Sevgili okur,
Gel seninle içinde umut ve aşk olmayan, üstelikte sayfa sayısı beş yüzün üstünde bir kitap hakkında biraz konuşalım. Ölüm kokan, kan saçan, hayatın sıradanlığı, yaşamlarımızın pespayeliğini konu alan satırların aralarına girelim. “Savaş dediğiniz şey, anlamadığınız ne varsa odur” diye bağıran bir roman kahramanı ile tanışmaya hazır mısın? II. Dünya Savaşı’nda ülkesini işgal eden Almanlardan taraf olup, Nazi sempatisi taşıyan ve Yahudi karşıtı görüşlere sahip bir yazara anlayış gösterebilecek misin? Ben eseri savunmayayım, sen de yargılama böylece belki onu biraz olsun anlayabiliriz. Hadi hazırsan gecenin sonuna doğru yolculuğa başlıyoruz.
Yazar Louise Ferdinand Celine’nin 1940 senesinde kaleme aldığı “Gecenin Sonuna Yolculuk” derinliği ve dönem edebiyatına getirdiği farklılıkla oldukça çarpıcı bir eser. Roman, yazarın yarı otobiyografik eseri sayılabilir. Baş karakter Ferdinand Bardamu gibi, yazar Ferdinand da I. Dünya Savaşı’nda Fransız ordusuna katılıyor. Ordudan ayrıldıktan sonra, yine iki Ferdinand da, bir şirketi temsilen Afrika’ya gidiyor. Kısa bir süre sonra geri dönüyorlar. O esnada yazar Ferdinand ile Ferdinand Bardamu arasında bir farklılık oluşuyor. Yazar Ferdinand, Fransa’ya dönüp ardından bir İngiltere macerası yaşarken, diğeri Afrika’dan Amerika’ya geçiyor ve Fordist sistemde çalışmaya başlayan fabrikaları keşfediyor. Her iki Ferdinand’ın yaşam öyküsü, tekrar Fransa’ya dönmeleri ve tıp eğitimi almaları ile yeniden kesişiyor.
Kitabın başında Bardamu, kendi isteği ile orduya katılıp savaşın içine girse de savaş anındaki tüm gözlemleri, pasifist bir anarşist gibi, savaşın anlamsızlığına dair oldukça makul bir bakış açısı içeriyor. Ancak, savaşın içinden çıkıp sivil hayata doğru yol aldığı süreçte, savaşa karşı duruşunda rastladığımız o bakış açısı tamamen kayboluyor ve bir “kaybeden”e dönüşüyor. Ama bu gönüllü bir kaybediş. Kazanmak için tek bir adım bile atmıyor. Hayatını olumluya çevirebileceği her eşikte adımını geriye çekiyor. Çünkü Ferdinand Bardamu kazanmaya veya kazanılacak bir şeye inanmıyor, insan kapasitesinin buna müsaade etmeyeceğini düşünüyor. Şu paragraf hakkında sen ne düşünüyorsun sevgili okur: “Zenginlerin karınlarını doyurmak için kendi elleriyle adam öldürmelerine gerek yoktur. Onlar başkalarını çalıştırırlar. Kötülükleri kendi elleriyle yapmazlar zenginler. Parasını verirler. Onları hoş tutmak için herkes çevrelerinde pervane olur ve herkes halinden memnundur. Onların kadınları güzelken, fakirlerinkiler çirkindir. Bu süslü elbiseler hariç, yüzyılların birikiminin sonucudur. Gerisine gelince, düşe kalka ne kadar çabalarsak çabalayalım, er geç, ölüleri de canlıları da diri tutan alkole boğuluruz, bir yere de varamayız. Besbelli.”
Bardamu doktorluk yaparken bile insanlığa inanmak yerine insanoğlunun pisliğinin içinde boğuluyor. Hiçbir yerin hiçbir yerden farkının olmadığını sadece çürümüşlüğün adının değiştiğini görüyor. Avrupa bir zevk batağındayken, Afrika’nın sömürge, Amerika’nın ise sanayileşmenin batağında olduğunu fark ediyor. Savaş, her türlü kötülüğü peçeleyen bir sebep, adeta bir mazeret. Bardamu savaşın varlığı ile bir umut taşırken savaşın bitmesine rağmen hiçbir şeyin değişmemesiyle saçmanın idrakına varıyor. İster para, ister güç, isterse mevkiden gelen imtiyazlar olsun ayrımcılığın sonuçlarını o kadar başarılı gözler önüne seriyor ki, insanlık hiç mi değişmeyecek diye sormadan edemiyorsun. Üstelikte bunu alt tabakanın dilini kullanarak yapıyor.
Romanda Ferdinand’ın hikayesini kendi ağzından dinliyoruz. Ferdinand’ın dünyaya nasıl yabancılaştığına birinci elden tanık oluyoruz. Ona göre dünya tekin olmayan, her an farklı şeylerin olabileceği bir yer ve o bu dünyada zamanla yarışıyor. Ferdinand’ın ve arkadaşlarının yolcuğunu geceye çeviren bu güvensizlik ve belirsizlik.
Bence kitabı özel kılan, hikâyesinden çok, Ferdinand Bardamu’nun hayatın içinde duruşu, gözlemleri, yorumları ve dili. Savaşın gölgesinde ve savaş sonrasında geçen her türlü gelişmeyi baş karakterin gözünden görüp, beyninin içinde düşüncelerin oluşma sürecine tanık oluyoruz. Her ne kadar itici bir karakter de olsa sayfalarda ilerledikçe Bardamu’ya dönüşüyoruz. Bu etkiden olsa gerek, kitabın çevirmeni Yiğit Bener, kitabın sonuna eklediği son sözü Bardamu’ya dönüşerek kaleme almış.
Ülkemiz edebiyatından Hakan Günday “Gecenin Sonuna Yolculuk” yüzünden yıllarca başka kitap okuyamayıp cahil kaldığını ve varislerinin kendisini mahkemeye vermesi ihtimaline oynayarak Céline ailesinden herhangi biriyle tanışma umuduyla romandan cümleler çalıp Kinyas ve Kayra’ya yamadığını belirtiyor. Günday’a göre “Bardamu bir gösteri. Bittiğinde, ne yuhalanabilen ne de alkışlanabilen bir gösteri.” Samuel Beckett bu eser için İngilizce ve Fransızca yazılmış en büyük eser derken, Bukowski son 2000 yılın en iyi eseri yorumunu yapmış. Yeri gelmişken kitabın el yazmasının 2001 yılında 12 milyon Frank’a satılmış olduğunu da belirteyim.
“Gecenin Sonuna Yolculuk” gerçek anlamda bir yolculuk. Mekanlar arasında zaman/insan denkleminde çıkılan bir yolculuk ve gecenin sonu gündüz değil, ölüm. Bütün kitabı tek cümle ile özetlemem gerekse “Yabancılaşmanın kısır döngüsündeki insanın çıkmazı” diyebilirim.
Ferdinand’ın şu sözlerine katılır mısın peki sevgili okur:
“Mutsuz olduklarını söyleyen insanlara öyle hemencecik inanmayın. Hele önce bir sorun bakalım hâlâ uyuyabiliyorlar mı? Yanıt evetse, her şey yolunda demektir. Bu da yeterlidir.”
Pınar Alpay