Kendime Gittim, Dönücem

“Yaşamım mesajımdır” der Mahatma Gandhi.

Bu sözü duyduğumdan bugüne yapmadığım, yaşamadığım ve hayal etmediğim hiçbir şeyi dillendirmemeye gayret ediyorum.

Uzun zamandır yazamıyorum. İnsan, içinde yoğun yaşadığında ve zaten anlatmak istediklerini işin pirlerinin yazdığını ve anlattığını görünce haddini aşmaktan çekiniyor. Hem isteğim olmadığı hem de olanlarla beslenmek iyi geldiği için, okumayı ve yaşamayı seçtim bir müddet.

Yaşamak, sessizlikle iç dünyana yazdığın notlarmış meğer.  Yaşamak, yazılanı okumakmış. Okuyorum şu sıralar; akışı anlamaya çalışıyorum. Kendimi, babamın diktiği gülleri, kapıdan dışarıya çıktığımda ruhuma yayılan iğde, gül ve hanımeli kokularını. Yaşamın arka bahçesini, bilgeleri, erenleri, zamana yaşadıklarıyla not bırakanları…

Susmayı deneyimliyorum. Susup, ana dalmayı, geleni yaşamayı, olduğum an ile dost olmayı…  Elbette bazen dengem bozuluyor, değişen bir kalabalık ile başka bir anda dengede durmaya çalışıyorum.  Dinleyen dostlara kendimi daha iyi ifade edebildiğimi anlıyorum. Onların anlattıklarını can kulağı ile dinlerken, sohbetin de çay gibi demlendiğini, zaman geçtikçe daha da lezzetli bir hal aldığını ve konuşma bitiminde andan bir doygunlukla ayrıldığımızı görüyorum. Daha önce de dinlerdim (!) anlatırdım ancak bu defa huzuru başka. Sanki ben değiştikçe etrafımdaki insanlar da değişiyor, hep birlikte değişiyoruz gibi geliyor.  Ya da hayat aynı enerjiyle dokunuyor ruhlarımıza ve gelenden kendimizce nasibimizi alıyoruz. Temizleniyor ve arınıyoruz gibi hissediyor, olanları daha da büyük bir zevkle izliyorum.

Hani bir gün diğerine uymuyor deriz ya, aslında anlar birbirine uymuyor gibi. Her an başka bir şey yaşıyoruz sanki, hiç dikkatinizi çekti mi?

İçinde bulunduğum andan ve sahip olduklarımdan keyif alma haliyle dönüşüyorum. Bazen tanımıyorum kendimi, bir başka yönümle tanışıyorum. Kızdığım, hüzünlendiğim, mutsuzluğa meylettiğim anlar da oluyor. İştahla söylendiğim, sesimi yükselttiğim, yükselttikçe kendi kendimi daha fazla sinirlendirdiğim anlar da. Ancak frene basıyor ve yavaşlıyorum; bir gün bu ustalığı otomatiğe bağlamayı hedefleyerek…

İçimden çıkanlarla, tüm duygularımla, hislerimle, öğrendiklerim, sözlerim, kararlarım, kararsızlıklarım, sevinçlerim, tatlı yanlarım ile ilerliyorum kendime bir isim koymadan. Etiketlemeden, yargılamadan, bağlanmadan yaşamaya çalışıyorum. En azından deniyorum. Denemeler yazamıyorum ama denemeler yaşıyorum. Ve her denemede biraz daha anlayışlı oluyorum, önce kendime.

Anlaşılmadığımı düşündüğüm an, anlamadığımı anladım. Dinlemediğimizi ve sadece konuşmak için, içimizdekileri bir an önce boşaltıp karşıdakine haddini bildirmek için konuştuğumuzu, yazdığımızı gördüm. Fakat bir gün kendimi dinlemeye başladım. Önce kendime sordum; kızdığımda ne hissediyorum? Hissettiklerimi mi anlatıyorum yoksa suçlayıcı mı yaklaşıyorum.  Kendimi dikkatle dinledim, içimde yükselen fırtınaları, kabaran denizleri, dalgaların kalbime vurduğu ve canımı acıttığı an, kalbimden çıkan sesleri…

Zihnimi dinledim. Hep bir ön yargıyla, eleştiren, etiketleyen, kışkırtan nefes almama bile imkân vermeyen o aceleciliğini. Anladım ki bir alışkanlıkla hareket ediyorum. Anladım ki, bugüne kadar gördüğüm, gerçek sandığım, sınırları ile görüş açımı daraltan ve kalbimden yükselen o güzel canım seslerin üzerini alışkanlık duvarıyla ören, ses geçirmez duvarları biraz nefes alarak ve o andan sadece birkaç dakika uzaklaşarak, kendime yani özüme dönerek fark edebiliyorum.

