Fransız yönetmen Michel Hazanavicius’un yazıp yönettiği “The Artist”, nostaljik unsurları, saflığı ve sadeliğiyle tüm dünyada büyük ilgi uyandırdı.
Bu yılın Oscar adayları arasında iki film öne çıktı. Biri, Martin Scorsese imzalı “Hugo”, diğeri ise Michel Hazanavicius’un yazıp yönettiği “The Artist.” Her iki filmin de sinema sanatının tarihine saygı duruşunda bulunması hoş bir rastlantı. Ancak hoşluğun asıl kaynağı, Amerikan sinemasının en önemli isimlerinden Scorsese’nin sinemanın Fransa’da doğuşunu ele alması, buna karşılık, onun kadar deneyimli ve ünlü olmayan Fransız yönetmen Hazanavicius’un ise Amerikan sinemasının ilk dönemine keyifli bir dönüş yapması. Amerika ile Avrupa arasındaki birbirlerine yönelik bu güzellemeden bakalım kim galip çıkacak Oscar yarışında.
Sessiz filmden sesli filme geçiş sancıları
Amerikan sessiz sinemasının jönlerinden George Valentin, karizmatik görünümüyle kadınların ve geniş kitlelerin hayranlığını kazanmış bir film yıldızıdır. Soğuk tavırlı karısı ve sevimli köpeğiyle yaşarken şöhretin zirvesine çıkan ve hem romantik, hem de macera filmlerinde başrol oynayan Valentin, basınla yaptığı bir sokak buluşmasında halkın içinden sevimli bir kızla, Peppy Miller ile karşılaşır. Valentin ile Miller’ın sokak ortasında birlikte çektirdikleri bir fotoğraf, her ikisi için de bir dönüm noktası olacaktır. Oyunculuk seçimlerine katılan ve yeteneğiyle dikkat çeken Miller, film kariyerine figüranlıkla başlar ve aralarında Valentin’in de bulunduğu birçok oyuncuyla setleri paylaşır. Ancak, dönem 1930’ların başıdır ve Amerikan film endüstrisi hızla sesli film dönemine geçmektedir. Yeni dönem öyle ezici bir hızla gelir ki, sesli filmlerde rol almaya uygun olmayanları ve hâlâ sessiz film çekmekte ısrar edenleri bir anda sektörün dışına atar. İşte bu dönüşüm, Valentin ile Miller’ın kariyerlerinin ters yönde gitmesinin başlangıcı olur.
Çektiği sessiz filmlerle seyirci ilgisini kaybeden Valentin, karısının evi terk etmesiyle darbe üstüne darbe yer. Sefil bir hayata sürüklenirken, evindeki eski filmlerini yakmaya dek uzanan bir ruhsal çöküş yaşar.
Bu sırada Miller ise, kariyerinde hızla yükselir ve şöhret basamaklarını bir bir tırmanır. Sesli sinemanın yıldızı haline gelen Miller, tüm bu yükselişine karşın, kendisine şöhret yolunu açan ve özel hisler besleyen Valentin’i asla unutmayacak, uzaktan da olsa onu izleyecek ve evini yakıp kendini perişan ettiği günlerde onun en büyük destekçisi olacaktır. Ve gün gelecek, bu kez Miller, Valentin’e Hollywood’da yeni bir yol açacaktır. Ve finalde, Amerikan sinemasının en unutulmaz eserlerinin verildiği bir türüne, müzikal sinemaya muhteşem bir şapka çıkartır “The Artist”. Bu türe bir dönem damgasını vurmuş olan Gene Kelly-Ginger Rogers ikilisinin benzersiz danslarını hatırlatan çok keyifli bir sekansla tamamlanır bu nostalji başyapıtı.
Geçmişi, geçmişin tekniğiyle anlatmak
Klasik bir melodram izleği içinde akan bu konuyu, birkaç kısa bölüm hariç tümüyle sessiz ve siyah-beyaz olarak çeken Hazanavicius’un, bu özgün yaklaşımıyla hem bir nostalji başyapıtı ortaya koymayı, hem de günümüz sinemasına yaratıcı bir halka eklemeyi başarmış olduğunu söyleyebiliriz. Amerikan film endüstrisinin bir dönemini, o dönemin endüstriyel koşulları içinde anlatmanın, gerçekten hoş bir sine-fikir olduğunu kabul etmek gerekir.
Film, sinemanın neredeyse tüm unsurlarıyla geçmişte kalan bir dönemini günümüze taşımak gibi bir işlevi kusursuz şekilde yerine getiriyor. Filmin formatı, jenerikteki yazı karakteri, sözlerin yazıyla verilmesi, dönemin oyunculuk anlayışı, kurgu tarzı, siyah-beyaz estetiği, planlar arasındaki geçişler, o dönemin erkek ve kadın oyuncularının genel havası… Her şey, bütün sinemasal unsurlar sessiz sinema döneminin birebir aynısıdır. Film bu anlamda adeta bir yeniden yapım gibi durmakla birlikte, gerek böyle bir fikrin ilk kez kapsamlı şekilde hayata geçirilmesi, gerekse bu fikrin üzerinde çok incelikli şekilde çalışılmış olması, filmi has bir sanat eseri katına yükseltiyor.
Hiçbir unsurda abartı ve fazlalık olmadığı gibi, film adeta normal, yani renkli ve sesli bir film gibi kendini heyecanla izlettirmeyi başarıyor. Bugünün hızlı filmlerine alışkın seyiriciye, en azından bir kısmına böyle bir eseri beğendirmek de az şey olmasa gerek.
Başrolleri üstlenen Fransız oyuncu Jean Dujardin ve yönetmenin karısı, Fransız oyuncu Bérénice Bejo, fiziksel görünümleri ve oyunculuklarıyla mükemmel bir seçim yapılmış olduğunu hemen her sahnede ortaya koyuyorlar. Dujardin, o dönemin tipik aşık jönlerinin ve kılıçlı kahramanlarının bir sentezi olduğu kadar, tipiyle de, Rudolph Valentino’dan Douglas Fairbanks’e, Tyrone Power’dan Clark Gable’a bir dizi Hollywood yıldızının adeta ortak temsilcisi olarak perdede boy gösteriyor. Bejo ise, Lillian Gish’den Paulette Goddard’a, Leslie Caron’dan Judy Garland’a, dansları ve filmleriyle bir kuşağı büyüleyen tüm kadın yıldızların bir bireşimi olarak beyazperdeye renk katıyor.
Sinemada Nostalji Arayanlar İçin
Daha birçok sinemasal unsura gönderme yapan ve perdeye taşıyan “The Artist”, özellikle yedinci sanata özel ilgi duyanları müthiş tatmin edecek bir film. Geçmişinde çok fazla film bulunmayan, James Bond parodisi yapan iki filmiyle Fransa’da büyük ticari başarı elde eden Michel Hazanavicius’un kariyeri açısından ise tam bir dönüm noktası. Oscar yarışında birçok ödüle sahip olmasını sürpriz saymayacağımız bu sevimli film, özellikle sinemada nostalji arayanlar için kaçırılmayacak bir fırsat.