Toplum olarak zor bir dönem geçiriyoruz -Özcan Köknel

Toplum olarak zor bir dönem geçiriyoruz. Türkiye’de son zamanlarda yaşanan son olaylar hepimizi derinden sarstı ve yediden yetmiş yediye etkisinde kaldığımız ve belki de çoğumuzun hala atlatamadığı ruhsal – zihinsel yorgunluklarımız oluştu. Son zamanlarda yakın çevremden de duyduğum ve haftalardır benim de şikayetlerim arasında yer alan zihin karışıklığı, halsizlik ve yorgunluğun nedenlerinden birinin de Soma ile birlikte yaşadığımız yas olduğunu düşünüyorum.  Ayrıca son zamanlarda artan kadına yönelik şiddet, çocuk kaçırılmaları ve çocuk istismarı haberleri de zaten yıpranmış olan sinirlerimizi daha da yıprattı…

 

Dönem dönem ruh sağlığımızı korumak ve kendimizi daha iyi hissedebilmenin yöntemlerini öğrenmek için değerli uzmanlarımızla röportajlar gerçekleştirecek ve sizlerle bu köşede paylaşmaya çalışacağım…

Özellikle sosyal sitelerde paylaşılan yorumlara gelen tepkilerine ve kişilerin durum yorumlarına daha bir dikkat kesildim. İnsanların birbirleriyle iletişim dillerini, kendilerini nasıl ifade ettiklerine daha da bir farkındalıkla baktım. (Kendi hislerimi  ayırmadan elbette) Oldukça sinirli ve tahammülsüz gibi görünüyoruz.  İyi ki şiirler, şarkılar, özlü sözler var dedim kendi kendime. Tam olarak ifade edemediklerimizi, konuşamadıklarımızı, hissettiklerimizi, beğendiklerimizi bu sözlerle anlatabiliyor ve paylaşımı böyle gerçekleştirebiliyoruz. Ve fark ettiğim başka bir şey daha oldu, aslında ne kadar çok ilgi ve sevgiye ihtiyacımız var. İhtiyacımız olduğu halde ne kadar az paylaşıyoruz bu tür sözleri… İlgisizlikte ve eleştiride bol kepçe, sevgi ve övgüde bir kaşık sunumumuz…

Stresimizin, öfkemizin kaynağını ve acılar, hüzünler karşısında  ne yapacağımızı bilemediğimiz şu dönemlerde en çok ihtiyacımız olan psikiyatristler ve psikologlar. Bu konuyla ilgili söyleşilerimin ilk başlangıcını Prof. Dr. Özcan Köknel ile yapmak istedim. Kendisinin benim için ayrı ve özel bir yeri de vardır. “Babalardan Babalara” adlı kitabımın kahramanlarından biri olmasının yanı sıra, gençlik yıllarımda en çok okuduğum yazarlardan biridir kendisi. O yıllarda onunla tanışmayı bile hayal edemezken, bugün çok iyi bir dost olmamız benim için ayrı ve özel bir anlam taşıyor. Kendisi uzun yıllar Şiddet Dili ve Öfke ile ilgili araştırmalar yapmış, kitaplar yazmış ve çalışmalar yapmış bir Psikiyatrist.

“Neden sinirli ve öfkeliyiz?” sorusunu kendisine sordum. Özcan Bey, “konuşurken sırtınızı dönmek bile şiddettir” dediğinden bu yana düşünüyorum, günde kaç kez birbirimize şiddet uyguladığımızın farkında bile değildik belki de…  Toplum olarak nasıl bir ruh hali içindeyiz ve neydik, ne olacağız ve nereye doğru gidiyoruz sorularının cevabı röportajımızın içinde. Genel durumumuz biraz canınızı sıkılabilir. Fakat sorunu bilmek çözüme daha kolay ulaştırabilir, öyle değil mi? Eğer çözüm bizim elimizdeyse…

Ve başka bir konu, güvenmek…  Meğer, başkasına güvenmekten daha da önemli bir şeymiş, kendine güvenmek. Kendine güvenle aranırmış başka birine güvenmek. Ve meğer güvenmek çocuklukta atılan bir tohummuş ve büyüdükçe filizlenirmiş… Özcan Köknel’i okurken, kendinize de yolculuk yapacaksınız, uyarmadı demeyin.

