Bir hüznün resmi gibi, kalbi olmayan bir yüz.
(Hamlet, William Shakespare)
Dorian Gray’in portresi, 1891 yılında yayımlanan, Oscar Wilde’nin roman türündeki tek eseridir. Yazarın bu eseri yazma kararını alması ilginç bir olay sonucu olmuştur. Bir tür iddialaşma sonucu bu romanı kaleme aldığı söylenir. Yazara, içinde bulunduğu bir toplulukta birisi tarafından, roman türünde bir eser yazamayacağı yorumu yapılır. Bunun üzerine Wilde, yayımlandığı dönemde, ahlâksız imgelerle dolu olduğu gerekçesiyle epeyce eleştirilecek olan Dorian Gray’e sözcüklerle can verir.
2009 yılında beyaz perdeye uyarlanan dram/fantastik türündeki yapımın yönetmen koltuğunda Oliver Parker oturur. Senaryoda, her ne kadar kitaba sadık kalınsa da, konu ve olaylar arasındaki kopukluklar özellikle de kitabını okuyan izleyici tarafından, bariz bir şekilde hissedilir. Kullanılan kostümler, iç ve dış mekânlar, ışık, dekor ve müzikler dönemin ruhunu iyi bir şekilde yansıtır. Ancak filmin, büyük bir kısmının iç mekânlarda geçmesi, loş ve bazen de karanlık atmosferlerde geçen uzun sahneler bir süre sonra izleyici için sıkıcı olabilir. Dorian rolüne hayat veren Ben Barnes ve Lord Henry rolünü çok iyi bir şekilde içselleştirmiş olan Colin Firth’in karşılıklı oynadığı sahneler ve kullanılan replikler belki de filmi bütünüyle sırtlayan kısımlardı diyebiliriz.
Dorian Gray, bir tür 19. yüzyıl ‘Narcissus’ öyküsü gibidir. Hâni Yunan mitolojisinde kendi suretine âşık olan Narcissus. Görenleri kendine hayran bırakan bir görünüşe sahip olan Narcissus’a kâhinler, eğer kendi suretine bakmazsa uzun bir ömür süreceğini söylerler. Bir peri olan Echo, Narcissus’a âşık olur. Ancak, duyarsız ve kibirli genç Narcissus bu aşka karşılık vermez. Echo bu aşkın acısıyla harap olur. Tanrılar, Echo’nun intikamını almak isterler. Nitekim bir gün, bir nehir kenarına gelen Narcissus, suda kendi yansımasını görür. Görür görmez de kendine âşık olur. Erişilmez ve sapkınca olan bir istekle her gün öylece kendini izler. Sevgilisine yani kendine ulaşamamanın ve doyamamanın eziyetiyle günden güne tükenir ve ölüp gider. İşte, sıkça kullandığımız ve özseverlik, kendini beğenme, kendine âşık olma anlamlarına gelen ‘Narsizm ve Narsist’ sözcüklerinin bu mitolojik öyküden ortaya çıktığı söylenir.
Mitolojik karakter Narcissus, Oscar Wilde’nin romanında Dorian Gray olarak vücut bulur. Dorian, anlamlı ve güzel bir yüze sahiptir. Sadece dış görünüşüyle değil içinde bulunduğu toplumun aksine sürdürdüğü ahlâklı yaşamıyla da, çevresinin sevgisini kazanmıştır. Ancak bu saf melek aslında her birimiz gibi kalbinde ve ruhunda lekeye sahiptir. Bazen iradesizlikle, bazen kibirle hatta bazen az bir teşvikle büyüyüp ruhumuzu kaplayabilecek olan leke… Her birimiz gibi, hem cenneti ve iyiliği hem de cehennemi ve kötülüğü içinde taşır. Hangisini besleyip kuvvetlendireceğimiz, hangisine eğilim göstereceğimizin bizim seçimimize, bazen içine girdiğimiz çevreye ve bazen de şartların bizi itmesine bağlı olan cennet ve cehennemimiz…
Dorian’ın tam olarak oturmamış, etkiye açık ve biraz da zayıf bir kişiliği vardır. Filmde Dorian’ın iyilik hamurunu şekillendirme çabası Ressam Basil’e, onun kötülük hamurunu şekillendirme işi Lord Henry’e bırakılır. Lord Henry, erdemli bir hayatın zevk vermediğini, sıkıcı ve sıradan olduğunu savunur. Aslında kendisi de bazı hazları dozunda yaşıyor olmasına rağmen, insanın sınırlarını zorlayarak, en uç noktada yaşayacağı fiziksel hazların ruh üzerinde etkisini merak eder. Nitekim, yoldan çıkarılmaya uygun ve etkilemesinin kolay olacağını düşündüğü Dorian’ı adeta bir kobay olarak kullanarak, bu merakını gidermek ister. Henry, bir yandan da içten içe Dorian’ın gençliğini, güzelliğini kıskanır. Onun yerinde olduğunu hayâl ettiği anlar olur. Merak ve kıskançlıkla beslenen cümlelerle genç adamı etkisi altına alır.
Ressam Basil, her ne kadar Dorian’ın saf ruhunu korumaya çalışsa da, farkında olmadan, bu saf ruhtaki lekenin büyümesini başlatacak olayın asıl mimarı olur. Basil, Dorian’ın bir portresini yapar. 19.yüzyılın İngiliz Narcissus’u portresini izlerken şahlanan bir kibirle “Keşke, yaşlanacak olan, derileri buruş buruş bir ihtiyara dönüşecek olan, ben değil de bu portre olsaydı” der. Kibrinin yakarışı karşılığını bulur ve zaman Dorian’dan alacağı ya da azaltacağı her şeyi portreden almaya başlar. Lord Henry’in hayattan alınacak hazlar üzerine vaazlarını sadece dinlemekle kalmayıp uygulayan Dorian; fiziksel tüm zevkleri sınırsızca tadar ve her geçen gün daha doyumsuz ve duyarsız hâle gelir. Duygudan yoksun bir şekilde yaşadığı her haz bir gedik açar, ruhunda ve kişiliğinde.
Dorian, belki de ruhunun kurtuluşu için tek çare olan aşkın parlak ışıklarını da, büyüyen zifiri karanlığında boğar. Bir tiyatroda aktrist olan güzel ve saf Sibly Vane’nin sunduğu katıksız sevgiye duyarsızca sırt çevirir. Güzel Sibly, Yunan hemcinsi Echo gibi dramatik bir sonla yaşamının en taze mevsiminde solup gider. Bu durumdan az da olsa etkilenen Dorian, kendine bastırma psikolojisini kalkan yaparak, kasvetli ruh durumundan çabucak sıyrılır. Bu olay hiç yaşanmamış gibi hayatına kaldığı yerden devam eder. Sibly, onun yolda yanlışlıkla üzerine basıp boynunu kırdığı bir kır çiçeğidir. “Bu işte benim ne suçum olabilir ki” diye düşünür Dorian, “o yolun üstündeydi ve ben sadece oradan geçiyordum.”
Zaman hızlı adımlarla yürürken, bir taraftan portre diğer taraftan portrenin aslının ruhu, mor, yeşil bir kokuşmuşlukla çürür. Dorian’ın dileği onun lanetine dönüşür. Artık portreyi tüm gözlerden saklamalıdır. Ona fırça darbeleriyle hayat veren Basil, eserini tekrar görmek için ısrarcı davranır. Bu ısrar, sanatçının ilham kaynağı olan güzellik tarafından kurban edilmesine neden olur. Filmin sonlarına doğru izleyici, ilahi adalet beklentisi içerisine girmekten kendini alıkoyamaz. Kötülük hep vardır ama onu diliyle, teşvikiyle, ısrarıyla körükleyenler de hep var olmuştur. İşte onlar en az kötülüğü yapanlar kadar suçlu ve sorumludur. Evet, bu film için kötülüğü körükleyen bu varlık, şüphesiz Lord Henry’dir. Film, her ne kadar izleyicinin kolayca tahmin edebileceği bir sonla kurgulanmış olsa da, bir o kadar da tatmin edici olduğunu söyleyebilirim.
Yazarının hayatının iki yılını hapishanede geçirmesine neden olan ve edebiyat çevreleri tarafından yazarını yok eden roman olarak anılan bu esere ve beyaz perdeye yansıyan filmine zaman ayırmanız dileğiyle…
Sevgiyle kalın…
Mesude Yıldız