Belki de bu ömür boyu sürecek bir çalışma, uzun bir yolculuk bilemiyorum. Belki de tam anlamıyla bir bilgenin ruhuna sahip olamayacağız ama denedikçe içimizde, “bu da geçecek, bu durumu artıya dönüştür” diyen o bilge ustaların, elimizi tam zamanında tuttuğunu hissedeceğiz…

Tüm bu yaşadıklarımdan anladım ki, biraz durmaya ihtiyacımız var, durup, dinlenmeye. Dinlendiğimiz yerde kendimize dokunmaya ve kendimizi hissetmeye. Yargılamadan, etiketlemeden, direnmeden, karşı koymadan ve isim takmadan bir bitki gibi nefes almaya…  Alışkanlıkları yıkmak ne kadar zor ama deniyorum düşe kalka, savaşa, dövüşe, sessiz, sakin her şekilde…

Biraz o kalabalığın içinden çıkıp, hiçbir şey yapmamaya, aslında hiçbir şey dediğimiz şeylerin var olma nedenlerimiz olduğunu düşünmeye, fark etmeye ihtiyacımız var. Bir elimizden çekiştirip, bir fotoğrafla, hissetmediğimiz bir anı paylaşmayla var olabileceğimizi düşündüren bu sistemden biraz uzaklaşmaya…

Karşı değilim hiçbirine, insan ne istiyorsa özgürce onu yaşamalı.  Sadece tüm paylaştıklarımızı hakkını vererek yaşamamız gerektiğini düşünüyorum. Şu bir gerçek ki, bir gülün, bir ağacın, bir anın fotoğraflarını görüntüleyebiliriz ancak kokusunu, hissini, dokusunu anlatabilmek mümkün mü?  Hissettiklerimizin dokusunu ve kokusunu paylaşamıyor oluşumuz, bazı şeyleri öncelikle yaşamaya odaklanmamız gerektiğinin en büyük kanıtı.

İnsan yaşadıklarını paylaşmak istiyor, yanındaki de yaşasın, görsün, birlikte keyif alsın istiyor. Bir filmin komik sahnelerinde bile yanımızdakiyle daha çok gülen insanlarız biz. Paylaşmak dünyanın en güzel hissi, bunu çok iyi anlıyorum.  Benimki bir davet, tıpkı filmin o sahnesini birlikte izlemek isteyişimiz gibi bir hevesle, bir anı kendinizle paylaşmaya davet ediyorum sizi.  Kendi elinizden tutup, özel bulduğunuz, güzel gördüğünüz ne varsa önce kendinizle paylaşmaya, kendinizi sevmeye, duymak istediğiniz tüm güzel kelimeleri içinizden on kez tekrarlamaya, “günaydın” kelimesini şefkatle kendi kulaklarınıza fısıldamaya, içinizden gelen cevabı dinlemeye, anlamaya ve kendinize anlatmaya davet ediyorum.

Dünyanın en güzel duygusu kalbinizde kurulan o cennetten gelen mutlu iç ses. O mutlu olduğunda, senden yansıyan da mutluluk oluyor.  Yaşattığın ve paylaştığın şey de mutluluk olarak yansıyor. Sevgiliniz, eşiniz, çocuğunuz, dostunuz, iş arkadaşınız, sosyal çevreniz… Hepsinden bir an için uzakta kalıp, kendine şarj olmalı insan.