15 Haziran Babalar günü ve bu babalar günü biraz buruk geçecek. Soma’da yüzlerce çocuk babasız, yüzlerce kadın ise eşsiz kaldı. Babasızlığın ne demek olduğunu ve baba kavramının ne kadar önemli bir anlam taşıdığını Babalardan Babalara adlı kitabımı hazırlarken anladım. Belki bu babalar günü, tüm babalar sadece kendi evlatlarına değil, babasız tüm çocuklara da “ben de senin babanım “  diyerek sıkıca sarılır. Uzaklarda da olsa, ses vermek “biz buradayız, yalnız değilsin “ demek, eksikliği tamamlamasa da, “güven “ verir. Özcan Köknel’in dediği gibi; “acıların başkaları tarafından paylaşıldığını görmek, çocukları bir nebze rahatlatabilir” Tıpkı büyükleri  rahatlattığı gibi.

 SEVİ ÖZCAN BEY AS

 

Prof.Dr. Özcan Köknel / Söyleşi

“Türkiye’de ilgili ve bilgili aile yapısı toplumun ancak 5/ 1 ‘ini oluşturuyor.  “

Toplumu bir insan gibi görecek olursak, nasıl bir çocukluk dönemi geçirdik? Layıkıyla sevdik – sevildik ve sevginin hakkını verebildik mi?  

Türkiye’de nasıl bir çocukluk dönemi geçirdiğimizi bilebilmemiz için mutlaka Türk aile yapısına göz atmamızda yarar var. Çünkü biliyorsunuz ki, ortak kültürel değerlerin ve ilkelerin aktarılması ancak aile aracılığı ile oluyor. Aile toplumun ve kültürün ortak belleği, bu bellek tüm topladıklarını, bildiklerini çocuklara ve gençlere aktarıyor. Türkiye’de 5 türlü aile var; bunlardan biri “ilgili ve bilgili aile.” Çocuğu doğduğu andan itibaren hatta doğmadan önce bile onu bir varlık olarak kabul ediyor. Çocuğun her devresini, her aşamasını hem ilgiyle, hem de bilgiyle izliyor. 

Türk toplumunun geneline bakacak olursak, ilgili ve bilgili aile ortalaması nedir sizce? 

Oran vermek zor ama Türkiye’de ilgili ve bilgili aile yapısı toplumun ancak 5/ 1 ‘ini oluşturuyor. 

Ataerkil bir aile yapısına sahibiz. Bu aile yapısının bize yansıması nasıl oldu/ oluyor? 

Türkiye’de en yaygın olan ve en fazla görünen geleneksel aile dediğimiz,  Ataerkil ya da Pederşahi dediğimiz aile yapısı.  Bu tür ailelerde baba egemendir ve ailenin bütün ilkelerini, kurallarını, değerlerini baba tayin ediyor. Çocuğun, gencin tüm davranışlarının anlaşılması, değerlendirilmesi babanın görüşüne, ilkelerine ve kurallarına göre oluyor. Genelde de bu ailelerde babalar ve aile, çocuğun elden geldiğince kendisine ve özellikle babasına benzemesini ister ve böyle yetiştirilmeye çalışılır. Çocuk ne kadar babaya benzerse, babası gibi davranırsa ve düşünürse, onun gibi değerleri sürdürürse aile tarafından özellikle de baba tarafından o kadar hoşgörü ile karşılanır.

Peki, kendi istediğin gibi değil de, babanın ya da ailenin istediği gibi bir evlat olmak, kişiye ve toplum geleceğine nasıl yansıyor? 

Bu çok defa, kimliği kişiliği gelişmeyen ama babadan aldığı mesajlardan dolayı bazen içinde kızgınlık ve öfke taşıyan çocuklar oluşmasına neden oluyor.  Bunun iki türlü sonucu oluyor;  çocukların bir kısmı başka bir çıkar yol olmadığı için, babadan aldıklarını ve babanın aktardıklarını aynen sürdürüyor ama kişiliği tam olarak gelişmiyor ve özgüveni tam olmuyor. Dolayısıyla da babasını aynen taklit eden, topluma babasından gördüklerinden farklı bir mesaj veremeyen bireyler haline geliyor.

