Bugün 2 Aralık 2022. Kafiyeli tarihlerden biri. Evde yalnızım. Eşim dışarıda, bir stüdyoda kayıt yapıyor. Lise son sınıfta okuyan kızımızsa mektepte. Size günün anlam ve önemine dair bir şeyler yazıp hatıralarımı anlatacağım. Yasemin rica etti ya, onu kıramazdım.
En baştan açıklayayım: Öykü formatına benzer bir biçim kullanacağım bu yazıda. Ana karakter belli: Başar Başarır. Yani ben. Hemen üzülmeyin canım, o kadar da sıkıcı değilimdir. Hem aksiyon var, kan var, gözyaşı var bu öyküde. Hatta araya kahkaha bile sıkıştırabiliriz. Üstelik yeni zaman kahramanları gibi, hani şöyle Mr. No misali, epey bir dayak yiyecek bu hikâyenin ana karakteri. En sonda ise, her zamanki gibi, işi tatlıya bağlayıp dilek ve temennilerle kapanış yapacağım. Bana güvenin, vakit ayırıp okuduğunuza pişman olmayacaksınız.
Yarın fuar başladığına göre kalemi oraya saplamalıyım. Kitapla haşır neşir olanlar için cümbüş zamanıdır fuar. Hem okurlar hem yazarlar bu buluşmalarda gönenir, mutlu olur. Yayınevleri de, eh onlar da biraz para kazanır elbet, bunda da kötü bir şey yoktur.
Kırk yıl önce ilk gittiğimde, ki o yıl ilk kez yapılıyordu İstanbul Kitap Fuarı, zamanın behrinde adı Etap Marmara olan Taksim merkezdeki otelin bodrum katını mekân tutmuştu kendine. Altı yüz metrekarelik daracık bir alandı. Kuyrukta beklemeyi hiç sevmem. Ucunda ne olursa olsun. Mamafih o gün kuyruğa girdim, vatanî bir hizmeti yerine getirircesine saatlerce bekledim. Kapıya ulaştığımda ürkek adımlarla bütün mekânı tavaf ettim. Ortam Taksim – Sarıyer minibüsü kadar sıkışıktı, hengâmeydi, rahatsızdı. Aynı zamanda büyülüydü de. Şimdi baktım, takvimler tam olarak Kasım 1982’yi gösteriyormuş. Ben ortaokul talebesiyim. Boyum da kısa, epey itilip kakılmıştım. Lahana misali sıkı giyinmiş, şapka, kaşkol, el kol da dolu, böyle her yanım poşet, torba, kitap, kitap, kitap… Her yandan gelen tokat, tekme, dirsekleri yiye yiye mücadele etmiştim.
Hatırlıyorum, en fazla on beş, yirmi yayınevi vardı içeride. Ama bundan daha önemlisi, Yaşar Kemal vardı. Aziz Nesin vardı. Haldun Taner vardı. İçeri girebilmek için kapıda kuyruk vardı. Gördüğüm hiçbir şeye benzemiyordu. Tamam, o yaşta kitabın ve kitap okumanın iyi bir şey olduğunu biliyor, belki daha çok hissediyordum. Lakin insanların, o lanet 80 darbesinin boğucu baskısı altında ezilen, sıkışan, bunalan güzel insanların kitaplarda böyle bir çıkış, kurtuluş, geleceğe dair umut bulduğundan habersizdim. Neticede bambaşka bir Başar olarak çıktım kapıdan. Büyülenmiştim. Benim gibi pek çokları aynı duyguları yaşamıştır, eminim. Yazılarından, kitaplarından tanıdığımız, sevdiğimiz yazarları uzaklardan seyrettik. Kayıtlara göre tam elli bin kişi gelmiş o bodrum katına. 1982 için büyük rakamdır.
