Onu tanıyanlar biliyorlar ancak bilmeyen okuyucularımız için olsun bu bilgiler; Instagram’da “Su Felsefesi” adlı bir hesabı var; hesap üzerinden takipçilerine deneyimlerini aktarıyor ve motivasyon içerikli ve düşündüren paylaşımlar yapıyor. Paylaşımları, uluslararası araştırmalarla desteklenen bilimsel datalarla destekleniyor… Profesyonel Koç, Eğitmen, Konuşmacı Burçin Karamercan’dan bahsediyorum. O’nu ilk olarak Instagram paylaşımlarından tanıdım. En çok ilgimi çeken paylaşımlarından biri de değişim üzerine yazdığı yazı ve yazının başlığı olmuştu: “Bazen Değişim Bir Peruğu Bırakmaktır.“ Yazının başlığı o kadar ilgi çekiciydi ki; bir peruğum yoktu ancak elimdeki bütün işleri bırakarak sayfasını incelemeye koyuldum, o günden beri keyifle, ilgiyle ve merakla takipteyim. Kendisiyle kafanızdaki birçok soruya yanıt bulacağınız bir sohbet gerçekleştirdik. Değişim üzerine geçekleştirdiğimiz bu sohbetimiz okuyan herkesin yoluna ışık, değişimine şifa olsun.
Profesyonel Koç, Eğitmen, Konuşmacı Burçin Karamercan İle Değişime Direnmeden Yaşamaya Dair…
“Bir parmak izi kadar özel ve farklıyız”
Her insan bir kitap gibi aslında değil mi? Yüzlerce, binlerce insan ile tanışıyor, birlikte yol alıyorsunuz. Bir dünya kitap okumuş gibi olmalısınız…
Evet, gerçekten de insanlar kitap gibi ve ben, birbirine benzeyen hiçbir kitap görmedim. Her hikayenin inanılmaz özel tarafları var. Zaten şunu söylerim; biz hepimiz farklı ana – babaların, farklı ortamların, farklı görgülerin, birikimlerin, gelenek ve göreneklerin evlatlarıyız. Bütün dünya böyle! Dolayısıyla her birimiz bir parmak izi kadar özel ve farklıyız. Ve bilirsiniz, hiçbir parmak izi birbirine benzemez. Gerçekten de öyle; bu kadar insanla çalıştım, inanın hiç kimsenin hikayesi birbirine benzemiyor.
Bunu söylerken, bir yandan da hepimizin aslında ortak hikayeleri olduğunun da altını çizmeliyim. Hepimiz aynı şekilde kırılganız, aynı şekilde acılar ve sevinçler yaşıyoruz ancak en temel özelliğimiz, hepimizin hikayelerindeki kırıklıklar. Koçluk yaparken çoğu kere, kırılganlıklar ve gelişim alanlarımız ortaya çıkar. O kırılganlıklar açıldıkça, döküldükçe ortaya, bir soğanın kat kat kabuğundan sıyrılması gibi öze ulaşıyoruz. İnsanın özü çok benziyor – hikayelerimiz farklı olsa dahi: Hepimiz hayatta önemli olmak istiyoruz, duyulmak, doğru şekilde anlaşılmak ve kabul görmek istiyoruz. İçimizde çok değerli bir öz var; çok meraklı, keyifli bir öz o ve maalesef genelde o özü saklamayı seçiyoruz. Sakladıkça sertleşiyoruz, kırılıyoruz, kendimizi korumak adına daha da kapatıyoruz. Eğer farkındalık geliştirir ve kırılganlıklarımızı açabilirsek, işte o zaman da dünyayla ilişkilerimizde daha maceraperest, neşeli, daha heyecanlı bir yolculuğa çıkabiliyoruz.