Çocuğun ruh sağlığının yerinde olabilmesi, kaygısının endişe ve korkuya dönüşmemesi için ilgili ve bilgili aile olabilmek gerekiyor. 

“Türkiye’de şu anda birçok kesimde ‘şiddet’  bir dil olarak kullanılıyor.” 

Hayatın her alanında neredeyse şiddet dili hakim diyebiliriz. Birbirimizi eleştirirken bile kabalaşabiliyoruz. Bunun en belirgin örneğini de sosyal sitelerde görüyoruz. Kızgınlığımızı, kırgınlığımızı anlatırken de, başkasının beğenmediğimiz bir fikrini okuduğumuzda da dilimiz şiddet diline dönüşebiliyor. Zaten sinirli bir toplum muyduk yoksa şartlar mı ruhumuzu zorluyor? 

Türkiye’de şu anda birçok kesimlerde şiddet bir dil olarak kullanılıyor. Dil nedir? Mimiklerimizdir, hareketlerimizdir, jest ve sözlerimizdir. Bunlar günlük yaşamımızda kullanılmaya başlarsa, bir müddet sonra kelebek etkisi gibi bu dil herkesin kullandığı bir dil haline gelebilir. Çoğunluk bu dili kullanmaya başladığında ne olacak, bu dili bilmek ve kullanmak zorunda kalınacak. Hem dini inançlar açısından birbirinden farklı görüşlerin olması hem de toplumsal kurum açısından farklılıklarının olması,  ( anayasa, yasalar gibi ) bir normsuzluk yaratıyor. “Hangi ilkeye, hangi kurallara uyalım, hangi değerleri kabul edelim? “ konusunda bir karmaşa yaşanması Türkiye’de de böyle bir ortam oluşmasına  ve şiddet dilinin artmasına neden oldu.

“Kişi kendine güvenemediğinde başkasına da güvenemez. “ 

Öfke kontrolü için frene basmak ve öfkeyi durdurmak söylendiği kadar kolay bir şey midir?

Öfke kontrolü için insanın içinde “iyi” ve “pozitif “ duygular olması gerekiyor.  Bu duygularla bakamayan bir insanın öfkesini kontrol edebilmesi mümkün olamıyor. Çünkü çocuk , genç ya da yaşlı insanların içinde iyi duygular söz konusu değil. Toplum, yasalar, sosyal çevre  tarafından engellenen insanın tepkisi maalesef öfke oluyor. Rahatça beslenemeyen, iyi kazanamayan, iş sahibi olamayan, ekonomik gücünü elde edemeyen, kendini koruyamayan insanın “güven” duygusu zedeleniyor. Hatta kendine güvenemiyor:  “ben bunu aşarım, ben bunun üstesinden gelebilirim “ diyemiyor. Kişi kendine güvenemediğinde başkasına da güvenemez. İşte böyle olunca da kendisini ispat edebilmek ve kendini kabul ettirebilmek için elinde bir tek şey kalıyor, fizik gücü kullanarak sorunun üstesinden gelmeye çalışmak. 

Kendine güvensiz, sinirli ve agresif bir toplum olmaya doğru gidiyoruz anlattıklarınıza bakılırsa. İnsanların kendilerini güvende hissetmeleri sağlıklı yaşamak açısından çok mühim. Öfke yönetimi için toplum olarak ne yapmamız gerekiyor? 

Sağ duyuyla bizim imzaladığımız iki tane bildirge var.  1945 yılında imzalanan Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi, 1995 yılında imzalanan  Çocuk Hakları Bildirgesi. Bu bildirgelerdeki öneriler bizim yasalarımıza aktarılsa, bu maddeler yaşamda kullanılacak hale getirilirse inanın sorun çözülecek.  İnsan hakları, gösteri hakları ve çocuk hakları nedir?  sorularının cevabı vardır o bildirgelerde.

