Uzun yıllar ekonomi gazeteciliği yaptıktan sonra edebiyata yönlenen Gazeteci-Yazar Demet Cengiz, Su Üçlemesi adını verdiği roman serisinin ilk iki kitabı “Adımı Deniz Koydular, “İçimde Yanan Nehir”’den sonra Ekim ayında “Göl Kıyısında Leyla” romanını çıkardı.
“Göl Kıyısında Leyla” romanı en başta genelevlerde gün yüzü görmeyen kadınları, onların kimlik mücadelesini, yaşamın tüm zorluklarına rağmen ayakta kalma çabalarını ve aynı zamanda da her türlü hak arayışı içinde olan ötekilerin hikayesini anlatıyor.
Yazar Demet Cengiz’le; “ … O kadar çok görmezden gelinmiş, sesi kesilmiş insan var ki bu dünyada… Onlara ses olmak istedim sanırım. … ” dediği “Göl Kıyısında Leyla” romanını, yazma sürecini, kadınları ve görmezden gelinenleri konuştuk.
Gazetecilikten edebiyata geçiş sürecini henüz bilmeyenler için kısaca anlatır mısın? Kurmaca yazmaya nasıl karar verdin?
Çocukken “Ne olacaksın büyüyünce” diye sorulduğunda hep “Yazar ya da bilim adamı olacağım” diye yanıtlardım. O zaman dilde cinsiyetçiliğin farkında olmadığımdan bilim adamı derdim. Demek ki hep yazar olmak istemişim ve ama oraya giden yolun gazetecilikten geçeceğine inanmışım. Tamamen yanlış bir yol değil ama daha uzun bir yol seçmişim. Bundan da şikâyetçi değilim çünkü gazetecilik öğrenme merakı olan birini yaşamın her yönünden besler. Ekonomi gazeteciliği ve iş dünyası söyleşileri yaptım. O zaman zirvedekileri yazıyordum şimdi ise yerdekileri. Sıradan olanı bile değil, en altta kalanı, hep ezileni…
“Göl Kıyısında Leyla” fikri ilk kez zihninde nasıl belirdi? Romanın ilk kıvılcımı neydi?
Adımı Deniz Koydular romanını yazmaya başladığımda oradaki öykülerin diğer yüzlerini ve Leyla’nın hikayesini de anlatmak istedim. Üçleme fikri en baştan belirdi. O kadar çok görmezden gelinmiş, sesi kesilmiş insan var ki bu dünyada… Onlara ses olmak istedim sanırım. Bu isteğin ötesinde kendini borçlu gibi hissetme hâli belki…
Leyla nasıl bir karakter? Ne kadar kurmaca, ne kadar gerçek?
Ben hep gerçek öykülerden ilhamla yola çıkıyorum. Yol o kadar uzun ki ben bile şaşıyorum ne kadarı gerçek ne kadarı kurgu diye. Leyla bana ilham veren bir karakter. İnanılmaz iç sütunları kuvvetli ve yüksek biri. Bu hayatta sadece kendine tutunarak var oluyor. Düştüğün yerden kendi iç sütunlarına tutunarak kalkmak çok derin bir yalnızlığın da işareti. Güçlü, dayanıklı, zeki, her şeyi gören, duyan, koklayan biri. Haşmetli bir ruhu var. Bu yüzden hiçbir şey yapmasa bile insanları etkiliyor.
Leyla’nın hikâyesi üçlemenin diğer kitaplarında olduğu gibi aslında çok göz önünde olsa da görünmeyen “ötekilerin” hikayelerini anlatıyor diyebilir miyiz?
Kesinlikle öyle. Görünmeyen ve bilhassa görülmek istenmeyen. Hiç kimse kimsenin trajedisine uzun uzun bakmak istemez. Talihsizliğin bulaşıcı olduğuna inanırız belki bilmiyorum. Görmek de istemeyiz. Çoğumuz böyle ne yazık ki. Bilmek sorumluluktur çünkü. Görmezsen bilmezsin.
Mekân, hafıza, koku, dil ve sessizlik… Karakterlerin iç dünyasını ve atmosferi bu kadar derinlikli kurmak için nasıl bir hazırlık süreci geçirdin?