Sizin gibi değerli hocalarımla gerçekleştirdiğim her sohbette sanki bir parçamı daha aydınlatıyormuşum gibi hissediyorum. Bazen okuyucularımızdan yorumlar geliyor ve o an anlıyorum ki dertlerimiz, yaralarımız ortak. Sanki birimiz iyileştiğinde diğerimiz de iyileşiyor gibi. Sizin yol aldığınız insanlar kim bilir neler yaşıyorlardır? Bu soruya sizden uzun uzun cevaplar alacağız sohbetimiz boyunca ancak ben öncelikle edebiyata ilginizi ve yaptığınız çeviriler hakkında bilgi almak istiyorum.
Çeviri yapmak da, benim hayata dokunma arzumla ilgili bir şey… Aslında çok zorlu bir iş; bir çeviri yapmak bir kitabı yeniden yazmak ile eş değer neredeyse. Şu ana kadar dört kitap çevirdim. İki tanesi polisiye ve Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı: İngiliz yazar Peter Ackroyd’a ait “Cinayet Sanatı” ve gene İngiliz yazar Edmund Crispin’e ait “Kaybolan Oyuncak Dükkanı”. Ayrıca Can Yayınları için de 2 çocuk kitabım var: “Ramona İle Babası” ve benim özellikle sevdiğim, Lynne Reid Banks’ın “Dolabın Esrarı”. Bu kitap var olabilmemiz için değişmemesi gereken tek şeye odaklanıyor: Bizden önceki yüzlerce kuşağın akışına… Geçmişe dönüp tek bir şeyi değiştirdiğinizde, yok olabiliyorsunuz. Bizim bugün hayatta olmamızın, sizin burada ve okurlarımızın da orada olmasının tek sebebi, binlerce yıldır her şeyin doğru gitmesi. Tüm kuşakların farklı dönemlerden gelmesine rağmen, her şeyin doğru ilerlemesi ve bu süreçte doğru karşılaşmaların olmasıyla ilgili. Geçmişte en ufak bir şeyi değiştirdiğinizde anneniz ve babanız, daha da geçmişe gidelim, büyük anne ve büyük babanız birbirine bakmayıp aşık olmazlarsa, siz yoksunuz. Dolabın Esrarı geçmişi değiştirmek ile ilgili değil, değiştirmemek ile ilgili içeriğe sahip bir kitap. Çünkü değiştirdiğinizde o insan yok oluyor ortadan. Aynı bizler gibi… Hepimiz sadece bu yüzden bile, birer mucizeyiz…
Değişimi Anlamak…
Benim çok sevdiğim hikayelerden biri Steve Jobs’un hikayesi; kendisi Apple’ın yaratıcısı, muazzam bir zekaya ve yeteneğe sahip ve en sonunda da kanserden ölüyor. Son dönemlerinde Stanford Üniversitesi Mezuniyet töreninde yaptığı konuşma bana çok dokunur.
Steve Jobs konuşmasında şöyle diyor: “33 yıl boyunca her sabah kalktığımda aynaya bakıp şu soruyu sordum: Eğer bugün hayatının son günü olsaydı, bugün yaptığın şeyleri, hala yapmak ister miydin? Uzun süre bu soruya “hayır” cevabını verdikten sonra hayatımı değiştirmeye karar verdim.”
İşte değişim ve değişme isteği böyle bir şey!
Her gün yataktan kalktığınızda, banyoya gidip aynaya bakın ve kendinize sorun: gerçekten yaşamak istediğiniz hayatı mı yaşıyorsunuz? Eğer bugün son gününüz olsaydı, bugün yapacaklarınızı gene de yapmak ister miydiniz? Bir gün, iki gün, bir hafta bu soruyu sorun. Eğer bu soruya sıklıkla “yapmak istemezdim” diyorsanız ‘yanlış’ bir hayatı yaşıyorsunuz; değişmenin vakti gelmiştir.
“Değişmek” kelimesi özellikle de ülkemizde bizleri çok korkutuyor. Değişmek sanki bir şeyleri alaşağı etmek ya da bir yerden bir yere gidip bütün bir hayatı değiştirmek gibi geliyor bize; oysa değişmek illa radikal bir şey değil, doğal bir süreç. Hep değişiyoruz- -dünden bugüne bile değişiyoruz. Zaten değişmeyenler de, bugün benimle konuşuyorsunuz, ben sizden bir şeyler öğreniyorum veğişim ya da dönüşüm hayatın özüdür, doğasıdır. Değişmeyen hiçbir şey yok. Baktığınızda her şeyi değiştirebiliyoruz. Telefonlarımızı, kıyafetlerimizi, mobilyalarımızı değiştiriyoruz. Ancak kendimizi değiştirmek deyince… Dünyamızın alt üst olacağını düşünüyoruz.
“Sadece cesur olanlar korkularına hakim olabiliyorlar.”
Neden hocam? Neden dünyamızın alt-üst olacağından korkuyoruz? Bu korkuyu yaratan etken nedir?
Şems’in bir sözü var: “’Dünyam altı üst olur, düzenim bozulur’ diye korkuyorsun, hayatının altının, üstünden kötü olduğunu nereden biliyorsun?” diye…
Korku zihinden gelir. İnsanın kalp, zihin ve eylem birliği olduğu vakit, insan gece huzurla yatıyor. Bu huzuru yaratan şey kalbimiz, zihnimiz ve eylemlerimizin aynı olması. Sadece akıl ile yaşadığımızda, akıl bizi hep ‘korumaya’ çalışır.
“Bizim kültürde “hepimiz aşağıda buluşalım” düşüncesi var…”
Akıl hep geçmişin deneyimlerinden yola çıkarak, bizi geleceğin bilinmezliğine karşı korumaya çalışır. Kalbimiz deyince, tabii gene duygularımızdan bahsediyoruz ve onlar da beyindeki kimyasallarla ilgili. “Kalbimiz” vizyonunu gelecekten alır|; oraya baktığımızda hayaller, umutlar, yeni projeler görürüz. Bu arada akıl, “aman ha, sen nereye gidiyorsun, yeni bir adım atıyorsun ama bak para kaybedersin, işini kaybedersin, keyfini kaybedersin aman ha sakın risk alayım deme” der. Biri tutmaya, biri yollamaya çalışır yani. Değişim kalpten başlar. Korku ise gücünü geçmişten alır. Oysa geçmiş dediğimiz şey artık geçip bitmiştir. Geçmişten sadece ‘dersler’ alabiliriz. “Neyi farklı yaparsam, şimdi yapacaklarıma hizmet eder diye bir düşünce biçimi yani. Geçmişte yaptıklarımızı düşünüp, yolumuza ders olarak yansıtırsak o bize güç verir ancak korkup adım atmaktan kaçınırsak, önümüze engel olur. Bir de bu arada çevremiz var tabii. Çevremiz genelde pek bir şey yapmamızı istemez, özellikle bizim kültürde “hepimiz aşağıda buluşalım” düşüncesi var. Yükseğe çıkmaya çalışanı aşağıya davet ediyoruz. Bu biraz bizim yetişme kültürümüzden gelen bir şey. Bizde “eski köye adet getirme” diye bir söylem var. Eski köye yeni adet getirin tabii ki, getirmeliyiz, getirmezsek geçmişte yaşarız. Eski köye yeni adetler olduğu için dünya adım adım ilerliyor. İnsan bir şeylerin başka türlü olması gerektiğini, bu değişimi istediğini fark ediyor. Kimimiz buna cesaret edemiyoruz ve değiştiremediğimizi rasyonelize etmeye çalışıyoruz. Rasyonelize etmeye başladığımızda ise akıl devreye giriyor ve “aman boş ver – neden risk alıyorsun” diyor. “Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma” diye bir lafımız da vardır. Kaybetme korkusu bana hakim olduğunda olduğum yerde kalıyorum, değişimden korkuyorum ve ileri gitmiyorum.
Oysa hayat cesurları seviyor. Hayallerini gerçekleştirmiş olanlar, istekleri neyse onları yapanlar… Hep cesaretle, kalplerinin sesini dinleyenler, o dengeyi kuranlar oluyor. Kalp ve zihni aynı doğrultuya getiren ve oradan yola çıkarak ileri gidenler oluyor…Bu arada bir şey daha eklemem lazım: cesaret korkmamak değil, cesaretin içinde de korkmak var. Sadece cesur olanlar, korkularına hakim olabiliyorlar. Korkuyu biliyor, onu tanıyor ve korkularına hakim olabiliyorlar.
“El alem ne der” hapishanelerin en büyüğüdür. “
Korkuyu yönetebilmek değişim için önemli bir nokta o zaman. Korkudan arınabilmek, o içimizden yükselen “şimdi değil, olmaz, boş ver” seslerini durdurabilmenin ve korkunun içinden geçip ilerleyebilmenin bir yöntemi var mı?
Şöyle bir yöntem var, bir an susalım. Hepimiz şu an bir duralım. İçimizde birilerinin konuşmaya başladığını fark edelim. İçimizde bize ait bazı sesler var, bu sesler hep konuşuyorlar. Şunu tırnak içine alıyorum, “bize hizmet eden sesi seçmek durumundayız.” İçimizdeki negatif sesler bizi sabote etmeye çalışırlar; yargılar, suçlar, “yapamazsın” diye yoldan çevirmeye çalışırlar. Hayatımıza hizmet edecek sözler bunlar değil, hizmet eden iç sesi dinlemeliyiz. İşte bunun adı “sağ duyulu olmak”tır. Dolayısıyla risk almadan yaşanacak bir hayat yok. Biz dünyaya pamuklar içinde sarılıp, köşe yastığı gibi koltuğumuzda oturup, dünyayı izlemek için gelmedik. Dünyada her şey doğru gittiği için buradayız. O anda o sperm o yumurtayı döllediği için buradayız. Biz zaten hepimiz bir mucizeyiz. Hepimizin varlığı bir mucize. Dolayısıyla kendisi bu kadar mucize olan bir varlık, bir canlı bir köşe yastığı gibi camdan dışarıyı seyretmek için yaşadığında, öyle yaşadığında mutlu olmuyor. Çünkü bizim dokumuzda kendini gerçekleştirmek var, hayallerinin peşinden koşmak var.
“Tutunduklarımıza sadık kalarak değişebilmemizin imkanı yok…”
İçimizdeki seslerden bahsettiğinizde aklıma gelen şeylerden biri de hata yapmak korkumuz oldu. “Birisi ne der” diye düşünmekten, kendi dediklerimizi duyamıyor, dinleyemiyoruz. Burada “el alem ne der” düşüncesinin de sesini kısmak gerekiyor değil mi? Bunu nasıl aşalım?
“El alem ne der” hapishanelerin en büyüğüdür. Ben bugün burada şu anda değişik bir şey yapsam, buradaki insanların beni olumlu ya da olumsuz yargılamaları, eleştirmeleri beş dakika sürecek. Benimle ilgili beş dakika düşünecekler ve beş dakikadan sonra herkes kendi hayatına dönecek. Kimse kimsenin üzerinde fazla zaman harcamıyor. Şimdi hayatımızda birtakım kurgular var diyelim, “evleneceğim, nişanlanacağım, işim olacak vb.” Bunları yapmaya karar verdiğimizde kime söylüyor, kiminle paylaşıyoruz? Belki ailemize, dostlarımıza söylüyoruz. Büyük olasılıkla belli insanlarla paylaşacağız. Bunu yaparken ne diyoruz, aklımızdan geçenler ne?
Ancak başka bir şey yapacağımız zaman, “Acaba Ayşe hanımlar ne der?” diye düşünüyoruz. Ayşe Hanım’a ne? Diyelim ki Ayşe Hanım beni yargılıyor, bana ne? Onun yargısı, bana benimle ilgili hiçbir şey anlatmıyor; bana kiminle ilgili bir şey anlatıyor? Onun kim olduğuyla ilgili bir şey anlatıyor. İnanın kimse kimseyi beş dakikadan fazla umursamıyor, en fazla çay sohbetinde ya da bir kahve molasında ben diyeyim beş siz deyin on dakika sürüyor, sonra herkes kendi hayatını yaşıyor. Bu kurguları terk etmemiz gerekiyor. İçimizdeki o sabotajcı zihnimize hemen, “o ne diyecek?” tohumunu atıyor. Onun ne diyeceğini bilmiyorum ama bu benim seçimimse, bu hayatta şöyle değil de böyle yaşarım. Yalnız burada yanlış anlaşılma olmasın lütfen; bencil, dünyayı, insanı düşünmeyen bir eylemden, düşünceden bahsetmiyorum, hayatta her şey dengeyi bulmakla alakalı.
Sayfanızda bir gün şu sözü paylaştınız: “Bazen değişim sadece bir peruğu bırakmaktır” Bu söze bayıldım ve bunun üzerinde durmak istiyorum müsaadenizle. Bırakabilmek, tutunmadan yaşamak da değişim için önemli bir adım değil mi? Değişim nasıl bir yolculuktur?
O tohumların içinde şöyle örnekler olabiliyor; mesela bahçeniz var, bahçeye çıkıyorsunuz, bahçede ağaçlar var, arkadaşlarınız var, 4-5 yaşlarındasınız… Küçücük bir kız çocuğu olarak ağaca tırmanmaya çalışıyorsunuz… Burada resmi donduralım. Bir ebeveyniniz geliyor ve size diyor ki; “Aaa daha neler, kız çocuğu ağaca mı çıkarmış” “Düşersin, o yüzden çıkamazsın”, “Erkeklerle bir misin? Onlar çıkabilir sen çıkamazsın”, “Oran – buran görünecek, olur mu, sana bakacaklar” diyor.
Bunun belirli aralıklarla tekrarlandığını düşünün; hepsi zihnimizde bir kayıt yaratıyor. Büyüdüğümde de, devreye hemen o kayıt giriyor ve “aman o ne der, bu ne der” diye düşünüyorum. Şimdi filmi geriye saralım ve ağaca çıktığınız ana farklı bir ebeveyn modeli koyalım; size; “kızım dur sana el vereyim bak şurada da elma var, onu da kopar gel” dedi ve ekledi, “çok güzel çıktın, aferin sana.” Bu mesajı düzenli olarak dinlediğinizde ne olur, nasıl bir insan yetişir sizce?
Kendine güvenen, cesur, korkmayan, yaptığından keyif alan bir insan olur.
Bunun gibi birçok örnek verebiliriz. Peki, sonrasında ne oluyor derseniz… Yetişkinliğimizde bu tutunma ve bu kimlikler görünür olmaya başlıyor. Öyle danışanlarım var ki, “yanlış olduğunu görüyorum ama buna ailem üzülür” diyor. Peki ama, bu tutunduğun şey sana hizmet etmiyor ve sen onları üzmekten sakınırken, aslında kimi üzüyorsun? Elbette kendini!
O yüzden bu bir seçim: hep şunu söylüyorum; değişmek demek tutunduğumuz bütün düşünce kalıplarımızı şöyle bir önümüze dizmek demek. “Bu bana hizmet ediyor mu?” sorusunu sorun kendinize. Hizmet etmeyenler varsa, o tutunduğunuz tüm düşünceleri, inançları yeniden değerlendirmeniz belki de ardınızda bırakmanız lazım. Bunu bırakabilmek sadece bir karar meselesi, bir seçim.
Bırakmak insancadır, iyidir; ve ancak bir şeyleri bırakırsak, yerine yeni bir şeyleri koyabiliriz. Tutunduklarımıza sadık kalarak değişebilmenin imkanı yok çünkü adı üstünde; onlar bizi tutuyor ve harekete geçmemize engel oluyorlar. Bu nedenle tutunduğumuz bir zihniyeti bırakmak bazen küçücük bir adım olabilir; sembolik olarak bir peruğu suya bırakmaktır mesela. Yolumuzdaki bilinmezlikler bizi biraz korkutsa da, hayatın getireceklerine cesaretle teslim olmak hayatı bereketlendirir.
“Dünya meraklı olmayı ve yeniliklere açık olmamızı istiyor bizden.“
Bu aralar etrafımda çok fazla duyduğum için sormak istediğim diğer bir soru da, tekrarlar üzerine. “Hayatımda hep tekrarlar oluşuyor, hep aynı şeyleri yaşıyorum. Bir dekoru yırtar gibi, bu anı aşıp geçmek istiyorum ama olmuyor” diyenler var. Bu konuda sizin düşüncelerinizi merak ediyorum. Bu tekrarları neden yaşıyoruz ve nasıl aşabiliriz?
Bu tekrarları yaratan sır, o tutunduğumuz düşünce kalıplarında saklı. Düşünce kalıplarıyla zihniyetimizi kastediyorum. Zihniyeti bir gözlük gibi düşünün, dünyayı taktığınız o gözlükle görüyorsunuz… Acaba, o gözlüğün size gösterdiği dünya nasıl bir dünya?
Düşünce kalıplarınıza çok tutunmuşsanız, mesela insanları çok yargılayıcı oluyorsunuz… Çünkü sizin doğrunuz dışında doğru tanımıyorsunuz. Ya da her konuda fikir sahibi olabiliyorsunuz; bilgiye değil sizin kalıplarınıza dayanan bir zihniyet bu. Buna “bilen zihniyet” deniyor ve bu zihniyet, bizi yeni görüş ve deneyimlere kapalı hale getiriyor.
Halbuki hayat bizden meraklı ve yeniliklere açık olmamızı, şartlarla uyumlanmamızı bekliyor. Yeniliklere açık olabilmek için ise öncelikle bu yargılayan zihni ve bakış açılarını terk etmek gerekiyor. Bunu bırakmadığınızda… Hep aynı şekilde düşündüğünüzde, hayatınızda hep aynı örüntüler oluyor. Çünkü eğer ben insanlara güvenmemeyi öğrenmişsem büyüklerden, hiç kimseye güvenmiyorum. Size de güvenmem o zaman, “ne soracak, bana soruları önden gönderseydi keşke” gibi kafamda onlarca soru olurdu güvensizliğe dair. Bu her şeye yansıyor çünkü güven her şeyi besleyen bir yer altı suyu gibidir hayatımızda.
“Hayatın değişmesi için önce dilin değişmesi gerekiyor”
Ya da kalıplar var mesela; “iyi anne çocuğunun yanından bir an bile ayrılmaz” diyen bir annemiz varsa, bu kalıbı aklımızda tutuyoruz ve buna tutunuyoruz. Siz mesela, buna tutunduğunuz vakit, bana bakıyor ve “bu kadın çocuğunun yanında değil, çalışıyor, çocuğu yalnız bırakıyor” diyorsunuz ve anında bir etiket koyuyorsunuz bana: “yeterince iyi bir anne değil!”.
Sürekli birilerini doğru- yanlış, iyi- kötü, güzel- çirkin, haklı- haksız diye yargıladığınız vakit, o yargı sizin zihniyetinizin ve düşünce kalıbınızın ürünü ve bu her türlü ilişkiye yansıyacak kaçınılmaz olarak… Bu da hayatımızda hep tekrarlar olacağı anlamına geliyor… Hep aynı gözlükle bakarsanız, hep aynı şekilde algılarsınız dünyayı.
Bu nedenle, hayatın değişmesi için önce dilin değişmesi gerekiyor. Zira dilini değiştirebiliyorsan, zihnini yönetebiliyorsun demektir. İnsanlarla kendi değerlerinize sahip çıkarak ve onları yargılamadan ilişki kurabilmek… ve onları etiketleyen olumsuz sıfatları kullanmamak gerekiyor. İnsanlar derken, ‘kendimizi” de buna dahil ediyorum. Kendimize “Gene ortalığı karıştırdın, gene yanlış yapıyorsun, bak gene çocuğu yalnız bıraktın, akşam arkadaşlarınla yemeğe gideceksin, haksızsın, yanlışsın…” diyen de kendi sesimiz. Bu sözler değişmedikçe kimsenin değişebilme imkanı pek yok. Böylesi bir durumda mutsuz oluyorum – eve gidiyorum, orada eşime ve çocuğuma kızıyorum, işe gidiyorum patronuma, müdürüme kızıyorum. Sürekli kendisiyle mücadelesi olan bir insanın hayatla barışık olması çok güçtür. Bu nedenle tekrarlar oluyor. Kendi içimize dönmek, kendimizi tanımak gerekiyor. Kendimizi tanımak şahane bir şeydir. Ben sizi tanıdığım için çok mutluyum. Sizi tanımak için gösterdiğim merakı, kendimi tanımaya da ayırmam gerekiyor.
Burçin kim? Burçin’in hayalleri ne? Neler ister? Neler farklı olsun isterdi? Neler böyle olmasın isterdi? Neden hep yanlış işlere giriyor? Neden hep yanlış insanlarla karşılaşıyor? Bunların cevabı bende. Ben ne yapıyorum da kendimden bu kadar uzağa düşüyorum? Değişip yenilenebilmek için bunlarla ‘tanış olmak’ lazım.
Su gibi akıp gitti sohbetimiz, belki bir başka sohbetimizde daha da açarak konuşuruz. Instagram sayfanızın adı Su Felsefesi. Son sözlerinizle birlikte bu ismi seçmenizin sebebini öğrenebilir miyiz?
Su Felsefesi benim çıkış noktam ve varış noktam aslında. Su avuçlarımızın içinden kayıp giden, tutamadığımız, şeffaf, kokusuz, renksiz, akışkan, girdiği her yerin şeklini alan, aslında bir tarafından bakarsanız son derece nötr, son derece sıradan bir şey. Ancak öyle bir şey ki, o olmazsa insan yok, dünya yok, yeryüzü, ağaç, bitki yok.
Çok sıradan görünen bir şeyin hangi özellikleri onu bu kadar besleyici, güçlü ve yaratıcı kılıyor? Bakın önce ne diyoruz, şeffaflık = kendinizi gösterebilme hali. Acılarımızı, sıkıntılarımızı şeffaf bir şekilde konuşabilme hali. Mesela hiçbir astınızla, dostunuzla bir şey konuşurken, söylemek istediğiniz bir şeyleri söyleyemediğiniz anlar yaşadınız mı?
Bir yönetici koçu olarak söyleyebilirim ki, hepimiz birbirimize görünmeyen iplerle bağlıyız ve benim işim düğümlenmiş bazı yumakların açılmasına el vermek… Ne seviyede bir yönetici ya da organizasyonla çalışırsak çalışalım… Değişim, hep insanla başlıyor. Değişimin ismi ‘daha fazla cesaret’, ‘daha az mükemmeliyet’, ‘daha iyi ilişkiler’ ya da mesela ‘maymun iştahlı’ etiketine bambaşka bir perspektifle yaklaşmak olabilir… Hayatınızda ufacık bir değişim bile olduğunda, bu değişim çakıl taşının suda sekmesi gibi dalga dalga başkalarına da yayılıyor. Yani cesur olun; birinin, bir işin ya da bir ortamın değişmesini istiyorsak, önce bizim değişmemiz ve bu iyiliğin yayılmasına aracılık etmemiz şart.
Sevilay Acar