“Razı olduğun hayat korkun tarafından belirlenir.” David Deida
Evet, dünyaya minik birer kız çocuğu olarak gözlerimizi açmıştık, lâkin kimse bize dişi olmayı anlatmadı. Sahi nasıl biriydi gerçek dişi, nam-ı diğer bozulmamış, kutsal yanımız?
Klişelerle büyümüştük hepimiz; ailemiz, eğitim sistemi, medya sağ olsun en başta. Lolita masumiyeti tadında olmalıydık, kikirdemeli ancak dozunu kaçırmamalıydık. Bolca alttan almalı, şehvet duygumuzu yatak odası duvarları arasında itinayla tutmalıydık.
Sahi siz hiç duymadınız mı “hanım hanımcık” kalıbını? Ne demektir sevemediğim bu tabir?
Aklı başında mı? Elini kolunu nereye koyacağını bilen mi? Belki de nazik? A) Hepsi, E) Hiçbiri?
Anne olunca da genelde alttan almalı, bir dişi kuş olarak yuvayı yapmalı, herkese kol kanat germeli, sarıp sarmalıydık. İstisnasız kaç kadın tanıdım işyerinde orada burada kendisini oldukça hırpalayan, kendini gün geliyor çocuğundan daha fazla sevebiliyor diye. Hatta bir arkadaşım bu durumun getirmiş olduğu suçluluk duygusuyla öyle bir hırçınlaşmıştı ki…
Merak
Nasıl biriydi gerçek dişi? Kibele gibi bereketli mi? Afrodit gibi eğlenceli mi? Bir yanımız güçlü durmaya çalışırken, öbür yanımız sürekli ikilemlerde. Kafamız karışık, ruhumuz darmaduman.
Merak kediye iyi gelmese de bana hizmet etti. Yıllardır bu soruyu takip ettim. İyi olacak hastanın doktor ayağına gelirmiş misali, dişi olmaya dair eğitimler/inzivalar/çalışmalar karşıma bir bir çıkmaya başladı. Baktıkça bildim bu engin bir dünya. Katıldıkça gördüğüm “sanki yeni şeyler öğrenme hissimden” çok, bir sandığa koyup unuttuğumuz, ancak havalandırmaya çıkardığımızda “Sahi bu da vardı, şu ananeden kalmıştı” gibi ata / ana yadigârı antikaları şaşkınlık, sevinç, hayret duyguları içinde “hatırlamaydı”.
Sizlere edindiğim bilgeliği, deneyimleri aktarmaya çalışacağım dilim döndüğünce, kalemim elverdiğince. Aslolan elbette tecrübe. Yine de yeni dişilik anlayışını, kız kardeşlik kavramını, kadın çemberlerini ve hatta erkek çemberlerini aktaracağım. Eminim siz değerli dostlarımın hayatında bir yerlere dokunacak bu paylaşımlar, belki benimle buna dair olan hikâyenizi paylaşacaksınız, belki sizde uyandırdıklarını.
Kim bilir? Ben şimdiden çok heyecanlıyım.
Ben Kimim?
“Kendini bil…” Delphi’de (kâhin tapınağı) Apollon Tapınağı’nda Latince olarak, alınlık dediğimiz giriş mekânının hemen üzerinde yazılı olan cümle. Dünya sinema tarihinde fenomenler arasında bence epeydir yerini almış olan “Matrix” filminde Neo’nun Kâhin’i ziyarete gittiği sahnede, evde mutfak kapısının üzerinde yazılı olana cümle. Basit, ancak bir o kadar derin.
Sahi ben kimim? Bir sistemde yaşıyoruz bize ne çok şey öğretiliyor doğduğumuzdan beri, ne çok şey dayatılıyor farkında olmadan. Zamanla kişiliklerimiz oturuyor. Halbuki dünyanın farklı bölgesinde, farklı bir ailede doğmuş olsaydım, farklı yetiştirilseydim, yine aynı kişi, yine aynı “ben” olur muydum?
Eskiden Romalılar fethettikleri yerlerde iki tip bina inşa ederlermiş: Vücutları arındıran hamamlar ve ruhları arındıran tiyatrolar. Tiyatrolar böylelikle, insanın rol yaparak, hayattaki rollerinin farkına varmasını ve bu role sıkı sıkıya tutunmak yerine keyifli bir ciddiyetle oynayıp, zamanı bitince rolden özgürleşmesini öğretmeyi ümit ederlermiş.
Eski tiyatrolarda maske takmak bir gelenekmiş. Bu maskenin bence derin bir anlamı var; dünya bir tiyatro sahnesi olsa hepimiz bu maskeli gösterinin oyuncularıyız. Buradan hareketle mi bilinmez; kişilik kavramı için Batı dünyası “maske” kelimesini kullanırken, doğulu mistikler “kabuk” derler. Ben ikincisini tercih ediyor olacağım.
Kabuklar
Hepimiz bir ‘Cinsel Öz’ ile doğduk. Çoğu kadın eril bir özden çok, dişil bir öze sahiptir. Erkekler için de tam tersi geçerli. Çoğu erkek eril bir öze sahiptir. Ölçek değişken olup her kişinin cinsel özü eşsizdir. Hayat içinde -özümüzü korumak adına, yaşamı kontrol adına- zamanla sahte eril ve dişil kabuklarla kendi ışığımızı kapatmaya başlarız.
İnciniriz, belki babamızın annemize olan bir davranışını benimseyemez veya annemizin “Ne olursan ol elin ekmek tutsun” deyişini alıp paramızı kazanmaktan öteye geçerek “Kendi gemimin kaptanı olacağım” (Eril bir kontrol kabuğu) der ve görünmez bir duvar öreriz.
Buluğ çağımızda bütün kız arkadaşlarımızı bir beğenen çıkar, bizi beğenen yok diye telâşa kapılır; “Dış görünümümü iyileştirmezsem oğlanlar beni fark etmez” (Manipülatif dişil kabuk) diyerekten bir perdenin arkasına sığınırız.
Pekiyi sevmek için, aşk için tüm kabuklarımızdan arınmayı mı beklemeliyiz?
Veya tam tersi kabuklarımız aşk adına bize hizmet edebilirler mi?
Korkudan büyük sevebilecek miyiz?
Biraz sorularda kalıp düşünmeye değer bence…
Devamı gelecek…