu başarırsanız, iyi bir ekiple çekim dünyanın en zevkli yolculuğu. 

Senaryo yazıp film çekmenin yanında bir de yazdığınız kitaplar (Kuyruk, Amerikan Güzeli, Bana Göre Kıyamet, Işık Gölge Oyunları) ve çizimleriniz var. Bu kadar üretken ve çok yönlü olmanın sırrı nedir?

Bilmiyorum. Yaradılış sanırım. Bir tür içsel mecburiyet. Açıkçası kafam durmuyor. Bir şey yapmadığım zaman kendimi çok kötü hissediyorum. Yeni bir şey yapamıyorsam eski işlerimi çevirmekle, uyarlamakla oyalanıyorum. Gün içinde yapmam gereken bir şeyler olmazsa boşlukta kalmışım gibi oluyor. Bir de dışsal mecburiyetler, yani geçim derdi var. Yazmak, çizmek, film çekmekten başka iş bilmiyorum dolayısıyla hayatımı da bunalrdan birini yaparak kazanmak zorundayım. Bazı işlerimi tamamen içimden geldiği için, bazısını para kazanmak için yaptım. Bazı şanslı durumlarda da ikisi kesişti. 

Sürekli yazan biri olduğunuzu biliyoruz. Yazarken nelerden ilham alıyorsunuz? Nasıl bir ruh halinde oluyorsunuz?

İlham denen şeye pek inanmıyorum. Fikirler aniden doğuyor evet ama bir Hikâye fikri nereden geliyor, onu da bilmiyorum. Ama şu da var, bir hikâye fikri aslında hiçbir şey demek değil. Çok çalışmak ve onu olgunlaştırmak, çok iyi işlemek lazım. Resimde bir dakika içinde yarı ilham yarı şans yardımıyla harika bir figür oluşturabilirsiniz. Ama sinemada, edebiyatta öyle bir şeye imkân yok. Çok çalışmak gerekiyor. Yazarken genelde mutsuz oluyorum. Özellikle başlarda. Dediğim gibi çok zor ve yalnız bir süreç. Ama sonuna doğru heyecanlanıyorum. Bittiğinde de bir süre için dünyanın en mutlu adamı oluyorum. 

Türk sinemasına Nar, Teyzem, Anlat İstanbul, Gölgesizler ve en son Sofra Sırları gibi pek çok eser kazandırdınız. Size göre en etkili filminiz hangisi oldu? Siz en çok hangisini beğendiniz?

Sanırım Teyzem kendi zamanında ve sonraki yıllarda çok etkili oldu. Otuz üç yıl sonra hâlâ filmden ne kadar etkilendiğini söyleyen insanlarla tanışıyorum. Bir de 9 var böyle. O da ilk anda çok izlenmedi ama yıllar içinde (korsan sektör sağolsun) izlendi ve özellikle sinemayı ciddiyetle takip edenler arasında en çok hatırlanan işim oldu. Şahsen en sevdiğim filmlerim, Teyzem (Senaryosu), 9, Ara, Nar ve Sofra Sırları. Anlat İstanbul‘da da ortaklaşa iyi bir iş ortaya koyduk diye düşünüyorum. 

Yeşilçam dönemini de günümüzü de yaşamış biri olarak Türk sinemasındaki samimilik ve sıcaklığın giderek azalmasını, kaba komediye olan ilginin giderek artmasını neye bağlıyorsunuz? Sizce nedir bu değişimin sebebi?

Bu soruyu cevaplamak için uzun uzun sosyolojik çözümlemelere girmek lazım. “Sinema bir toplumun gördüğü rüyadır” diye ünlü bir söz var. Ona ekleme yapıp, “kâbus da olabilir” demek isterdim. Sinemada (aynı zamanda dizilerde vb) bir toplumun bütün bilinçaltı konuşuyor. Açıkçası eski Yeşilçam filmlerini de çok samimi bulduğumu söylemeyeceğim ama en azından olumlu olanı öven, temel insanî değerlere yaklaşmaya çalışan, filmlerimiz vardı. Zamanla toplum hasta düştü. Adalet duygusu ve bir arada yaşama arzusu ortadan kalktı bu toplumda. Güç, her ne pahasına olursa olsun ele geçirilmesi ve elde tutulması gereken bir şey oldu. Herkesin nefret ettiği ama bildiği, nefret etmeye bayıldığı, “şöhretli” bir toplumsal figür olmak da geçer akçe oldu. Böyle bir toplumsal iklimde üretilen filmlerin çoğunun birer kâbus olması da kaçınılmaz elbette. 

İşinizi yaparken kendinize örnek aldığınız, izinden gittiğiniz kimse oldu mu?

İlk tanıştığım ve çalıştığım yönetmenler Ertem Eğilmez, Atıf Yılmaz ve Halit Refiğ üzerimde çok iz bıraktı. Onların insan ilişkilerine, teknik açıdan yönetmenliklerine özendim ve kendime usta olarak belledim. Sonraki yıllarda reklam sektöründe 4 yıl birlikte çalıştığım Paul McMillen’ı da usta sayarım kendime. Gerçek hayatta tanıdıklarım dışında, sadece kitaplardan tanıdığım ve rehber saydığım çok isim var. Bunuel, Marquez, Nabokov, Aziz Nesin, Bilge Karasu, Sait Faik, Leyla Erbil… Hangi birini ansam? 

Son olarak, yolun başındaki genç sinemacılara ne gibi önerileriniz olur? Sinema camiasında yer edinebilmek için nelere dikkat etmeleri gerekir?

Şu an aklıma gelen tek öğüt çok çalışmaları gerek, çok çalışmak ve çok inatçı olmak sanırım bizim işimizin anahtar kelimeleri.

Röportaj: Halil DEMİR

Önceki İçerikNisan Otizm Farkındalık Ayı
Sonraki İçerikHayatta Bir Amacınız Var mı?