Siyasetçiler Neden Sorumluluk Almaz?

Siyasetçilerin, yöneticilerin, sorumluluk almaması günlük yaşam içinde sık dile getirilen şikayetlerden biri. Daha doğrusu “olumsuz” sonuçlanan işlerden dolayı sorumluluk almamalarından dem vurulur.

Herhangi bir sorun yaşandığında adeta “yapışmaz tava” özelliğine sahip olmaları, herhangi bir yaptırıma uğramamaları, ceza almamaları, sorumluluk üstlenmemeleri hep konuşulur.

Bu sorunun cevabının köklerine ait olabilecek önemli bilgileri Abdülbaki Gölpınarlı “Mevlâna Celaleddin” adlı kitabında buluyoruz. Gölpınarlı büyük bir araştırmacı, tercüman, yazar. 82 yıllık ömründe birçok eser kazandırmış.

Gölpınarlı bakın kitabında bu konuyu nasıl işliyor?

İslamiyet’te, Hz. Muhammed vefat ettikten sonra ilk ayrılık yönetime hangi gruptan kişinin geçeceği ile ilgili olmuştur. Birinci grup Hz. Muhammed yaşadığı dönemde onunla konuşan, görüşen, savaşlara katılanlar olması gerektiğini ifade ederken, diğer grup ise Hz. Muhammed’in soyundan gelenlerin yönetime gelmesi konusunda ısrarcıydı” diyor Gölpınarlı.

İlk fikri güdenler, Mekke’den Medine’ye göçenler (Muhâcirîn) ve bunlara yardım eden Medineliler (Ansâr) fırkalarına bölünmüş olmakla beraber nihayet muhacirler üst oldu ve Müslümanlıkta, seçim esasına dayanan bir idare tarzı kuruldu.

Bu fırka, sonradan Sahâbenin hareketini büsbütün meşrû göstermek için onların istisnasız tam bir adalet sahibi (adl) olduğunu kabul ettiği gibi sahâbenin bir meselede birleşmesini de (icmâ) Kur’an ve hadîs, yâni Peygamber buyruğu derecesine çıkardı. Bu zümrenin yoluna, Peygamber’in sünnetine, yani söylediği, yaptığı ve kabul ettiği şeylere uyma mânasına gelen (Sünnilik), bu yola uyanlara “Sünni” dendi.

İkinci fikri kabul edenlerse Sahâbenin adl olmadığını söylüyorlardı. Ali’ye ve Ehl-i beyt’e taraftarlık ettiklerinden yollarına taraftarlık (Şiilik), kendilerine taraftar ve taraftarlık eden (Şia, Şii) dendi. Sonradan bu fırka, Ehl-i beyt’in masûm, yani suç işlemez olduğu kanaatine vardı ki bu kanaat sahâbenin adil oluşu inancının bir karşı tepkisiydi”.

Devamında sorumluluk, kaza, kadere ilişkin şu satırları görüyoruz:

“Gene bu sıralarda Müslümanlıktaki esaslı fikir ayrılıklarından ikincisi meydana çıktı ki bu da kaza ve kader meselesiydi.

Kulun, işlediği işteki rolü neydi? Bu işle Tanrı’nın münasebeti var mıydı?

İrade ve mesuliyet ne bakımdandı ve ne derecedeydi?

İlk bakışta fikri bir mesele gibi görünen kaza ve kader de siyasi ayrılıkların tabii bir neticesiydi.

Kulda ihtiyar ve irade kabul etmeyenler, vukua gelen siyasî ihtilâflarla bu ihtilâfların sonucunda işlenen hareketlerin ve dökülen kanların mesuliyetini Tanrıya yükleyerek işin içinden çıkıyorlardı.

Kulda mutlak bir irade ve ihtiyar kabul edip Tanrının, her şeyin ne olacağını bilmesinin, kulu, o işi yapmaya zorlamadığını söyleyenlerse bir yandan mesuliyetin kula ait olduğunu bildirerek tenkidi, en dokunulmaz sanılan kişilere kadar teşmil ediyorlar, bir yandan da Tanrıyı yapılan işlerden tenzîh ederek onu, münakaşa edilmeyecek derecede kâmil bir adalet sahibi tanıyorlar, herkesin, yaptığının karşılığını çekeceğine inanıyorlardı.”

Ne dersiniz, bugün şikâyet ettiğimiz konuların temelinde tarihi sebepler olabilir mi? Bunlar ne kadar etkilidir? Konuyu detaylı düşünmek ve irdelemekte fayda var.

Anıl AKIN

Önceki İçerikBilgi Artışı Beni Neden Strese Sokuyor?
Sonraki İçerik“Zamanın Ruhu” ile “Alan Kadıköy” Kapılarını Açtı
Anıl Akın
“Eğitmenlik, danışmanlık ve koçluk yapan Anıl, uzun yıllar kurumsal hayatta çalıştıktan sonra yeni ufuklara yelken açtı. Hayat boyu öğrenci olmayı, paylaşmayı, üretmeyi çok seviyor. İTÜ Çekirdek bünyesinde yeni girişimlere mentörlük yaparken, gönüllü faaliyetlerde bulunmayı da ihmal etmiyor. Vazgeçilmezleri; ailesi, ülkesi, değerleri”