“Aşk, bitmemiş bir insandır” der Paul Eluard…  Bugün kendinize randevu vermediğiniz, bahanelerinizi bir ten gibi üstünüze giyindiğiniz her an, hem sevgilinize, hem işinize, hem  de çocuklarınıza bittiğiniz andır. Daha verimli, kaliteli, özden ve sevinçle sevebilmek için önce kendinizi bırakmamanızı çok isterim. Çocuklarınızı, sevdiğinizi, dostlarınızı, ailenizi yarım saatliğine bırakacak birilerini bulabilirsiniz eğer isterseniz. Yapamadığımız birçok şeyin bahanesi biziz maalesef.  Zaman hızla akıyor ve ertelediğimiz her randevuda kendimizi kaybediyoruz. Kendinize geldiğinizde göreceksiniz, baş başa geçirdiğiniz her an başka bir değerde olacak.  Kaliteli bir yalnızlık, sıkı bir sarılma yaşatacak size. Kaliteli bir dinleyiş, kalabalığın anlattığını daha iyi anlamanızı sağlayacak. Ailenizden, çocuklarınızdan, eşinizden sıkılmak bir yana, onlarla olduğunuz, onlarla zaman geçirdiğiniz her anın anlamını da hissedeceksiniz.

İnsan, en çok kendini dinlemez…

Eğer dikkatle bakabilirsek, gözlerimizi fal taşı gibi açıp kendimizi dinleyebilirsek, hayatın sesini de duyabiliriz. Kendimizi hem kendi tabiatımıza hem de evrenin bize sunduğu tabiata bırakabilirsek, zihnimizin geveze şalterini indirebilirsek, hissedebileceğiz. Dünyadaki tüm seslerin, karşılaştığımız tüm insanların bize ne söylediğini…

Denemeye davet ediyorum sizi.

Denemelerinizi yaşamaya, soluk almaya, yaşadıklarınızla şarj olmaya.

Var mısınız saatlerinizi bu defa kendinizle randevu için ayarlamaya?  Bir termos çay ya da kahve, hatta dilerseniz not kağıdınızı ve kaleminizi de alıp en yakın bir parkta buluşabilirsiniz kendinizle.  Belki de evden herkesi sessizce uzaklaştırıp, en sevdiğiniz müzikle, kitapla, hobilerinizle, yani ertelediğiniz tüm isteklerinizle ağırlayabilirsiniz kendinizi. Bugün yarım saat, yarın bir saat…  Hatta bu eyleminizin karşılığını sevgi, sakinlik ve mutluluk olarak  alan sevdiklerinizin sizi o ana kendi istekleriyle uğurladığı daha birçok buluşmaya…

Kendiyle buluşmalı insan, başkalarıyla buluşmaya can atmak için. Alışkanlıklara çelme takmalı, yeni ve değerli alışkanlıklar edinebilmek için. Bir adım atarak adım adım denemeli insan, susacak ve anlatacak deneyimler biriktirmek için.  Bitmemek için, kaliteli bir yalnızlıkla şarj olmalı insan.

Şartlar ve koşullar ne olursa olsun o levhayı hayatın kapısına asmalı insan:

“Kendime gittim dönücem!”

Sevilay Acar

Önceki İçerik7 Adımda Mükemmel Türk Kahvesi Kılavuzu
Sonraki İçerikEmel Anne, Türkiye Çocuklara Yeniden Özgürlük Vakfı İçin Koşacak
Sevilay Acar
Öğrenim Üyesi / Okur- Yazar. En büyük deneyimim çocukluğumda oynadığım oyunlar ve kurduğum hayaller oldu. Her ne yapıyor olursam olayım, iki etken her zaman yolumu belirler: hayaller ve dualar. Çocuk merakı ve heyecanıyla öğrenmeye çalışıyor, okuyor, yazıyorum. Babalardan Babalara adlı bir röportaj kitabım var. Babaların ayak izlerinden oluşan ve hikayeleriyle iç dünyaya yolculuk yaptıran bir kitap olduğunu düşünüyorum. Yolculuğu seviyorum çünkü her şeyin yolda şekillendiğine inanıyorum. Bu yolda en çok da öğrenciyim; kapsayan, içine alan, öğrendikçe çoğalan ve var olan. Karşılaştıklarımı, hissettiklerimi, öğrendiklerimi yazarak paylaşmaya çalışıyorum.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz