Bazı insanlar hayata yaşamın anlamını öğretmek için gelir. Varlığıyla, yaşama sevinciyle, hayata bakışıyla, duruşuyla, konuşmasıyla… Onunla konuşurken zamanın nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz. Dinlerken anladım ki, anlatabilmek çok önemli. Hele bir de anlattığın şeyleri sadece yaşamamış, yürekle inanmışsan karşı tarafa bilgiyi bir bluetooth gibi aktarabiliyorsun. Kendisini tanıyanlar bilir onun Atatürk’e, ülkesine, insanlara ve öğrencilerine bağlılığını. Bilmeyenler için küçük bir not: Şu anda nerede olduğunuzu bilmiyorum ama sizden ricam kalabalıktan kendinizi soyutlayın. Çünkü o geçmişini anlatırken, siz kendinize geliyorsunuz.
Saadet Berna, o Türkiye’nin tüm coğrafi bölgelerinde öğrenciler yetiştirmiş bir Başöğretmen. Bugün kendisiyle röportaj yaparken bir başöğretmenin karşısında oturuyor olmanın verdiği çekingenliği, “sevgili yavrum, sevgili çocuklarım” hitabı ile bir teyze, anne, arkadaş sıcaklığı ile rahatlığa dönüştürmemi sağlayan da kendisidir. Bu nedenle röportajın bazı bölümlerinde Saadet Teyze dediğimi yadırgamayın lütfen. Sıcak, samimi, içten ve yaşam dolu bir kadınla sohbet etmenin enerjisiyle yazıyorum bu satırları. Yaşının içinde taşıdığı tecrübelerin ve anıların içinde gezinirken başarısının temelinin ‘sevgi’ olduğunu satır satır okuyabiliyorsunuz. Nüfus Cüzdanında 1918 yazıyor ama rakamları ayır birbirinden o 19- 18 yaşlarında genç bir kız gibi yaşıyor.
Saadet Teyze’yi Ankara’da yaşadığı evinde ziyaret ettik. O Çok farklı ve bilgili bir kadın. Saman Pazarı’ndan aldığı pazen kumaşlardan elbise diktiriyor. Özellikle pazen kumaş seçmesinin nedenleri röportajımızın içinde gizli. Renkli ve çiçekli tercih ediyor, kıyafetlerinden perdesine kadar her şeyi kendi boyuyor…
O küçük ve sevimli evin adeta kolları vardı ve girer girmez aynı onun gibi “hoş geldiniz“ diyerek bizi kucakladı. “Yaşlandım artık, renkli giymek olmaz” diyene inat, renkli ve cıvıl cıvıl pazen elbisesiyle karşıladı bizi. Bakışları kadar cıvıl cıvıldı evi. İşte o zaman dedim ki, hayatı gerçekten yaşayanların evleri de yaşıyor.
Eşini, kızını kaybetmesine rağmen, hayata sıkı sıkı tutunmuş, kayıplar yaşamamış insanların görmekte zorlanabileceği kadar pozitif bir bakışı var. Öyle bir bakıyor ki, gözlerinin içinden girip dolaştığınız felsefesinde, inançlarında, ilkelerine yolculuk yapıyor ve orada anlıyorsunuz.
Bizi uğurlarken, ne kadar değerli bir yaşta olduğumuzu, mesleklerimizin, üretimlerimizin her birinin sevinilecek, mutlu olacak, gurur duyacak değerde olduğunu sıkı sıkı tembihledi. Galiba öğretmenler sihirli bir etkileme gücüyle dünyaya gönderiliyorlar. Neden mi böyle düşündüm, çünkü ben ve ekip arkadaşlarım o gün Saadet Öğretmenin evinden ayrıldığımızda kendimizi hayattan takdirli, teşekkürlü, kırmızı kurdeleli bir karne almış kadar başarılı hissettik.
Yunan işgalinden, İstiklal Harbi’ne, Çapa Öğretmen Okulu’ndan Atlantik Konsey üyeliği ve tabii ki Atatürk ile ilk karşılaşmalarına kadar birçok anıyı paylaşmak için can atıyor. Dedim ya kendisi bir derya, okyanusun küçük bir damlasını paylaşabiliyoruz bugün sizinle. Bu aslında sadece bir röportaj değil, Saadet Hocanın toplumla buluşma hayalinin gerçekleşmesi için belki de bir vesile.
Onun en büyük düşü öğrencilere, polislere, milletvekillerine, öğretmenlere anılarını, fikirlerini, hayatın sırlarını anlatmak. Kim bilir martı bir kanat çırpar, diğer martıların kanat sesleriyle coğrafyanın bütün bölgelerine ulaşır belki Saadet Teyze’nin sesi. Hele bu martılar wi-fe’yi keşfetmişlerse…
Röportajımızı kaydetmek için her şeyi hazırladık, kamera tamam, ses kayıt cihazı tamam… Ve işte hazırız… “En baştan başlayalım mı Saadet Teyze?” diyerek söze başladım. O da evrenin varoluşundan anlatmaya başladı. Aslında ben çocukluğunu anlatmasından bahsetmiştim ama öyle güzel şeyler söyledi ve evrenin oluşumunu ve ilahi güce bakışını öyle güzel anlattı ki, sizinle paylaşmadan yapamadım.
Dualarım dünyanın etrafında dolaşıyor…
Müthiş bir güç evreni oluşturuyor, yıldızları oluşturuyor. Bizi her zaman beraber olan, bizi gözleyen enerji ve güce Allah diyoruz. Allah hepimizin yaptığını görüyor ve kaydediyor. Bir radyasyon dalgası içindeyiz, söylediğimiz sözlerdeki hareket hepsi o radyasyon atmosferinin içinde hareket ediyor. Bilgisayarlar, bilgiler evreni dolaşıyor. Benim dualarım da dünyanın çevresini dolaşıyor, bundan eminim hem de üç beş kez dolaşıyor. Evrende sözcüklerin de kaydolduğuna inanıyorum. Sabahları dua etmeden güne başlamam. İnsan Allahtan ne isterse mutlaka oluyor.
Sarı Saadet…
Eskişehir doğumluyum ve 96 yaşındayım. Biz ailece Eskişehir’de dedemin bugünkü odun pazarı semtinde kocaman kapılı bir eski evi ve ona bitişik bir küçük evi vardı, orada oturuyorduk. Dedemin kumaş mağazası vardı. O dönemlerde Eskişehir’de herkese bir lakapla itham edilirdi, bize de Türkmenler derlerdi. Türkmenler, kahverengi gözlü kumraldırlar. Benim ailemde de herkes kahverengi gözlü ve kumraldır.
-Siz sarışın ve mavi gözlüsünüz ama…
Anadolu’da harpler olmuş biliyorsunuz. Dedem o harplerden birinde öksüz kalmış bir çocuğu çırak olarak alıyor ve ona bakıyor. O delikanlı Müslüman oluyor ve ismini Rıza koyuyorlar. Çok yakışıklı, altın saçlı ve lacivert gözlü bir delikanlı. Rıza büyüyor ve dedem kızını Rıza’ya veriyor, yani anneannemi. Sarışın olarak bir tek ailede ben varım. Ben dedeme benzemişim. Altın renginde saçlarım vardı. Öğretmen okulunda bana ‘Sarı Saadet ‘ diye hitap ediyorlardı.
-Kaç kardeşsiniz? Kardeşleriniz hayatta mı?
Bir erkek kardeşim vardı benim beş yaş küçüğüm. Veteriner Fakültesi’nde talebe cemiyeti başkanıydı. Çok parlak bir çocuktu. O kadar başarılıydı ki hatta o dönemin Cumhurbaşkanı’nın dikkatini çekmişti, “ben bu çocukla tanışmak ve konuşmak istiyorum” demişti. Mezun olmasına çok az bir zaman kala çok kötü bir hastalığa yakalandı. Sarko diye bir hastalık, kanserden daha kötü bir hastalıktı. Mezun olacağı sene Ocak ayında öldü. İki kız kardeşim daha var; biri Bursa’da resim öğretmeni, diğer kız kardeşim ise Ankara’da yani burada yaşıyor. Havacı bir paşanın karısıydı, ev hanımı. Çamlıca Kız Lisesi’nden mezun. Çok güzel tablolar yaptılar ve sergilediler. Türk kadınları çok sanatkar.
-Kendi ürettiklerimizi, hanımların işlerini pazarlamayı ve dünyaya tanıtma konusunda nasıl buluyorsunuz Türkiye’yi?
“Okullarda daha çok ezber dersler var. Dershane sorunu da bundan kaynaklanıyor.”
Bir zamanlar Fransa’da Atlantik Konseyi üyeliği yapmıştım, işte o dönem Fransa’ya gitmiştik. Paris’i dolanıyoruz, bizde de o zaman çok katlı mağazalar yok. Dediler ki burada çok büyük 8 katlı bir mağaza var görmeniz lazım. Mutlaka üst kata çıkın orada Parisli ev kadınlarının el sanatlarını sergiledikleri ve sattıkları mağazayı göreceksiniz. İnan ki öyle dikişler yapmışlar ki biz Türkiye’de o dikişlere teğel deriz. Onların üretimlerini görünce bizim hanımlarımızın iğne oyaları, elişleri geldi aklıma. Hepsi birbirinden güzel ve olağanüstü. Şimdi Japonlar geliyorlar o iğne oyalarını tek tek kapışıyorlar. Hele köylerde hanımlarımızın yaptıkları işler çok değerli ki… Türk toplumu hem sanatta hem de bilgi de başarılı bir toplum oluyor ve ben bundan çok mutluyum.
Gençlerimize sesleniyorum: Tek başına iş olmaz, grup olmanızı öneriyorum. Okullarda daha çok ezber dersler var, müfredatımız değişmedi. Ama çocukları gençleri hayata hazırlayan programlar olmalı. Eskiden hayata hazırlayan ‘Köy Enstitüsü’ Programı vardı. Hakkı Tonguç ve Hasan Ali Yücel hazırlamışlardı bu programı. Bu programı yabancılar bizden almak istediler ama veremedik o zaman.
-Köy Enstitüsü programının uygulanmamasının sebebi sizce neydi ?
Yönetimdekiler komünist olacağımızdan korktular sanırım. Köylüler kızlar ve erkekler aynı sınıfta olacak diye ürktüler ve Köy Enstitüsü programları uygulanamadı. Eğer uygulansaydı Türkiye üç yüz yıl ilerideydi.
-Atatürk’ü yakından görebilme şansınız oldu. Onu ilk kez ne zaman ve nerede gördünüz, neler hissettiniz?
İlkokulu Eskişehir’de okudum. Benim çocukluğumda erkek arkadaş edinemiyorduk. Sadece ortaokulda kız erkek beraber okuduk. Sınıfta 6 kızdık, gerisi erkek öğrenciydi. Hatta ortaokul 1. sınıfta yaşadığım çok özel bir anım var. Atatürk’ü yakından görebilme fırsatım oldu.
“Toplumda kendini sevdirmiş, pozitif çalışmış bir insanın korumaya ihtiyacı yoktur çünkü halk onu korur.”
Atatürk İstiklal Savaşı’ndan sonra Anıtkabir’de hediye edilmiş açık otomobili var. O arabayı kim hediye etti? O zaman kıyafet devrimi de yapmış… Kıyafetlerini kendisi çiziyordu. Fraklar, pelerinler, golf pantolonlar, spor çoraplar… Tertemiz, gayet şık. İlleri dolaşıyordu, Eskişehir e de geldi. Açık arabanın içinde, şoförü, köpeği ve kendisi vardı. Koruması yoktu. Bu çok önemli, toplumda kendini sevdirmiş, pozitif çalışmış bir insanın korumaya ihtiyacı yoktur çünkü halk onu korur. İnsanlar Atatürk’ü çok seviyordu ve Atatürk hiç korumayla gezmiyordu.
“Sınıfın en başarılı öğrencisi Macit, Atatürk’ü görünce hipnoz olmuş gibi bakakaldı…”
Atatürk illeri gezerken evvela öğretmenleri topluyordu, “Türkiye’yi siz yetiştirecek, geleceğe taşıyacak ve kalkındıracaksınız sizin göreviniz bu” diyordu. Daha sonra orduevine gidiyor ve genç subayları ziyaret ediyordu. “Türkiye’yi siz koruyacaksınız ve düşmanlara karşı savunacaksınız “ diye onlara görevlerini anlatıyor ve Türkiye’yi emanet ediyordu. İşte o dönem Atatürk bizim okulumuzu da ziyaret etti. O zaman Eskişehir Lisesinde Orta birinci sınıftaydım. Daha önce de söylediğim gibi, 70 kişilik sınıfta 6 kız öğrenci vardı. Bütün kızlar en ön sırada oturuyoruz ve dersimiz Fen Bilgisi. Kimyasal ve fiziksel olaylar konuşuluyor. Fiziki ve kimyasal olayları birbirinden nasıl ayırırız konusunu tartışıyoruz. O sırada Atatürk içeri girdi ve sınıfın ortasında durdu. Biz ön sıradan hayran hayran bakıyoruz kendisine. “Dersiniz ne ve hangi konuyu işliyorsunuz ? “ diye sordu, Fizik dersinde olduğumuzu ve işlediğimiz konuyu söyledik. Hemen arkalarda oturan Macit’e işaret etti. Macit hükümet doktorunun oğluydu ve sınıfın en çalışkan öğrencilerinden biriydi. Hatta Macit’le evleneceğimi düşünürdüm, her nedense.
Hatta onun boyu uzun, benim boyum kısa olduğu için, bir seferinde Ona Macit, topuklu ayakkabı giyerim evlenirsek değil mi? diye sorardım. O da suratıma anlamaz bir ifadeyle bakardı. Atatürk ona “Hadi sen söyle bakayım, fiziki olayları, kimyasal olaylardan nasıl ayırt ederiz?“ diye sorduğunda Macit Atatürk’e hipnoz olmuş gibi bakakaldı, hiçbir şey diyemedi…
“Atatürk o kadar dahi ve akıllı bir insandı ki…”
Atatürk o kadar dahi ve akıllı bir insandı ki, en ön sırada oturan bizim mahallede oturan Gülseli diye bir arkadaşımız var, onu kaldırdı. Gülseli saçları düz, kâküllü, kırmızı yanaklı, bembeyaz dişli güzel bir köylü kızıydı. Gülseli’nin babası köy öğretmeni Şaban Efendi’ydi. Çete harpleri yapmış kahraman bir adamdı. Babamla da arkadaştı. Biz paralandık, el kaldırıyorduk bizi kaldırsın diye ama o köylü kızı Gülseli’yi kaldırdı ve aynı soruyu ona yöneltti. Gülseli hemen cevap verdi: “Efendim, örneğin kağıt, kağıdı yakarsak kimyasal olay olur, biçimi değişir yırtarsak da fiziksel bir olay olur” dedi.
-Bir çocuğun gözünden, Atatürk nasıl görünüyordu. Sizi en etkileyen şey ne oldu O’na baktığınızda?
Atatürk’ün gözlerine uzun uzun bakamamıştık, gözleri çok güçlü bakıyordu ve adeta ışık saçıyordu. Kıyafeti çok güzeldi, safari kıyafeti giymişti…
“Ortaokuldan mezun olduktan sonra liseye kızları almadılar, çünkü büyümüştük.”
-Ortaokulda yaşam tarihinize bir daha silinmemek üzere kaydettiğiniz bir anınız oldu. Lise dönemleriniz nasıl geçti? Nerede okudunuz?
Ortaokuldan mezun olduktan sonra liseye kızları almadılar çünkü büyümüştük. Erkekler de büyüdü ya! güya kızları erkeklerden koruyorlardı.
Babam ilkokul başöğretmeniydi, kızları okula almayınca babam: “Kızım seni, başka memleketlere gönderip paralı okutamam, üç çocuğum daha var onları da okutmam gerek” dedi. Bir sene ağladım, okumak istiyordum.
-“Seni okutamam” dediğinde babanıza kızdınız mı?
Babam da haklıydı, öğretmendi ne yapsın zavallı. Ama Allah her şeyi hallediyor çocuklar. Ertesi sene Çapa Öğretmen Okulu’nda 45 kişilik kontenjanlar vardı o dönem. Sınıflardan birinde bir kişi kontenjan açılmış, babamı aramışlar: “ Bir kız öğrencimiz eksik, senin kız okula gidememiş, gönderirsen burada okutalım.” demişler. Babam gelip bu haberi verdiğinde kuş olup kanatlanabilirdim, o kadar çok mutlu oldum ki.
-Babanız eğitim yolunda her zaman destekçiniz olmuş. Bu defa uzak bir şehre gidiyorsunuz ve yuvadan belki de ilk defa ayrılıyorsunuz. Hele o dönem için çok büyük bir eylem bu. Anneniz nasıl karşıladı gidişinizi?
Annem benden ayrılmak istemiyor ve çok ağlıyordu. Hatta yola çıktığımızda, o dönemler trene faytonla gidiyorduk, faytonların olduğu yere kadar geldi ancak uğurlamaya istasyona gelemedi ağlamaktan. Üç sene ‘Çapa Kız Öğretmen Okulu’nda okudum. Yatılı bir okuldu. Tatil olduğunda babam beni okuldan alıp eve getiriyor, tatil bitiminde de okula getiriyordu. Trende bile yalnız seyahat etmemize izin yoktu.
Geçmiş zamanın yatılı okulu… Üç sene orada okuduk. Lise seviyesindeydi ve o zaman öğretmenlik üç uzmanlık isterdi. Biri yoksa o öğretmen noksan olurdu. Formasyonu eksik olanı bebeklere bakması için görevlendirirlerdi. Aşabilen bir sonraki formasyonu alırdı.
“Bütün kızlar Şaban’ın peşinde koşardık…”
-Yatılı okul, gençlik dönemi bir sürü genç kız ve gençlik enerjisi… Erkek öğrenci yok, aşkı yaşayabilecek bir karşı cins de yok demek. Aşklar nasıl yaşanıyordu o dönem?
Bizi erkeklerden çok sakınırlardı dolayısıyla karşı cinse aşk duymaya pek vaktimiz olmadı. Çapa Kız Öğretmen Okulundayken hiç erkek görmüyorduk. Bir tane Şaban vardı, orta boylu fakat gözlükleri çok kalındı, bir de bere takıyordu kafasına. Elektrik tamircisiydi. Bütün kızlar Şaban’ın peşinde koşardık. Şaban nereye kızlar oraya…
-Şaban’dan başka erkek yok muydu okulda?
Bulaşıkhanemiz vardı, o zaman makinemiz yok. Koca bir kazan vardı, orada tabaklar elde fırçalarla yıkanırdı. Bulaşıkçı Sinoplu yakışıklı bir adamdı ama bulaşıkhaneye girmek yasaktı.
-Eşinizle ilk karşılaşmanız nasıl oldu?
Mezuniyetten sonra Eskişehir’e döndüm. Babam mezun olmamın şerefine Porsuk kenarında bir gazinoya götürdü bizi. Üzerimde kendi diktiğim beyaz kumaştan bir elbise ve başımda da yine kendi diktiğim lacivert kurdeleli bir bere vardı. İlk defa lacivert ayakkabı giymiştim. Gittiğimiz gazinoda havacı genç subaylar da vardı, Eskişehir’e uçuş için gelmişler. Beni gördüklerinde (hiç kız görmemişler ki) sandalyelerini bizim olduğumuz yöne çevirdiler.