Fuar Tepebaşı’na, bugünkü katlı otoparkın üst katına taşındığında büyü bozumu oldu. Daha doğrusu ben öyle sandım. Mekân genişledi, aydınlandı. Kalabalık seyreldi. Oradaki macera da bir 20 yıl kadar sürdü. 2001 Kasım ayında son Tepebaşı fuarı yapılırken Latif Demirci merhum tam sayfa bir fuar yemeği karikatürü çizmişti Hürriyet için. Kimler yoktu ki o masada? Yaşar Kemal, Küçük İskender, Fethi Naci, Vedat Türkali, Ece Ayhan, Attila İlhan, Adalet Ağaoğlu… Bunlar cismen kaybettiklerimiz. Bir de manen kayıplar var, oraya hiç girmeyeyim. Yüz yüze konuşuruz belki.
2002’de hicret başladı, Beylikdüzü’ne taşındı fuar. İyisiyle, kötüsüyle çok şey değişti. Ama bir şey değişmedi: okurun ilgisi. Her yıl yarım milyon kadar insan şehirlerarası sayılabilecek o yolu, o trafiği, o balçık kıvamında kaldırımları aşıp fuara geliyor yine. Ki derler ki Kanuni Sultan Süleyman 1529’da meşhur Mohaç muharebesini yapmak için Nemçe seferine çıktığında ilk gece oralara yakın bir yerlerde konaklamış, yani İstanbul’a tam bir günlük yolmuş Beylikdüzü!
Otoyolun üstünden geçen yaya köprüsünde izdiham gördü bu gözler. İnsanlar iki tarafa da gidemiyordu. Girilmezden girip adamın üstüne üstüne süren katil Magirus’ler gördü. Yazarları okurların ilgisinden korumak (!) için tutulmuş güvenlik görevlileri gördü. Kitaplara imza atmayıp mühür basan, dokunması, sarılıp öpmesi katiyen yasak değerli edebiyat insanlarını gördü. Daha fena hatıralarım da var, onlar kendime dair. Anlatayım efendim.
Bir yazar olarak “imza günü” adı altında masaya ilk kez Beylikdüzü’ndeki fuarda oturdum ben. Dedim ya, kitap fuarları cümbüş demektir. Ama cümbüş de bazen risklidir. Gelen giden bol olur. Yıllardır görüşmediğiniz, zar zor hatırladığınız eski tanışlar çıkagelir. Annenizin alt kat komşusunun şimdi büyümüş serpilmiş kızı gelir mesela. İlkokuldan sınıf arkadaşınız gelir. Bir vakitler felaket âşık olup uğruna cayır cayır yandığınız kadının ikinci kocasından olma izbandut oğlu falan gelir. Gelsinler tabii, ne zararı var? Ama bu konuklar bazen başınıza öyle bir badireler açar ki, utancınızdan yerin dibine geçersiniz. Şu fuarın zeminini kaplayan halılar kalksa da, ben onların altına girip saklansam, dersiniz. Mahcup olmanın sözlükteki tanımı neyse, işte tam da öyle olursunuz. Nasıl mı?
Bir tanış çıkagelir, elinde kitap. Belli ki imza istemektedir. İster, ister. Hakkıdır. Mecbur ayağa kalkarsın. Tam hatırlayamasan da öpüşürsün. Kabalık olmasın diye bozuntuya vermezsin. Hoş beş edilir. Sonra, sonra o ihmal edilen saat çalar, imza atma vaktin gelmiştir. Kalemi alırsın eline, yavaşça açarsın imza sayfasını, ama, ama… Tanıdığını gayet iyi bildiğin bu kişinin adı bir türlü gelmez aklına. İsmet miydi? Yok değil. Erhan? Ne alakası var.
Az evvel epey bir lafın belini kırdığın kişiye adını da soramazsın ki! İmza sayfası sana bakar, sen o boş sayfaya. İsim bölümünü atlayıp altına üzgün bir cümle yazarsın, tarih falan atarsın zaman kazanmak için. İsim yerine ne yazacağını düşünürsün, düşünürsün de en sonunda aklına bir cinlik gelir, sorarsın: Kime imzalıyordum? Yanıt basittir:
Bana imzalıyorsun Başarcığım.
Tamam canım efendim de, sen kimdin yahu?