“Çocuğun soyut kavramları anlayabilmesi için 7 yaşına gelmesi lazım”

Mesela eğitim çok önemli bir mevzu ve Türkiye’de uygulanan 4 + 4 +4 eğitim sistemi yanlış bir sistemdi. Çocuğun gelişmesiyle ilgili doğru bir sistem değil bu sistem.  Piaget der ki: “çocuk, dünyanın pasif alıcısı değildir. Bilgiyi kazanmada aktif bir role sahiptir. Ayrıca, değişik yaşlardaki çocukların ve yetişkinlerin dünyaları birbirinden farklıdır. “ Piaget bu farklılığın nedenlerini incelemiş ve bireyin dünyayı anlamasını sağlayan bilişsel süreçleri açıklamaya çalışmıştır. Çocuğun soyut kavramları anlayabilmesi için 7 yaşına gelmesi lazım. 7 yaşın altındaki çocuk bunu anlayamaz, duygusal, zihinsel gelişmesini tamamlaması gerekiyor. İki yıldır uygulanan bu sistemde çok ciddi sorunlar çıktı. Aileler ve çocuklar bu konuda çok sorun yaşadı.

“Türkiye’de bir ruh sağlığı planı yok “

Türkiye’de son dönemlerde yaşanan olaylar ve hemen ardından Soma’da hayatını hazin bir şekilde kaybeden Maden işçilerimiz, yaşadığımız depremler ister istemez ruh sağlığımızı etkiledi. Toplum ruh sağlığı konusunda çalışmalar yapılıyor mu?

Türkiye’de bir ruh sağlığı planı yok. Daha önce böyle bir plan vardı ve Dünya Sağlık Örgütü ile birlikte hazırlanmıştı. Fakat maalesef uygulanamadı. Oysa bugün mutlaka bir ruh sağlığı planının olması gerekir.  İnsanların mutlu, huzurlu olabilmeleri ve ruhsal sorunlardan, ruhsal hastalıklardan kendilerini koruyabilmeleri için neler yapabileceklerini bilmeleri gerekiyor. Bu konuda onları bilgilendirecek ve bu yönde çalışmalar yapacak bir uzman topluluğu ile toplum ruhsal sağlığı üzerine çalışmalar yapılmalı.

“Başkasıyla ilişki kurabilmeniz için mutlaka ödün vermeniz gerekiyor.” 

Babalardan Babalara adlı kitabı için yaptığımız röportajımızda söylediğiniz bir sözü paylaşmak istiyorum: “konuşurken sırtınızı dönmeniz bile bir şiddettir…”  Beden dili, ağzımızdan çıkan kelimenin anlamlarını da değiştiren/ yönlendiren bir dildir diyebilir miyiz? 

Toplumsal psikoloji der ki; başkasıyla ilişki kurabilmeniz için mutlaka ödün vermeniz gerekiyor. Bu ilişkilerde iletişim olabilmesi için şiddetin olmaması gerekiyor. Ses tonum, hareketlerim, duygularım da bir dil. Bütün bunların içinde şiddet içeren bir mesaj varsa, benim ses tonum, hareketlerim, jestlerim ve mimiklerim sizde öfke yaratıyorsa şiddet içeren bir dil kullanıyorumdur. 

Dinlemek, anlayabilmek ve göz teması kurmak yani “ seninle ilgileniyorum “ mesajını her şekilde hissettirmek önemli o zaman?

Elbette, yüz yüze mesajı sürdürmeyip, başka bir şeyle meşgul oluyorsa bu da bir şiddettir. Karşı tarafın kimliğine kişiliğine, bedensel olarak, sözsel olarak, ruhsal olarak, toplumsal ya da ekonomik olarak bir zarar veriyorsak, şiddet uyguluyoruzdur. Engellemenin karşısında ortaya çıkan mesaj  “Allah razı olsun “ olmaz.  Böyle durumda tepki; ya kırgınlık, ya kızgınlık ya da öfke olur.

Ben, Türkiye’de bütün sorunların örneği olarak trafiği gösteriyorum. Trafik sorunlarında birinciyiz. Trafik kazalarının % 90’nın sebebi sürücüdür. Bunun altında ne vardır?  Trafik kurallarına uymamak vardır. Her trafiğe çıkan kendine göre bir kural koyuyor. Bunu düzeltebiliyor muyuz?  Hayır… Neden? Çünkü bekleyemiyoruz,  sabrımız yok, öncelik hep bizde olsun istiyoruz.  Mesela sana yanan ışıkta karşıdan karşıya geçmeye çalışırsın, yolun ortasında kırmızı yanar, sürücü iki saniye beklemez bir de arkandan sana küfür eder. Oysa beklese sadece birkaç dakikasını alacak.

“Sevgi ve övgü sözcüklerinde cimri davranmayın.”

Özellikle evliliklerde şiddetin yaşanmaması ve ilişkilerin sevgiyle- saygıyla devam edebilmesi için neler yapılmalı? Evliliklerde nasıl bir dil kullanıyoruz?

Evliliklerde sevgi dilini sözlü ve sözsüz ifade edebilme eksikliği var. Sevgi ve saygının en iyi anlatımı içten ilgi göstermektir. Eşler, duygu, düşünce ve davranışlarını ilgiyle gösterirlerse, ona insan olarak ne kadar değer verdiklerini kanıtlamış olurlar. Sevmek ve sevilmek tüm insanların temel ihtiyacıdır. Sevilmeden bir ömür sevmek ise daha çok edebi bir fantezidir.

İnsanın ruhsal gerçeği, sevgisine özne ve seviliyor olmasının doyumunu aramasıdır. Karşılıksız kalan ilgi ve sevgi gösteriminiz için eseflenip “ ben seni daha çok seviyorum, sen beni hiç sevmiyorsun “ gibi karşılaştırmalardan sakınılması gerekir.  Sevginin ifade edilmesi tüm ilişkilerde çok mühimdir. Sevgi ve övgü sözcüklerinde cimri davranmayın.

Biz ilişkilerde biraz kızgınlıklarımızı ve kırgınlıklarımızı da saklayan bir toplumuz. “Acımadı ki!” diyerek, karşı tarafın söylediklerinden/ davranışlarından etkilenmemiş gibi yapabiliyoruz.  Üzülmemiş, kırılmamış, kızmamış gibi davranmak öfkeyi biriktirmek anlamına da gelmiyor mu?

Kızgınlık, kırgınlık, kaygı gibi olumsuz duyguların saklayıp biriktirilmemesi gerek. Tartışmanın insan yaşamında bir işlevi olduğunu, hem duygusal boşalmanın hem de duygu ve düşünceleri sentezlere ulaştırmanın bir aracı olarak önemli yer tuttuğu unutulmamalı. Eşin kırgınlık nedenlerini araştırmak en doğrusu. Bunu yaparken elden geldiğince “ akla uydurma “ savunma düzeninden, art niyet ve önyargılardan kaçınılmalı.

“Çocuk istismarı ve kadına yönelik şiddette ‘ceza’ katiyen çözüm değil. “ 

Son zamanlarda sık rastladığımız haberler arasında çocuk ölümleri var. Çocuklar istismara uğruyor ve tecavüz edilerek öldürülüyor.  Karısına, evladına kurşun sıkıp öldüren sonra da intihar eden bir baba- koca, sevgilisiyle işbirliği yapıp kocasını öldüren bir kadın… Ve buna benzer kanımızı donduran onlarca haberle her geçen gün biraz daha şaşkınlıkla uyanıyoruz…  Bu hazmedilmesi zor olayların artışı da insanın aklına bir soruyu getiriyor… Hastalıklı bir toplum mu oluyoruz? Bu olaylar hep yaşanıyordu da biz artık  kendi medyamızı oluşturduğumuz için artık olanlardan kolaylıkla haberdar mı oluyoruz?

Dünyanın birçok ülkesinde bu tip olaylar var. Burada çok önemli olan ve değerlendirilmesi gereken şey ülkemizde bu olayların artışının olup olmaması. Son dört beş sene içerisinde kadına yönelik şiddette, çocuk kaçırılmalarında ve cinsel istismarlarda çok büyük artış var. Bu tür olaylarda çoğunluğun düşündüğü ilk şey “cezaları artıralım” oluyor. Katiyen bu çözüm değil. Neden değil biliyor musunuz? Çünkü olayların nedenlerine bakmamız gerekiyor. Şiddet o kadar çok yerde var ki; kadına karşı, çocuğa karşı, insana karşı şiddet, maçta şiddet, sokaklarda şiddet…  Normları kullanamıyoruz biz. Kadına, çocuğa, taraftara  nasıl davranacağımızı bilmiyoruz.  Toplumda her rolün mutlaka bir görevi, bir sorumluluğu vardır.  Bu sorumlulukları nasıl yerine getireceğimizi anlatan bir etiği ve ahlakı vardır.  Bu etiğin görevi yapan kişiler tarafından da yerine getirilmesi gerekiyor. Bunların hiçbiri yapılmıyorsa ve bunları yapacak genel bir uygulama yoksa işte o zaman ‘anomi’ yaşanır. Yani “kadın beni dinlemiyorsa, onu öldürürüm çünkü güç benim elimde “ gibi bir anlayış oluşur ki, bugün ülkemizde bu gittikçe yaygınlaşıyor. 

Bu anlayış şiddeti, cinayeti, tacizi normalleştiriyor mu?

Elbette, yapılan yanlış cezalandırılmadığında normallik kazanır ve doğal bir davranış olarak benimsenir hale gelir. Şiddet uygulayanın ve bu tür olaylara sebep olanların sorgulanıp, ceza alması gerekiyor. İşte bu yüzden, ne olursa olsun tüm şiddet eğilimlerine toptan çözüm bulmak, nedenini araştırmak ve sorgulamak gerekiyor.

“Madende çalışan işçilerin kaygı düzeyleri yüksektir.”

Soma hepimizin yüreğini yakan çok hazin ve acı bir olayla uyandı bir sabaha… Maden işçilerimiz hayatlarını kaybetti ve arkalarında gözü yaşlı aileler kaldı. Orada yaşanan trajedi, başka bir konuda da farkındalık yaşamamızı sağladı; sadece maden işçilerinin değil, tüm işçilerimizin yaşadığı çileler… Soma’da madenden sağ kurtulan işçilerimiz oldu. Onlar kurtuldular ama bunun sevincini yaşayamadılar bile. O işçilerimiz nasıl bir psikoloji ile karşı karşıyalar ve bu konuda psikolojik destek almaları gerekiyor mu? Ne yapılmalı?

Madende çalışan işçilerin kaygı düzeyleri yüksektir. Biz buna “sürekli kaygı “  diyoruz. Neden kaygı yaşanır? Birincisi, ‘geçim endişesi’ dolayısıyla ikincisi ise bizim en büyük korkularımızdan birisidir, hayat içgüdüleriyle birlikte oluşan ‘ölüm korkusu’…  Bu meslek, dünyada en fazla ölüm tehdidi olan meslektir. Haberlerde röportaj veren maden işçileri : “her gün ailemizle vedalaşıyoruz,  helalleşiyoruz “ dediler.  Bu da maden işçilerinin hem ölüm endişesi yaşadıklarını, hem de ortamdan kaynaklanan kaygı yaşadıklarını anlatan mühim bir örnek. Karanlık bir yer, yeraltı ve ilkel şartlarda çalışılıyor ve korktukları şey başlarına geliyor; bir afetin içinde yer alıyorlar.  Böyle olaylara biz  “toplumsal afetler” diyoruz. Bunu yaşayan kişiler öncelikle şok geçirirler. O anda ne yapacaklarını bilemezler; o göçükten kaçabilecekler mi, yaşayabilecekler mi? gibi birçok stres yaşar. “O anda hiç etkilenmedim” dense bile mutlaka yaşanan bir stres ve belirsizliğin yarattığı endişe, kaygı durumu olur. 

Bu travmanın etkisini hafifletmek ya da travmayı artırmamak için ne yapılmalı? 

Travma yaşayan kişiye, o anı sürekli yaşatmak, o konuyla ilgili detaylar anlattırmak; “ olay nasıl oldu, sen nasıl kurtuldun, arkadaşın nasıl öldü? “ gibi sorular sormak,  kişinin yaşadığı travmanın daha uzun sürmesine neden olur.  Bu durumda, o kişide kalıcı bir stres bozukluğu yaşamasına neden olur. Böyle bir stres bozukluğunda  yapılması gereken en önemli şey; bu tür soru yağmurlarından, tekrar anlatımlardan ve detaylandırmalardan o kişiyi  uzak tutmak.

Birçok yardımsever Soma’ya gitti, bizzat ailelerin yanında oldu.  Ülke olarak kadın erkek, genç – yaşlı herkes bir şekilde “Yanındayım, acını paylaşıyorum “ mesajı vermeye çalıştı. Bu davranışlar travmanın atlatılmasını bir nebze olsun kolaylaştırır mı?

Kendi düşüncelerinin, duygularının, kendi acılarının başkaları tarafından paylaşıldığını görmesi bir nebze rahatlatabilir. Travma ve acıyı yaşayan kişilere;  o acıyı ortadan kaldırmak için elden geldiği kadar maddi ve manevi desteğin gösterileceğini, yardım edileceğini sözle değil, davranışlarımızla anlatmak ve bunu yaşantı olarak da uygulamak gerekir.  Elden geldiğince o kişileri o ortamdan başka ortamlara taşımak, acıyı yaşadıkları ortamı değiştirmeye çalışılmak da önemli. Travma yaşayan kişileri olay anı ile ilgili sorulardan uzak tutarak, geleceği daha rahat yaşamaları için neler yapabileceğini onunla oturup konuşmak gerekiyor.

Mağdur olmuş, yakınlarını kaybetmiş bir kişinin tepkisini öfkeyle veriyor olmasını nasıl karşılamak gerekir? 

Bizim insanımız kaygısını ve korkusunu öfkeyle anlatan bir yapıya sahip. O öfkeyi de normal karşılamak gerekiyor. Mağdur olmuş kişi bir şeyleri kırıyor, döküyor ve öfkeyle anlatıyorsa onu hoş görüyle karşılamak gerekiyor. Bunu bir şeyleri tahrip etmek için değil, kendi öfkesini ve kaygısını anlatabilecek başka bir dil bulamadığı için yapıyordur. Bunu bilip, anlayıp hoş görüyle karşılamamız gerekiyor.

Soma’dan toplum olarak nasıl bir ders çıkarmalıyız?

Her yerde en doğru düşünce ilgili ve bilgili hareket etmek olmalı. İşveren, yönetici, siyasetçi ve toplum olarak  “Acaba benden kaynaklanan bir sorun var mı? “ diye kendimize sormalıyız.  Soma’da da bunu düşünmedik. Bu soruyu kendimize sormadığımız sürece “daha iyi “ olamayacağız.

Anlattıklarınızdan ortaya çıkan tablo; tahammülsüz, sabırsız ve sinirli bir toplum… Bir Psikiyatrist olarak nasıl bir çözüm öneriyorsunuz? Sizce  daha sakin, yapıcı bir toplum olabilir miyiz? 

Toplumsal olarak bunlara çözüm bulunmazsa, birey olarak buna çözüm bulmak gerçekten çok zor. Evli ve çocuklu ama ekonomik sorunları var. Üniversiteyi bitirmiş bir genç ama işsiz. Atama bekleyen öğretmen, kura çekilecek ve kurada çıkarsa çalışmaya başlayacak. Şimdi bu insan ister istemez tehdit altında hissediyor kendini. Bu nedenle toplumsal çözümlerin bulunması şart.  İstediğiniz kadar bana gelin, psikiyatriste gidin;  belki ilaç kullanarak biraz kaygınızı azaltabiliriz ama nedenleri ortadan kaldıramadığımız ve ortak çözüm bulamadığımız sürece tüm tedaviler geçici bir yöntemdir.

 

 

Önceki İçerikTelefonlar hayatımızı elimizden almadan önce…
Sonraki İçerikYaşadıklarımdan Öğrendiğim Bazı Şeyler
Öğrenim Üyesi / Okur- Yazar. En büyük deneyimim çocukluğumda oynadığım oyunlar ve kurduğum hayaller oldu. Her ne yapıyor olursam olayım, iki etken her zaman yolumu belirler: hayaller ve dualar. Çocuk merakı ve heyecanıyla öğrenmeye çalışıyor, okuyor, yazıyorum. Babalardan Babalara adlı bir röportaj kitabım var. Babaların ayak izlerinden oluşan ve hikayeleriyle iç dünyaya yolculuk yaptıran bir kitap olduğunu düşünüyorum. Yolculuğu seviyorum çünkü her şeyin yolda şekillendiğine inanıyorum. Bu yolda en çok da öğrenciyim; kapsayan, içine alan, öğrendikçe çoğalan ve var olan. Karşılaştıklarımı, hissettiklerimi, öğrendiklerimi yazarak paylaşmaya çalışıyorum.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz