Okurun Gözünden: Ahmet Naç, Gölge

Sizi bir kıvılcım olarak yolluyorum. Alevler olarak geri dönmelisiniz!

“Ezber bozmak” diye bir deyim vardır. TDK’da deyimin anlamı şöyle açıklanmış: “Birinin sahip olduğu düşüncenin yanlış olduğunu göstermek.” Bir de ekşi sözlükte şöyle bir ifadeye rastladım bu deyimle ilgili: “Alışılmışın dışında bir ses, belki de dış ses; alışılmışın dışında diyorum çünkü öğretilen, yaşatılan ve uygulananın dışında bir yerlerde yeni bir alfabedir ezber bozmak.”

Ahmet Naç bir ilkokul öğretmeni. Kitabın adı olan Gölge, çok özel bir anlamı ve kişiyi temsil eder. Naç’ın bir eğitimci olarak rol model aldığı, vizyonunu onun düşünceleri doğrultusunda oluşturduğu o kişi, Mustafa Kemal Atatürk’tür.

Kitap bizi önce 25 Nisan 1915 tarihine Conkbayırı’na götürür. 261 rakımlı tepede sessizlik hakimdir. Birazdan orada bir tarih yazılacaktır. Çünkü “Düşmandan kaçılmaz!” diyen bir lider vardır.

Sonra Mahmut Sadi girer sahneye. Yıl 1923 bir tren garında gitmekle kalmak arasında tereddüt içinde düşünceleriyle boğuşur. Avrupa’ya talebe yollanacak ilanına başvurmuş ve kabul edilmişti. Şimdi ise savaştan yeni çıkmış bir ülkenin yurtdışına eğitim için onu göndermelerini gereksiz ve lüks bulmaktadır. Bu para daha önemli şeyler için kullanılmalıdır! Ve gitmekten vazgeçer. Tam istasyondan çıkarken biri onun adını seslenir. Elinde ona yazılan acil bir telgraf vardır. Telgrafı alır ve okur. Telgraf Gölge’den gelmektedir ve sadece iki satır yazılmıştır:

“Sizi bir kıvılcım olarak yolluyorum. Alevler olarak geri dönmelisiniz.”

Ve kitabın kahramanı Mustafa öğretmen ile tanışıyoruz. Tek başına karşılıyor bizi. Derin bir duygu seli içinde, boş bir sokakta arabada oturuyor ve yağmurun sesini dinliyor. Yalnızdır…

“Yalnızlık, onu yaşamak isteyenin, kendini sürekli geliştirmesini ve hep güçlü olmasını gerektiren psikolojik bir savaştı.”

Bu yalnızlık duygusu ona hiç yabancı değildir çünkü çok uzun zaman önce yazılı kanunları yok hükmünde saymayı kafaya koymuştur. Ve yapmıştı da. Küçücük çocuklarıyla, ilkokul öğrencileriyle…

Neler yaptığını merak etmeye başlıyoruz. Çünkü eğitim sistemi geçmişten bu güne hep alışagelmiş yöntemler ve kurallarla işlemiş ve her geçen gün daha iyi olması gerekirken ne yazık ki kötüye gitmişti. Bunun birçok sebebi var şüphesiz. Aslında Mustafa öğretmenin keşfettiği şey basitti: Çocukların potansiyeline ulaşmak.

Mustafa öğretmen düşüncelerini biri dinsel inancı oldukça güçlü, diğeri ateist, bir diğeri ise Atatürk’ün değerlerine sıkı sıkıya bağlı üç öğretmen arkadaşı ile yaptığı bir akşam buluşmasındaki sarsıcı, zaman zaman gerilimli bir tartışma ortamında bizlere aktarıyor.

Bir referans ve tüm başardıklarının temeli olarak sıra örneği ile başlıyor anlatmaya. Öğretmenler okulun ilk gününden başlamak üzere tüm yıl boyunca öğrencileri okulun bahçesinde sıraya sokarak düzgün bir şekilde sınıflara girmeleriyle uğraşırlar. Mustafa öğretmen bu uygulamanın tersine ilk hafta birinci sınıf olan öğrencilerinin karşına geçip şöyle der: “Sınıfın nerede olduğunu biliyorsunuz. Her sınıf sırayla içeri gidecek. Sıranız gelince siz de içeriye girersiniz.”

Ve öğretmenler odasına gider. İlk denemelerinde içeri giremezler. Bahçede şaşkın şaşkın etraflarına bakarlar ve en son dağınık bir biçimde içeri girerler. Mustafa öğretmen sınıfa gittiğinde neden onlara sıraları gelince içeri giremediklerini sorar. Cevap gelmez. O zaman bir mesaj daha verir: “Yanınızdaki sınıf hareket edince sizin de hareket etmeniz gerek” der.  Ertesi gün bir kaçı gönüllü olup sıranın başına geçer. Yine Mustafa öğretmen başlarında değildir. Sıra onlara gelir ve giremezler yine… Öndeki gönüller sıra onlara gelmesine rağmen korkup hareket etmeyince arkadakilerin hadi git demesine rağmen sıra ilerlemez. Bir özgüvensizlik durumu vardır. Bağımlı yetişmiş, birey olamamış çocukların hazin sonu…

Sınıfa geldiklerinde Mustafa öğretmen yine niye giremediniz diye sorar. Birbirlerini suçlamaya başlarlar. Mustafa öğretmenin uygun bir şekilde “Bu sıra sizin sıranız, sizin probleminiz nasıl çözmek isterseniz, öyle çözün bu sorununuzu” der.  Bunun bir kırılma noktası olduğunu söyler bize. Mesaj çok nettir: Yaşanacak problem bize ait ve biz çözmeliyiz. Bizim yerimize annemiz veya öğretmenimiz çözmeyecek! 

Çocukların sahiplenmelerine, problemi çözmelerine izin vermek gerek. Eğer onlar yerine problemleri çözersen, bir şeyler yaparsan, bunu hep yapmak zorunda kalırsın.

Hata yapmalarına, yanlış karar vermelerine de izin vermeli. Hata yapmazlarsa, yanlış karar almazlarsa doğru karar almayı öğrenemezler. Sorumluluk duygusu kazanamazlar. Yani birey olamazlar.

Yönetmen Kubrick’in şu değerli sözleri yer buluyor kitapta: “Bence okullarda yapılan en büyük hata, çocukları korkuyla motive ederek bir şey öğretmeye çalışmaktır. Not alma korkusu, sınıfta kalma korkusu gibi. Bir konuya ilgi duyarak öğrenmek ile korkuyla bir şeyi öğrenmek arasında nükleer bir patlama ile kıvılcım kadar fark vardır.”

Kendi isteğiyle bir şeyler yapmak ikinci anahtar kelime. Bu yüzden Mustafa öğretmen hiç ders anlatmadan, hiç ödev vermeden, çalışın bile demeden öğrencilerin kendileri çalışıp öğrendikleri bir sistemi uygular.

Eğitim sisteminin en büyük hatası ezberciliğe savaş açmıştır. Teknolojiyi sınıfına sokmaz.

“Çünkü teknolojiyi üretmek, teknolojiyi sürekli kullanılarak öğrenilmez. Doğru şeyi doğru zamanda yapmalı. Günümüzde ve gelecekte teknolojinin ne kadar önemli olduğunu, olacağını söylemeye gerek yok. Sorun teknolojide değil, onun nasıl ve ne amaçla kullanıldığında. Bu da bizi tek bir soruna götürüyor; bu çocuklar ne kadar hayal gücü ve yaratıcılığa sahip? Daha doğrusu hayal gücü ve yaratıcılığını ne kadar kullanabiliyor?”

Teknolojinin hayal gücünü, yaratıcılığı engellediğine ve körelttiğine inanır. Eğitimde teknoloji kullanımını resimli kitap basmaya, okumaya benzetir. Çocuk resme bakar ve artık yeni bir şey üretmeye gerek olmadığı için sadece izler. Aslında yapılması gereken kendi resimlerini çizmeleri, kendi hikâyelerini, şiirlerini yazmalarıdır. Böylece hayal gücü ve yaratıcılık balonları genişler.

Matematik için de bu böyledir. 2’ye yalnız baktığımızda iki, 4’de yalnız baktığımızda dört, 2 ile 4’ü yan yana koyduğumuzda ise oluşan yirmidört’te niye ikiye bir anda yirmi dendiğini sorgulayarak anlamını buldurmakla yıkılır ezbercilik.

Bu ezbercilik öyle işler ki kanımıza inanca da, inançsızlığa da, değerlerine sıkı sıkıya bağlı olduğumuz, sevdiğimiz o büyük lidere de aslında büyük bir ihanet içinde olduğumuzun farkına varamayız. Göremeyiz!

“Aldıkları yanlış, ezberci eğitim yüzünden bu insanları kolayca kandırabilirsin. Sorun bu işte. Çünkü göremezler… Matematik problemine bakıp hiçbir şey göremeyen çocuk gibi… Bakın en önemlisi bu; kandırılmaya müsaittir! Gerçeği gö-re-mez-ler!”

Ahmet Naç’ı bir TEDx videosu ile tanımıştım. Elinde turuncuya bulanmış bir boya fırçası ile yaptığı o kısacık konuşmasında bu kadar çok doğru, çarpıcı bilgiyi aktarışına hayran kaldım. Ve daha fazlası için takip etmeye başladım. Onu farklı ve değerli kılan söylediklerinden çok dediklerini bizzat uygulayan, deneyimleyen, nasıl sonuçlar aldığını paylaşan biri olmasıydı. Bunları ona yaptıran, ilham kaynağı ve motivasyonu “Eğitimde kaybedilecek tek bir fert dahi yoktur” diyen Atatürk’tür. Onun gibi dünyanın en güzel güllerini yetiştirmek üzere yola çıkmış, bu yolda ne eline batan dikeni, ne de yapamazsın diyenleri umursamış ve hala umursamıyor.

“Ondan ne öğrendiysem… Ne gördüysem onu yaptım, fazlası değil” diyor.

Ahmet Naç bir kıvılcım. Dilerim onu izleyenler, yaptıklarını örnek alanlar, daha iyisini yapmaya çalışanlar ile bu kıvılcım aleve döner. 

  • Gölge
  • Ahmet Naç
  • Doğan Kitap
  • Sayfa sayısı / 238 

Alev Türkkan / Temmuz 2019

Önceki İçerikEtkili İnsanların 7 Alışkanlığı, Stephen Covey
Sonraki İçerikOyun
Alev Türkkan
Hayat seçimlerimizden ibaret… Ben de 2014 yılında 18 yıldır sürdürdüğüm kurumsal iş hayatımı bırakmayı seçtim. Kendimi en iyi hissettiğim yer olan doğanın içinde, bir denizin kenarında en keyifli anlarım olan kitap okumakla geçirmeye başladığım yeni yaşamıma böylece geçmiş oldum. Kendimi bildim bileli içimde taşıdığım öğrenci ruhu beni hiç terk etmedi. Okumaya ve öğrenmeye aşık biri olarak öğrendiklerimi paylaşmanın tadını da çok seviyorum. “Hayata ne verirsek hayat bize onu verir” sözüne inanırım ve bu dünyaya gelme amacımı sıklıkla sorgularken aslında tek isteğimin yaptıklarımdan ve yaşadıklarımdan geriye ufak bir iz bırakarak, değer yaratacak bir şeyler yapmış olmak. Şimdi ilgi alanlarıma daha fazla zaman ayırarak ne kadar mümkün tartışılır ama kendimi tanımaya çalışıyorum. Felsefeye olan merakım bana yardımcı oluyor. Doğa yürüyüşlerinde hem kendimi hem doğayı dinliyorum. Sokak hayvanlarına düşkünüm. Onlarla arkadaşlık etmeye, konuşmaya onlardan daha çok ihtiyaç duyuyor olmama şaşırmıyorum. Çünkü var olmanın temeli “paylaşmak”; bilgiyi paylaşmak, sevgiyi paylaşmak, yemeği paylaşmak, mutluluğu, acıyı paylaşmak… kısaca yaşamı paylaşmak. Okumakla ve paylaşmakla kalalım.