Babamın kardeşi vardı Ferit Amca. Onlar da Selanik’ten Eskişehir’e göç etmişler, tabii okuyamamışlar. Babam da Ferit Amcamı hava meydanında işe yerleştirmişti. Uçak makinisti olarak görev almıştı, uçakların bakımını yapıyordu. Çok akıllı ve insancıl bir adamdı. Havacı Subaylar amcamı tanıdıkları için, onun yeğeni olduğumu öğrenince “lütfen o kızı bana iste” demişler.
-Bir çok görücü geldi size desenize?
Birden arka arkaya isteyen olunca annem de babam da çok şaşırdılar.
-Eş seçimini nasıl yaptınız?
Teğmen bir komşumuz vardı bir kız çocuğu babasıydı. Onu da araya sokmuşlar. Babamı ziyaret edip demiş ki “Ben kızımı evlendirmek istesem Turgut’a veririm.” Babam da üç gün boyunca beni versin mi vermesin mi diye düşündü. En sonunda da Turgut’a beni verdi. Yani benim evliliğim görücü usulü gibi oldu.
-Yüksek okul hayalleriniz ne oldu peki? Evlilik kararı okumanızı etkiledi mi?
Evlilik kararımdan önce babam beni Ankara’ya götürmüştü. Ankara’daki maarif ve müfettişlere beni tanıtmak istiyordu. O dönem üniversite yoktu. Dil Tarih Coğrafya Fakülte ’sine gittik, müdürü ziyaret ettik. Babam “kızım parlak bir öğrencidir ve öyle de mezun oldu” dedi. Müdür “Kayıt büromuz hemen çıkış kapısında hemen kızını okulumuza kaydettir, böyle bir parlak öğrenciyi okulumuzda okutmak isteriz” diyerek bizi kayıta yolladı. Kayıt bölümünün önüne geldik ama babam kayıt bürosunu hızla geçerek dışarı çıktı. Şaşırdım. “Neden kaydolmuyoruz baba?” dedim. “Üç kardeşin var onları da okutmam lazım ve ben daha fazla dayanamayacağım” dedi.
-Ortaokul sonrasında yaşadığınız bir sahne şimdi fakültede karşınızda… Bu sefer de şans yaver gitmiş olsa keşke…
Babam okumamız için ayda 3 lira harçlık gönderiyordu. O zaman para çok kıymetliydi. 5 paraya bir külah leblebi alınıyordu…
-Üzüldünüz mü? Neler hissettiniz o an?
Üzüldüm tabii, biraz tepki gösterdim. “Okuyamayacaksam ben de evleneyim o zaman” dedim ve Turgut’la evlendik.
-“Görücü usulü gibi bir şey oldu bizim evliliğimiz” dediniz. Pek fazla tanımadığınız biriyle hayatınızı birleştirdiniz. Eşinizi sevebildiniz mi, nasıl bir insandı?
Kocam çok becerikli, çok asil bir adamdı. Çocuklarına ve bana karşı çok saygılı ve sevecendi.
-Size nasıl hitap ederdi?
“Benim hanımım bir tane” derdi.
Canım, aşkım, hayatım, mavişim… buna benzer hitapları olmaz mıydı?
Yok, sadece “benim hanımım” derdi.
“Evlilik oyuncak değildir.”
-Eşinize kızdığınız, ayrılmayı düşündüğünüz anlarınız oldu mu hiç?
Bizim zamanımızda ayrılmak falan yoktu, ölene kadar…
-Şimdi boşanmaların çok arttığı ve ilişkilerin çabuk tüketildiği bir dönemde yaşıyoruz. Bu dönemde olsaydınız, eşinizle yine evli kalır mıydınız?
Ayrılmazdım. Ben bir erkeği ya da kadını tanıdım, beraber olayım bitireyim böyle bir şey yok. İlişkileri ciddiye almak gerekir, hele hayat arkadaşlığı ve evlenmek ise söz konusu ise…
“Ben bu erkeğin ya da kadının elinden sıkıca tutacağım ve ömür boyu ölene kadar beraber yürüyeceğim ve birlikte paylaşacağım“ demeli insan. Evlilik oyuncak değildir, bir yuva kuruyorsun. Toplumun, milletlerin temeli güzel ailelerdir. Millet dediğiniz ailelerden oluşuyor. Aileler mutlu olmazsa, darmadağın olursa millette ne vatan saygısı olur, ne de düzgün insan olur. Aile çok önemli ve ciddi bir kavramdır. Ayrılıklarda en çok çocuklar perişan olur. Çocuklar anne ve baba beraberliğini isterler. Baba anneye yüksek sesle konuşsa çocuklar daha çok etkilenir ve üzülürler. Bu nedenle anne -baba çocuklara model olacak.
-İlişkilerde sevgi ve saygıyı sıralamaya koyarsak, ilk sırayı hangisi alır sizce, sevgi mi saygı mı?
Saygı çok önemli.
-Eşinizle evliliğinize geri dönersek, bir havacı ve öğretmen hayatlarını birleştiriyor. Tayinler, uçuşlar, uzaklıklar… Mesafeler sizi nasıl etkiledi?
Eşim Hava Kuvvetleri’nde Pilottu. Çok müthiş bir havacıydı. Hiç unutmam bir seferinde uçağı yandı yanan uçağı sağ salim indirmişti. Onunla neredeyse bütün coğrafi bölgeleri dolaştık, hep sınıf öğretmenliği yaptım. Biraz endişeli günler geçirdim. Bazı uçaklar düşüyor havacılar şehit oluyordu ve hep Shophen’in Cenaze Marşı çalıyordu. Korku ve endişeyle bekliyordum onu. Daha fazla dayanamayıp, uçuştan ayrılmasını istedim. Beni çok seviyordu ve isteğimi kırmadı.
-Uçuşu bıraktı mı?…
Evet, uçuştan ayrıldı ama biraz zorluklar yaşadık. Hava’dan ayrıldıktan sonra Karada görev aldı. Daha önce Kütahya’ya gitmemize rağmen kocamı ikinci kez Kütahya’ya tayin ettiler. O da bizi bırakıp gitmek zorunda kaldı.
-Yine gözünüz yollarda kaldı yani. Zor olmalı?
Altı ay evinden ayrı kaldı, yalnız çok zor günler geçirdik. Baktım dayanılacak gibi değil, “Emekli ol” dedim. Daha gençti, yeni bir iş kurar diye düşünmüştüm. “Ben sana destek olurum, çalışırım para sıkıntımız olmaz, sen rahatça yeni bir iş kurarsın” dedim. Çekingen, efendi bir insandı, biraz da kırılgandı. Bu durum onu biraz mutsuz etti.
“Benim kızım gökyüzünden gelmiş gibiydi, incecikti simsiyah saçları vardı…”
Konuşmamıza devam ederken, Saadet Teyze’nin telefonu çalıyor. O telefona bakarken biz de komidinin üzerinde duran siyah beyaz resimlere bakıyoruz. Resimde bir kız ve erkek dans ediyor. İçimizden Saadet Teyze’nin gençlik fotoğrafı diye düşünürken, Saadet Teyze telefon konuşmasını bitiriyor ve çok içten ve buruk bir tebessümle “kızım ” diyor… Adı Tülin…
Kızım 21 yaşında ameliyat masasında kaldı. Çok değerli bir çocuktu. Ankara Koleji’ni bitirmişti. Oğlum ve kızım o kadar iyi arkadaştılar ki, oğlum fotoğraf çekiyordu. Arkeolojiyi bitirdi. Amerika’da okudu.
-Kızınızın hastalığı neydi? Neden ameliyat masasında kaldı?
Maalesef kalp kapakçığında bir özürle doğdu. O dönemde kalbe dokunulamıyordu. Mimar olacaktı fakat çok kriz geçiriyordu, dudakları mosmor oluyordu. Doktorlar mutlaka ameliyat olması gerektiğini söyledi.
Amerika’dan gelen bir doktor ameliyatını yaptı fakat maalesef kızım masada kaldı. Doktor o kadar üzüldü ki, “Elimden geleni yaptım ama uyuyamıyorum, izin verirseniz otopsi yapmak istiyorum” diyerek bizden izin istedi. İzin verdik, otopsi yaptı ve dedi ki “Dünyada üç vaka var ve üçü de bu kadar yaşamadı.“ Kalp kapakçığı zedeli bir çocuk 3 yaşında ölmüş, diğeri 12 yaşında ölmüş ve diğeri de benim kızım. “Siz kızınıza çok iyi baktığınız için kızınız 21 yaşına kadar yaşamış. İnceledim ve gördüm ki benim hiçbir hatam yok. Bu çocuğun bu yaşa kadar yaşaması mucize, çok iyi bakmışsınız kızınıza” dedi.
Benim kızım gökyüzünden gelmiş gibiydi, incecikti simsiyah saçları vardı, melek gibiydi. Biz kazandığımız paralarımızı / aylıklarımızı kavanoza koyardık. Eşim çok değerli bir adamdı. Kızım anne kavanozdan para alabilir miyim Kızılay’a gideceğim derdi, ikimiz de al kızım tabii derdik. Para alır, kumaş alır, kendi elbisesini diker ve ben şimdi Kızılay’a gidiyorum derdi. “Tabii kızım, elbiseni de diktin, nereye istersen oraya git “ derdik.
-Eşiniz de amansız bir hastalığa yakalanıyor ve kızınızın ardından çok genç bir yaşta vefat ediyor… Zor bir sınav?
Eşim 1964 de vefat etti. Atatürk’ün hastalığına yakalanmıştı. Atatürk için içki içti o yüzden siroz oldu diyorlar, kesinlikle öyle değil. Eşim de siroz hastalığından vefat etti ve özel günlerde ısrarların dışında hiç içki içmezdi. O da Selanikliydi. Atatürk’e komşulardı. Askerdi ve zor şartlarda zor koşullarda çalışmıştı. Kocam sarılık mikrobu aldı ve Atatürk’ün hastalığına yakalandı ve sirozdan öldü.
“Muhalefet partisi iktidara yol göstermeli, İktidar da muhalefeti dinlemeli.”
-Siz bir başöğretmen olarak meslek hayatınızı tamamladınız. Türkiye’de siyasetten, sanata belki de birçok öğrencinin yoluna ışık tuttunuz. Dünden bugüne baktığınızda artı ya da eksi verebileceğiniz neler görüyorsunuz?
Ankara Koleji’nin adı o zamanlar Yeni Şehir Lisesi’ydi, ben orada 20 yıl öğretmenlik yaptım ve ilk kısım müdür baş yardımcısı oldum. Daha sonra ilk öğretim müfettişliği yaptım ve sonra da Yükseliş Koleji’nde müdür olarak hizmetime devam ettim. Yükseliş Kolejinde kendi fikirlerimi uygulama imkanı buldum.
Öğrenciler için bir çok münazara organize ettim. Öğrencilerimin diğer fikirlere de açık olabilmesi için, onları iki ayrı gruba ayırıyordum. Bir grup iktidar diğer grup da muhalif grup oluyordu. Anne ve babaları da çağırıyordum. Bir konu üzerinde karşılıklı fikir alışverişi yaparken çocuklarını izliyorlardı. Bugün çok üzülerek parlamentomuzda bu seviyeyi görmüyorum, hep kavga ediyorlar. Muhalefet partisi de iktidar partisi de ülkeyi yönetiyor fakat bir noktada buluşamıyorlar. Oysa bir noktada buluşmaları ve birbirlerinin fikirlerini dostça dinlemeleri gerekiyor. Muhalefet partisi iktidara yol göstermeli, İktidar da muhalefeti dinlemeli. Muhalefet ve iktidar işbirliği halinde çalışacak, en büyük eksiğimiz bu!… Meclise gidip orada bir konuşma yapmak istiyorum. Milletvekilleri ile konuşmak ve “biz çocukları böyle çalıştırdık, siz de böyle çalışmalısınız” demek istiyorum. Bundan çok büyük üzüntü duyuyorum.
“Çocuk, isterse altı aylık olsun kendisine değer verilip verilmediğini anlar…”
-Biz tartışmak yerine kavga ediyor ve çoğunlukla da anlatanın ne anlattığıyla ilgilenmiyoruz. Aslında bunu sadece siyasette değil, iş hayatında da, aile yaşamında da görebiliyoruz. Ne güzel söylediniz, “fikir birliği, işbirliği içinde olmak gerekiyor“ gerçekten de. Siz o dönem de sadece çocukları değil, anne ve babaları da eğitmişsiniz aslında. Ailenin içine girdiğimizde, sizce aile rol model olma konusunda nasıl yol almalı?
Anne ve baba ailede çocuğa birey olarak değer verecek. Çocuk, isterse altı aylık olsun, kendisine değer verilip verilmediğini anlar. Mesela karı – koca çocuğun önünde tartışmayacaklar. Farklı fikirde olabilirler elbette ve farklı fikirler zaten lazımdır. Tartışmanın da bir seviyesi olmalı. Hakaret etmeden, incitmeden tartışılmalı ve buna dikkat edilmeli anne ve baba bir model çünkü.
“Pazen ve pamuklu giyiyorum çünkü ‘pazen kumaş’ vücuttaki elektriği alır.
-Sağlıklı yaşlanmak sağlıklı beslenmek demek mi? Siz öğünleriniz konusunda çok dikkatli misinizdir?
Sevgili yavrum, uzun ömrün yemekle hiç alakası yok. Çok yememek ve sağlıklı beslenmek önemli. Geç kahvaltı yapıyorum, öğle yemeği pek yemem. Ama mutlaka kahvaltıda yeşil sivri biber yiyorum.
-Dikkat ettim, su bardağınızın içinde limon var. Limonlu su içmenizin özel bir nedeni var mı?
Sıktığım limonu suyun içine koyuyorum. Genelde limonlu su içiyorum. Tansiyonum var ve günde bir tane tansiyon ilacı alıyorum.
-Mutfakla aranız nasıl?
Mutfakta çok başarılı değilim. Bazen çorba yaparım, bazen de ızgara et yerim. Hatta bazen ne bulsam yiyorum. Mısır gevreklerini çok severim.
-Masanın üzerinde himalaya lambası görüyorum, düzenli kullanır mısınız?
Evin havası temizlensin diye kullanıyorum. Genç bir arkadaşım hediye etti himalaya lambasını.
-Perdeleriniz çok şık…
Bu perdeler kocamandı, tiyatro perdesi gibiydi onları kestim ve diktirip pencereye göre yaptım. Bir de çarşaflarımı, perdelerimi ben boyarım.
-Neyle boyuyorsunuz?
Kumaş boyasıyla, her yerde kumaş boyası satılıyor.
-Nasıl boyuyorsunuz?
Boyamak istediğiniz temiz çamaşırı ya da kumaşı, çamaşır makinesine yerleştiriyorsun. Çamaşır makinesinin sabun gözüne boya ve tuz koyuyorsun ve makineyi çalıştırıyorsun. Makinenin ısı ayarını 40 derece yapıyorum boyarken.
-Makinenin içi boyalı kalmıyor mu? Daha sonra yıkama yapmak istersek, çamaşırları boyamaz mı?
Makine çelik olduğu için akıtıp gidiyor boyayı. Boyanın makineye zararı yok, daha sonra beyaz çamaşırlarınızı da yıkayabiliyorsunuz.
–Elbiselerinizi kendiniz diktiriyorsunuz ve kılık kıyafete çok önem veriyorsunuz. Dikkat ettim, elbiselerinizin kumaşı pazen. Özellikle pazen seçmenizin bir sebebi var mı?
Sokak kıyafetim ve ev kıyafetim ayrıdır. Eve girdiğimde üzerimi değiştirir, ev kıyafetlerimle otururum. Dışarıdaki negatifi de, kiri de içeri taşımak istemem. Evde giydiğim elbiseyle dışarı çıkmam. Elbiselerimde Pazen ve pamuklu tercih ediyorum çünkü Pazen vücuttaki elektriği alır. Sentetik kumaşlar insanın vücuda elektrik yüklüyor ve insanı sinirli yapıyor. Sentetikler şık görünebilir ama insanın vücudundaki elektriği şarj etmiyor. Pazen kumaşları alıyorum Saman Pazarından, kendime göre elbise diktiriyorum. Pamuklu kumaşlar sağlıklıdır.
-Yürüyüş yapıyor musunuz Saadet Teyze?
Yürüyüşe pek zamanım yok.
-Ojelere ilginizi biliyorum, bu nedenle ben de tırnaklarımı maviye boyadım size gelirken. En çok hangi rengi seviyorsunuz?
Yeşil rengi daha çok seviyorum. ( Birbirimize ellerimizi gösteriyor, ojelerimizin rengine iltifat ediyoruz.)
-Makyajla aranız nasıl?
Hiç makyaj yapmadım. Baloya giderken dudağımızı ve yanağımızı boyuyorduk. Bir kez gözüme siyah kalem çekmiştim. Bir gün Gülhane hastanesinde geziniyorum, iki doktor bahçede geziniyor, baktılar gözümde siyah bir kuyruk var. “Gözünüze yazık boyamayın çok zararlı” dediler. Şimdi ben de bazen alışveriş yapıyorum, gözünü boyamış tezgahtar kızları görüyorum, “boyamayın zararlı “ diyorum.
-(Saadet Teyze’ye “Saçlarınız boya mı?” diye soruyorum, benim saçlarımın boyalı olduğunu öğrenince bakın bana nasıl kızıyor?)
Allah herkesi bir oranla, bir güzellikle yarattı. Kimyasallardan uzak durmanız gerekiyor. Saçlarımı hiç boyamadım. Sen de boyama, ne yapacaksın ileri de saçların dökülünce peruk mu takacaksın?
-Allah korusun Saadet Teyzeciğim!
-Şimdi anlattıklarınızdan anladığım kadarıyla, uzun yaşamın sırları bizim televizyon programlarında duyduğumuz, kitaplardan okuduğumuz sağlıklı yaşam tüyolarına pek uymuyor. Uzun yaşamak için sizin tüyolarınız neler?
Uzun yaşamak için yemek değil, çalışmak, çalışkan olmak mütemadiyen okumak ve ölünceye kadar öğrenmek gerekiyor. Hayatta rastgele davranmayacaksınız. Her şeyi planlamalısınız. Hep yapacak işleriniz ve hedefleriniz olmalı.
Ben çok gazete okurum, gezerim, kafeye giderim, alışverişe çıkarım. Öğretmenler niye uzun yaşar ve mutlu olur diye sorarlar hep. Çünkü öğretmenler, öğrencilerinden gençlik ışığı alırlar.
Çok teşekkürler Saadet Teyzeciğim, son olarak okuyucularımıza iletmek istediğiniz bir mesajınız var mı?
Ben memleketimi, Türkiye Cumhuriyetini çok seviyorum. Tüm anılarımı anlatmak ve öyle gitmek isterim.
(Röportajımız boyunca görüntü alımında ve fotoğraf çekiminde bana eşlik eden Onur Kaya ve Elif Çelek’e teşekkürler.)
twitter.com /sevilayacarr