Mevlam kimseye yaşatmasın, en büyük hicaptır. Muhtelif fuarlarda bunun gibi ve bundan daha feci bir sürü faciam vardır benim. Daha beteri ne olabilir, diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Onu da becerdim. Daha doğrusu becermişim. Sonradan öğrendim. Bir keresinde kadın bir okura, artık nereden estiyse, mültefit sözler yazmışım. Kadıncağız pek beğenmiş olmalı ki akşam evde çıkarıp kocasına göstermiş. Adamın da kıskanacağı tutmuş. Bayağı bayağı kavga etmişler. Az daha yuva yıkıyormuşum. Ne yazdığımı vallahi hatırlamıyorum ama bizzat adamdan dinledim bu hikâyeyi. Nerede mi? Rakı masasında elbette. Arkadaş olduk anlayacağınız. Arada hâlâ buluşup içiyoruz. Hakikatli çocukmuş.
Ancak fuardaki en unutulmaz hezimetimi kızımla yaşadım. Hani girişte bahsetmiştim, bugün lise sona giden kızımla (alın size Çehov’un silahı!) Hazan o vakitler ya üç, ya dört. Fuara ikimiz birlikte gitmiştik. Annesi meşgul, kadıncağız bir yayınevinde çalışıyor. Fuarın angaryasından aklını oynatacak haldeydi kadın. Kolay mı? Yazarlarla uğraşıyor… Hazan da bana kaldı. Ama o gün de aksi gibi benim imza günüm var. Kızı götürüp evin reisine teslim edeceğim, sonra kendi işime bakacağım. Bu kadarcık bir şey, onu da yapabilirim herhalde, değil mi? Siz öyle sanın.
Neyse efendim, fuara yayınevi çalışanlarının kullandığı gizli kapıdan girdik. Büyük hataymış, çünkü girişi değiştirince bütün oryantasyonumu kaybettim. Salonların hepsi birbirine benziyor. Baktım ortalık da anacık babacık günü, hemen Hazan’ı kucağıma aldım, sıkı sıkı sarıldım. Zaten çarpık çurpuk yürüyor, öyle ilerlemek namümkün. Daldık insan seline. Sora sora değerli eşimin yayınevini bulmaya çabalıyorum. Haymana beygiri gibi kan ter içinde salon salon dolaşıyorum. Nihayet uzaktan logoyu gördüm, tanıdım. Hah işte, görev tamamdır Başar Efendi! Vallahi tebrik ederim. Muzaffer bir komutan edasıyla gemiyi iskeleye yanaştırıyordum ki eşim Deniz bir çığlık kopardı:
Ayol bu kızın ayakkabısının teki yok!
Neyyy? Ben de bakıyorum, harbiden yok. Hatta çorabı dahi sıyrılmak üzere. Lanet pabuç yolda düşmüş olmalı. Ama nerede? Hazan’ı annesine bıraktım, derhal arazi oldum. İmzayı falan da boş verdim, vaziyet çünkü fena. Koskoca fuarda salon salon Hazan’ın pabucunu arıyorum. Gizli bir kapıdan girip hamam böceği gibi dolana dolana geldiğimden, daha önce geçtiğim yerleri asla hatırlayamıyorum. Keşke Gretel gibi yola ekmek kırıntısı serpseymişim! Sormadığım yayınevi, yazar, okuyucu kalmadı. Kan ter içindeyim, halim perişan, karizma yerle bir. Yahu ne zor işmiş fuarda babalık etmek! Neyse sonunda buldum da o kayıp teki, dünyalar benim oldu. Millet epey gülmüştür arkamdan. Haklarıdır. Bu ne sersem herif, demişlerdir, daha el kadar çocuğun pabucuna sahip çıkamıyor, nerde kaldı üç yüz sayfanın altından kalkmak!
İşte böyle efendim. Fuar dediğin büyülü bir şey. Hijyeni zayıf, ortamı bulanık, altyapısı çökük, yolu çamurlu filan ama gitmeden edemiyoruz. İki yıl süren pandemi arasından sonra yarın otuz dokuzuncusu başlıyor. Yani yakışık alır mı bilmem ama buradan duyurayım, benim de imza günüm var: 10 Aralık Cumartesi, saat 13.00’te Can Yayınları’na beklerim. İmza atarken adınızı hatırlayamazsam ne olur affedin. Biliyorsunuz, isimlerle aram pek iyi değildir…
Başar Başarır