Bunları çoğunlukla sezgisel olarak yapıyorum. Bu romanda koku duyusu ağırlıklı. Dünyanın bütün ışıklarından, renklerinden, tatlarından mahrum bırakılmış; gün yüzü görmemiş biri belki de dünyayı kokularla algılıyordur diye düşündüm. Koku hassasiyeti yüksek biriyim. Ama karakterlerin iç dünyasına girmek için onu etiyle, kemiğiyle gerçek bir insan olarak zihnimde yaşıyorum. Bazen sınırlar kayboluyor; kendimi karakterlerden ayırt edemiyorum. Başlarda o kişi olmakta zorlanıyorum ama yazmaya devam ettikçe kolaylaşıyor bu. Ama diyebilirim ki roman yazarlığı şizofreniye eşdeğerdir.
Romanın başında söz vererek ve kimi sözlerden kaçınarak başlıyorsun. Okuru bu girişle neye hazırlamak istedin?
Geleneksel halk edebiyatında benzer girişler var. Her ozanın kendi anlatış biçimi. Okur tabii ki romanı okuyunca kimin öyküsünün anlatıldığını bilecek ama ben yine de baştan bir cümleyle “Dinle! Şimdi bu anlatılan Leyla’nın hikâyesidir” diyorum. Kapanışta da yazarın Demet Cengiz olduğunu belirtiyorum. İkisine de gerek yok tabii ki ama hoşuma gidiyor bu geleneksel anlatım tekniğini belirtmek. Ozanlar son dörtlüğüne kendi adlarıyla girerler hep. İlk aklıma gelen Ali İzzet Özkan’ın Mecnunum Leylamı gördüm türküsündeki “İzzet-i der ne hikmet iş” dizesi. Barış Manço da bazı şarkılarının son dörtlüğünde kendini anar.
“Ben de yazarı olarak romandaki erkeklerden adlarını esirgedim. Duygu Asena’ya da bir saygı duruşudur bu.”
Roman boyunca erkek karakterlerin adları yok; görevleri ya da lakaplarıyla anılıyorlar. Bu tercih romanın derdiyle nasıl örtüşüyor?
Göl Kıyısında Leyla bedenen ve ruhen sömürülen kadınların öykülerini anlatıyor. Bu kadınların hayatları, kimlikleri ve adları çalınmış. Ben de yazarı olarak romandaki erkeklerden adlarını esirgedim. Duygu Asena’ya da bir saygı duruşudur bu. Kadınları yok eden erkeklerin sadece isimleri yok edildi. Ufacık bir cezalandırma.
Yanık’ın geneleve yaydığı ağır çamaşır suyu kokusu, sence sadece “yıkansa da çıkmayan” bir geçmişi mi anlatıyor, yoksa toplumun ötekine bakışını da mı temsil ediyor?
Yanık için dünya hem gerçekten hem de metaforik olarak pis bir yer. Onun tek arzusu daha temiz bir dünya. Ancak kendini de pis görüyor. Ne yapsa üzerindeki insan kirini akıtamıyor. Bu bana hâlâ çok acıklı geliyor.
“Bu dünyanın yarısı kadın ama her ne hikmetse şurada 150 yıldır filan insan ve vatandaş olduğumuz kabul ediliyor. Yeterli mi? Değil.”
Romanda kadınların belirgin bir kimlik arayışı var. Bugün biz kadınlar bu kimlik mücadelesinin neresindeyiz sence?
Çok inanarak söylüyorum bunu: Görece çok iyiyiz. Geçmişe, kadını binlerce yıl yok sayışa kıyasla iyi durumdayız. Bu dünyanın yarısı kadın ama her ne hikmetse şurada 150 yıldır filan insan ve vatandaş olduğumuz kabul ediliyor. Yeterli mi? Değil. Bu erkek egemen dünyada kadın ve erkek rolleri tamamen erkeğin lehine planlanmış. Erkeklerin dünyası. Tapular, şirketler, banka mevduatları hepsi hepsi erkeklerin. Ülkeler onların, ordular, savaşlar, zaferler… Kadın mutfaktan çıkmıyor ama mutfak tezgahı bile erkek ergonomisine uygun yapılıyor. “Hür, erkek ve Yunan”dan ileriyiz ancak daha gidecek çok yol var.
“Herkesin kendi içinde derin bir yalnızlığı olduğuna inanırım.”
“Orospulara güven olmazdı” (s.38) Toplumsal bir anlaşma gibi ötekiler üzerinden yapılan genellemelere çok dikkat çekiyorsun, yıllar içinde ötekine bakışımızdaki değişimi nasıl değerlendirirsin?
Herkesin bir ötekisi var ve herkes bir başkasının ötekisi. Genellemeler, toptancılık, bir dudağı yerde bir dudağı gökte devleri çağrıştıran aforizmalar sığdır. Genellemeler genel olarak doğru olabilir ama istisnalara bu kaba dille kıymaya gönlüm razı gelmiyor. Temas çok önemli. İnsan herhangi bir şeyi sevmiyorsa bile ona temas edip karar vermeli buna.
“…Yaşadığımız çağ kötülüklerinden utanmayanların, bunu gizlemeyenlerin ve hatta sergileyenlerin çağı…”
“İyilik bulmak, iyilik görmek için nasıl da acele etmişti. Orospular çabuk aldanır” diyorsun, Sadece orospular mı? Başka bir yerde de “Beni iyiliğin olduğuna inandırma. İnancım delilleri yok eder diyorsun.” Bizim bu çağda iyilikle başımız dertte mi? Yoksa hep mi dertteydi?
“Beni iyiliğin olduğuna inandırma” bana okurlardan en çok dönen cümle oldu. Bir iyilik görünce ağlayan insanlar bana çok dokunur. Ne kadar az rastlamışsa iyiliğe, gördüğü iyilik karısındaki gözü yaşlı tepkisi o kadar büyük olur. Bunu bir nörolog daha iyi açıklar sanıyorum ama o küçük iyilik öylesine büyük bir mutluluk yaratıyor ki bu olumlu duyguya katlanamayan insan ağlıyor. İyiliğe bu kadar hasret olmak ne büyük bir acı ve keder. Ama yaşadığımız çağ kötülüklerinden utanmayanların, bunu gizlemeyenlerin ve hatta sergileyenlerin çağı…
Kitapta Leyla kendi köklerini ararken yolu “Yağbasan Köyüne” düşüyor. Yağbasan köyü Sivas Divriği’ne bağlı annemin köyünün de adı. İster gerçek dünyada ister kurmaca, hepimizin görünmez iplerle birbirine bağlı olduğuna inanır mısın?
Buna çok inanıyorum. İplik metaforunu çok kullanıyorum da.
“Beyaz zambak ve yasemin kokusunu çok severim. Kokuyla zamanda yolculuk mümkün. “
“Odunsu bir koku ile yeni kızın içine doldu ekmekler.” Geçmiş ve şimdi ile bağımızı zaman zaman kokularla kuruyoruz. Sen de romanda sık sık atıf yapıyorsun. Seni geçmişe götüren kokular hangileri?
Koku çok güçlü bir hafıza… Çocukluğumda Alevi komşularımız sırayla aşure yapardı ve o tarçın ağırlıklı tatlı yemiş kokusunu çok severim. Tatlıyla pek aram yoktur ama sırf bu yüzden ılık aşureye bayılırım. Beyaz zambak ve yasemin kokusunu çok severim. Kokuyla zamanda yolculuk mümkün.
Neslihan’ın Yanık’tan “Elif Ba”yı öğretme sözünü aldığı ve kitabı hak ettiği bölüm bana Zweig’in “Satranç” kitabını hatırlattı. Sen de böyle bir yerden mi yazmıştın diye merak ettim?
O sevdiğim bir kitaptır. Bağımlılık yanıyla aklımda kalmış hep. Yanık, sürekli temizlemeye çalıştığı pis dünyaya inancıyla direniyor. Üstelik bilgilerinin bir kısmı yanlış veya eksik. Elif Ba, romanda iki kadını birbirine yaklaştıran, güven duymalarını sağlayan bir unsur.
“Yazmak beni yaşama karşı heveslendiriyor.”
Romanın yazım sürecinden bahseder misin? Hem bedensel hem ruhsal olarak zorlu bir süreç yaşadın. Ardından bir roman ortaya çıktı. Yazmak ile iyileşmek birbirine nasıl eşlik etti?
Romanın beşte ikisini bitirmek üzereydim ki tanı aldım. 2024-2025 kışı bir kar küresinde gibi geçti. Çok fazla salgın vardı ve benim izole olmam gerekiyordu. Oldukça soğuk ve tenha bir kış… Zaten yazmak tenha bir iştir. Yirmi bir günde bir tedavim vardı ve ilk on kadar gün biraz zorlayıcı geçiyordu. Kalan on günde ise sürekli yazıyordum. O on kötü güne, iyi olup yazabileceğim on günün hatırına katlanabiliyordum. Yazmak beni yaşama karşı heveslendiriyor. Daha sonra yazmak istediklerimle ilgili de hevesliyim, iştahlıyım.
Yazarken sona daha baştan karar vermiş miydin? Yoksa hikâye seni mi götürdü?
Sonu en baştan belliydi. Romanlarımda ben, sonunu hep en baştan bildim. Ama bazen daha iyi bir fikirle değiştirebilir de insan.
Okurlardan nasıl geri dönüşler aldın? Seni en çok şaşırtan ya da etkileyen hangisi oldu?
Ben sanırım butik bir yazarım. Dükkân küçük bu yüzden etkileşim yüksek. Şimdi sosyal medyadan fotoğraf paylaşıyorlar; altlarını çizdikleri satırları görebiliyorum. Bazıları imza gününe veya başka tür bir etkinliğe gelip altını çizdikleri cümleleri gösteriyorlar. Ben yazdığımdan sorumluyum onlar ise okuduklarından sorumlu. Aile, sevgi, sevgisizlik gibi konuları işlediğim için neredeyse herkesin bu konuda söyleyecekleri var.
“Leylaların masumiyeti ve ayakta kalmaları epik bir destan adeta. “
Okurların Leyla’ya en çok hangi noktada bağlandığını düşünüyorsun?
İnanılmaz bir acı, sömürü ve eziyet var ama her şeye rağmen güçlü olduğunun farkında bile olmadan güçlü duran bir kadın var. Leylaların masumiyeti ve ayakta kalmaları epik bir destan adeta.
“Göl Kıyısında Leyla”yı tamamladığında ne hissettin? Bir roman bittiğinde yazarın içinde ne eksilir, ne çoğalır?
Biraz önce söylediğim gibi izole olduğum bir dönemde yazdım. Bitirdiğimde bir anda ortalık sessizleşti. Herkes toplanıp gitmiş, panayır yerinde bir ben kalmışım gibi yalnız hissettim. Romanı tamamlayıp editörüm Özdemir İnce’ye teslim ettikten sonra ameliyat oldum.
Son yıllarda oto kurmaca eserlerle çok karşılaşıyoruz. Ben üçlemeyi okumaya sondan başladım. “Göl Kıyısında Leyla” ve “Adımı Deniz Koydular” kitabını okudum . “İçimde Yanan Nehir” sırada. Özellikle “Adımı Deniz Koydular” romanın beni Annie Ernaux’un romanlarına götürdü. Bu konuda neler söylersin.
Adımı Deniz Koydular hem üçlemenin hem de benim ilk romanım. O romanda iki kişinin öyküsü anlatılıyor; Deniz ve James. Bir ondan bir diğerinden bölümler bir saç örgüsü gibi sıralandı. İki anlatıyı birbirinden kesin olarak ayırabilmek için Deniz’i birinci tekil şahıs, James’i ise ikinci tekil şahıs olarak konuşturdum. Yazarın esas dili üçüncü tekil şahıstır. Ben o dile ikinci romanda geçtim ve üçüncüde de onunla devam ettim. Annie Ernaux romanlarını da ben de severim. Tabii o kendi deneyimlerinden yola çıkarak yazıyor. Benim yazdıklarım elbette benim kendi süngerime çektiğim sulardır ama otobiyografik bir yanı yok yazdıklarımın. Sanırım her yazar özellikle ilk romanıyla ilgili bu soruyu hep alır ama biraz zaman verilirse yazarın kabiliyeti anlaşılır. Kendini iyi yazabilmek tabii ki çok değerli ama beni bir okur olarak en çok bir yazarın olmadığı şeyleri iyi yazabilmesi etkiler. Bir kadının erkek olma hâlini, bir erkeğin anneliği yazabilmesi… Sanki bu daha büyük bir marifet…
Yoğunluğun içinde vakit ayırdığın için çok teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.






















